Kül bulutu yüzünden aksayan uçuşlar yoluna girmiş olmalı ki, tatil köyü giderek hareketlenirken, 25 Nisan 2010, Pazar sabahı lokanta daha gürültülü, daha şen... Akrabalardan pek azı, Knossos Sarayı turuna katılma niyetiyle erken toparlanır, bavullarını, memlekete dönerken öğlen gelip almak üzere lobiye bırakırlar. Lokantada, masalar arası ziyaretler sırasında anlatılan öykülerden birine göre;"abla"nın anneannesinin annesi Nazlı Hanım, güzelliği yüzünden başına bir iş gelmesin diye Hanya'da tutulurken, çiftlikte kalan kızkardeşi, Bahri Dayı'larının içki arkadaşı Rum gençlerden biri tarafından kaçırılmış!
Minibüs irisi arabada cam kenarına yerleşen, kalemini düşmesin diye bağladığı defteriyle not almaya hazır "abla", bacaların kuş formu verilmiş kapaklarına bakarken, Yorgo başlar:
"Mitolojiye göre Kral Minos'un adının verildiği Minos halkının nereden geldiğini bilmiyoruz. Girit'te İ.Ö. 7000'lerde, Anadolu'dan, Kuzey Afrika'dan, adalardan ilk gelenler zamanla karışıp... biz bu halka Minos diyoruz. O dönemin dilini, adanın adını bilmiyoruz. Deşifre olmuş yazı yok, dillerini çözemedik, büyük ihtimal Yunanca değildi... Minos Halkı dört büyük saray inşa etti. İ.Ö. 2000 civarı yapılan ilk saray 1700'de depremle yıkıldı, yerine daha lüks yeni saray yaptılar, 1500 odalı, 2000 kişilik... Çevresinde 80.000 kişinin yaşadığı Knossos Şehri... Surları olmayan sarayın cephesi kaymak taşı kaplı, parlatıyorlar, duvarlar ayna gibi parlıyor. İç duvarlar fresklerle süslü. Minos evleri 2-3 katlı idi... Efsaneye göre Karl Minos'un babası Zeus'tu... Sarayın dört yönde dört girişi var. Ana giriş Güneye bakan, denize uzaklığı 5 km... İ.Ö. 1450'de deprem ve yangınlarla yıkıldı, Mikenliler Mora'dan gelip adayı işgâl ettiler, bu çöküş oldu Minos için, bir daha saraylar yapılmadı. İ.Ö.110'de Dor'lar geldi, hem atları hem de demir silahları vardı, kolayca Girit'i fethettiler. Bu dönem 1000 yıl sürdü. Burası Akropolis'ten sonra en çok ziyaret edilen yer. Heraklion'un güneyinde yer aldığından, 2. Dünya Savaşı'nda Almanların yoğun bombardımanı sırasında Minos dönemine ait kral mezarları yokoldu."
Aralarından -Yorgo'nun Türkçe öğrencilerinden- birinin el salladığı midibüs, geliş yönünün ayrıldığı koşucuların yanından yavaşlayarak geçer, Knossos Sarayı otoparkına girer. Grup, 4'er Euro verip biletlerini alır, turnikeyi geçer, alçak sesle, "kaynak yapanlar var..." diyen Yorgo'nun çevresinde toplanır. Biraz bekleyip oralı olmadıklarını gördüğü iki kişiyi, "lütfen kitap alın, öyle gezin..." diyerek uyaran, işinin erbabı, âdil rehber, gruba da "sizler 50'şer Euro vererek geldiniz" der, "onlar daha mı akıllı?"
"Bu tepe dört Türk ailesine aitti, önce Schliemann geldi ama zeytin ağaçları konusunda Türklerle anlaşamadı, Arthur Evans, akıllı, kurnaz bir arkeolog, çok para harcadı, babasının parası tabii, sırf saray 20 bin metrekare, 1900'de kazılara başladı, üç sene sonra saray ortaya çıktı. Bazı binalar maalesef, betonla restore edildi... Kayıtlarda adı geçiyordu, bir de yakındaki köydekiler tepenin altında sarayın olduğunu biliyordu. Evans, antlaşmaya göre İngiltere'ye 2-3 vazo dışında hiçbir şey götürmedi, ünvan için yaptı, zaten sonra Sir ünvanı aldı, bayanlara ilgi duymuyordu, İngiltere'de bir skandal üzerine 1935'te burayı Yunanistan'a hibe etti."
"Yılda 2 milyon kişi ziyaret ediyor, hasar oluyor, küçük depremler oluyor, sarayın büyük kısmı kapalı, sürekli çalışıyorlar. -Bir tavus kuşunun yakından gelen iri, kaba miyavlama benzeri feryadı üzerine- çok var... İki muhafızın durduğu oda yanından, saraya giriliyor, taş duvarlar arasına kalın konan ahşap kirişler, depremde esneklik sağlasın diye... Sütunlarda servi gövdeleri kullanılyor, taş kaide üzerine aşağıdan yükerı genişleyen gövde, kırmızıya boyalı... Evans'ın, kopyalarını koyduğu -asılları Heraklion Arkeoloji Müzesi'nde- fresklerde saçlar uzun, siyah, kıvırck, kadınlar beyaz, erkekler kızıl renge boyalı, eteklerin ucunda ağırlık asılı ağ var, Girit çok rüzgârlı..."
İkisi dar, biri geniş üç girişli kapıyla merkez avluya geçen gruba "Boğa kutsal hayvan, sarayın damında stilize boğa boynuzları var, bu bize burasının tapınak olduğunu gösteriyor. Orijinal çok kulplu, halat motifiyle süslü küplerde zeytinyağı, tahıl, şarap saklanıyor. Batı kısmında uzun 18 penceresiz -depo- odada, aydınlatma kandillerle yapılırken bir deprem sırasında, küplerdeki yağ tutuşup yangına sebep oluyor, cephede izleri halâ görülüyor, servi sütunlar da yanınca saray çöktü, sur da yoktu, halk yağmaladı, kazılarda hiç altın bulunamadı..."
Taht Odası önünde "Orijinal kaymak taşı İ.Ö. 1700 tarihli taht, ikinci odada, sağda, güçleri sembolize eden kuş başlı, aslan gövdeli, yılan kuyruklu Grifon freskli duvar önünde... Oyuncak bebek boyunda Yılanlı Tanrıça heykelciklerinin bulunduğu odalara Evans, Merkezî Tapınak adını taktı, çıplak göğüslü heykeller, fayans tekniğiyle üretilmiş, bu tekniği Mısırlılardan öğrenmişler."
"Minos dönemine ait 4 ya da 5 katlı en büyük bina; Evans'ın tahminine göre kral ve kraliçe burada kalıyordu, ışığı alt katlara ileten ışık kuyuları aynı zamanda sıcak havayı tahliye ederek klima işi görüyordu. En alt katta, içinden akar suyun geçtiği beş tuvalet, bir de kraliçenin banyo küveti vardı. O dönemde ada çok ağaçlık, çok yağmurluydu, yağmur suyu oluklarla tahliye ediliyordu. Kraliçe Odası duvarlarında yunuslar balıklar freski yanında, danseden kız freski... Kral Odası, daha sade, yanındaki en büyük ışık kuyusu, bu oda mimarî açıdan çok önemli, tek duvarı var, diğer üç duvardaki sütunların arasındaki kapılar açılıp kapatılarak klima etkisi sağlanıyor, ekolojik..."
"Doğu girişi üzerinde ilk saraya ait, İ.Ö. 4000'e tarihli, boyaları seçilebilen büyük küpler... Restore edilmiş, -o zaman nasıl göründüğünü gösteren- sütunlu, renkli, boğa kabartmalı duvar... Sarayın kuzey girişinde 10 taş sütunlu büyük oda, denizden gelen/giden mal kapısı, Evans buraya Gümrük adını verdi... Sarayın pis sularını sarayın dışına taşıyan kapalı kanalizasyon... Tiyatro, sarayın kuzeybatısında ve ilk saray dönemine ait, İ.Ö. 2000, Dünyanın en eski tiyatrosu, iki geniş merdivende 500 kişi oturuyordu, sahneden başlayan Dünyanın en eski yolu üzerindeki, dinî tören sırasında kurban verilen küçük yere, sunağa Evans Küçük Saray dedi."
Yola çıkmak üzere otoparka yürürken, "abla"nın gezgin teyzesi anlatır, Hanya Pervolya çiftlikler bölgesinde anneannesi Nazlı'nın, okul öncesi yaşlarında böyle bebek boyunda bir heykeli varmış oynadığı; okula başladığında küçük kız, bebeği okula götürüyor, öğretmeni elinden alıyor, Atina'ya yolladığını söylüyor...
"Yunan mitolojisinde Girit'le ilgili birkaç efsane var" der Yorgo; "En önemlisi Zeus'un doğumu; annesi Rhea'nın doğan tüm çocuklarını babası Kronos yutuyor, Rhea'ya akıl veren annesi Gea, Girit'e git, bir mağarada doğur çocuğunu ve hemen terket, diyor. Lashiti Dağı'na gelip yayla üstündeki mağaraya gelip doğurup terkediyor, babasına da kumaşa sarılı bir kaya parçası veriyor yutsun diye... Zeus'u mağarada bir keçi besliyor, süt ve balla büyüyor, sonra babasını bulup öldürüyor, kardeşlerini kurtarıyor, kendisini besleyen keçiyi de göğe taşıyıp Oğlak Burcu yapıyor."
"Başka bir efsane de, Avrupa Finikeli çok güzel bir prenses, Zeus'un dikkatini çekmiş, kızlarla çiçek toplarken yanlarına boğa kılığına girerek gelen Zeus, Avrupa'nın ayağına uzanmış, kız üzerine binince, onu, denizi aşıp Girit'e kaçırmış, Güney Girit'te bir çınar dibinde onunla birleşmiş, bu hamilelikten Minos doğmuş... Avrupa Yunanca güzel gözlü demek..."
"Labirent ve Minotaur efsanesinde, Minos, amcası Poseidon'a dua eder, bana bir boğa yolla sana kurban edeyim, denizden beyaz bir boğa çıkar, o kadar güzelmiş ki Minos onu kurban etmeye kıyamaz, amcası sözünü tutmayan yeğeninden intikam almak ister, Kraliçe'yi boğaya âşık eder. Kraliçe çılgın bir şekilde onunla yatmak ister ama nasıl yapacağını bilemez, efsanevî mimar Daedalus'tan yardım ister. Mimar içi boş ahşaptan bir inek yapar, inek derisiyle kaplar, içine kraliçeyi kor, boğaya götürür. Kraliçe boğadan hamile olur, boğa kafalı insan vücutlu boğa, -minos insan, taur boğa demek- Minotaur doğar. Kral çok kızar, Daedalus'a, giren hiç kimsenin çıkamayacağı bir labirent ısmarlar, Atina, 7 genç kız ve 7 delikanlı yolluyor, Minotaur'a yem. Sonunda Atina Kralı Aegean oğlu Theseus boğayı öldürmeye karar veriyor, babası bir şartla diyor, giderken siyah yelkenle git, dönerken beyaz yelkenle dön... Kral Minos'un kızı Ariadne, Theseus'a âşık olur, Daedalus'tan aldığı tüyoyla, labirente girerken bir yumak verir, girişe bağlar, boğayı öldürür, çıkışa varır. Kızla beraber Naxos Adası'na varırlar, çok eğlenip içince yelkeni değiştirmeyi unuturlar, babası siyah yelkeni görünce oğlu öldü sanıp kendini denize atar, Ege Denizi adını ondan almış..."
"Bu mitoloji, gerçekler farklı" der Yorgo, "Evans'ın bulduğu fresklerde genç kız ve delikanlılar, boğanın üzerine atlayıp boynuzlarından kavrıyorlarmış, böyle oynarken... Labirent de, çok odalı sarayın karışık düzeninden..."
"Girit'in en uzun tüneli, otobanın sonu, Türkiye ile direkt bağlantımız yok, uçuşlar Atina üzerinden, charter senede bir-iki, cruise'lar bir kaç saat kalıyor, o da Heraklion'da... Doğu kurak, doğal keçi boynuzu ağaçları var, pekmezi yapılıyor, ilâç ve dondurma yapımında kullanılıyor, Dünya ihtiyacının %10'unu karşılıyor... Kırmızı toprakta çok lezzetli patates, muz yetiştiriliyor."
"Malia Köyü, taşkınlıklarıyla meşhur, içki seven İngilizler geliyor, budur tombul muz rüzgârdan korumak için serada yetişiyor, burada Knossos'la akran bir saray var, daha ufak ve süssüz..."
"Mirabello güzel manzara demek Körfezi, vadide badem tarımı yapılıyor, soğuk suyla sulandırılan tatlı içecek Somata, nişan törenlerinde veriliyor, sonraki hayatları tatlı olsun diye... Vadi Venediklilerin tahıl ambarıymış, tahıl yel değirmenlerinde öğütülürmüş, şimdilerde tahıl sıfır..."
Zeus'un doğduğu Dikte Mağarası'yla Lashiti Dağları'nı geçtikleri sıra içi geçen "abla", Aya Nikola'ya geldiklerinde ayılır. Yorgo, "Şehir 1900'lerden sonra yapıldı, Girit'in en güzel limanı Mirabello Körfezi çevresindeki oteller çok pahalı, eskiden Suudîler ve politikacılar gelirdi, şimdi Ruslar..." derken limanın ucuna parkeden arabadan inen "abla" grubu, bir paşanın ufak boğazla denize bağlatarak yaptırdığı yapay göl çevresinde dolaşır. Merdivenle ulaştıkları, portakal yüklü ağaç, göl ve güzel yapılar manzaralı kameriyede turuncu, siklamen, beyaz begonviller altında fotoğraf çeker, şık, şirin dükkânların sıralandığı yokuşların vardığı limana inerler.
"Göl kıyısında birşeyler içelim" derken tanıştıları, kendilerine servis yapan Marianna'nın babaannesinin Trabzon'dan buraya göç ettiğini öğrenir, kendi hikâyelerini anlatırlar.
Dönüşe geçtiklerinde, "pek anahtar kullanmıyoruz" der Yorgo, "suç açısından güvenli, çocuk büyütmek için ideal, eşimin bir sayfası var, http://komsudapiser.blogspot.com/..." İçinden geçtikleri, yeni yeni kıpırdanan Hersonissos Kasabası için "en turistik yer, kışın boş..."
Otele varıp domates dolması çok lezzetli lokantada yemek yiyen "abla" grubu, kalıp otelin keyfini çıkaran akrabalara eklenir, bagaj yüklenir, N. Kazancakis Havaalanı'na doğru yola çıkılır. Kendilerini getiren, pistin sınırlı olanakları ve denizden iniş yüzünden düşer gibi indikleri adadan "sizi almaya geldik" diyen THY uçağıyla 17:25'te tam zamanında havalanır, 18:39'da Yeşilköy'e tüy gibi konarlar.
Uçağa binmeden önce, güzeller güzeli ikiz bebeklerin merkezinde olduğu en kalabalık akraba grubu fotoğrafını çekmek için çok kısacık bir zaman kalmıştır.
alıntı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
ellerine sağlık anneciğim:)
YanıtlaSilSağolasın kuzum...
YanıtlaSil