85. Yılında Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi
Utku Kızılok
Eylül 2008
Savaşın, acının ve gözyaşının olmadığı, insanların eşit ve müreffeh yaşayabileceği yepyeni bir toplumun nesnel olanaklarını yaratmış bulunan insanlık, ne yazık ki hükmünü hâlâ icra eden kapitalist düzende, bir kez daha emperyalist savaş cehennemine çekiliyor. 1990’larda Balkanlar’a ve Irak’a düşen emperyalist savaş alevleri, geldiğimiz evrede, dünyanın pek çok bölgesini etkisi altına almış bulunuyor. ABD’nin fişteklemesiyle Gürcistan’ın Osetya’ya saldırması ve Rusya’nın buna karşılık vermesiyle emperyalist sıcak savaşın Kafkasya cephesi de alev almış bulunmaktadır. Elbette savaşın genişlemesi demek, daha fazla insanın acı ve gözyaşına boğulması demektir. Balkanlar’da, Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de, Afrika’nın çeşitli ülkelerinde ve Gürcistan’da süren savaş milyonlarca insanın hayatını tarumar etmiş durumda. Milyonlarca insanın kanı ve gözyaşı toprağı suluyor, yıkım ve acı insanları kasıp kavuruyor. Katliamları ve yıkımları, insanların köklerinden sökülüp atılması, evlerini ve yurtlarını terk ederek göçmen konumuna düşmesi izlemektedir. Kısacası, egemenlerin çıkar savaşları bir kez daha halkların büyük ve kalıcı trajediler yaşamasına neden oluyor.
Bundan tam 85 yıl önce yaşanan Türk-Yunan zorunlu nüfus mübadelesi de, emperyalist savaşın neden olduğu büyük bir trajediydi. I. Dünya Savaşı yalnızca milyonlarca insanın ölmesine, sakat kalmasına ve kentlerin yıkılmasına neden olmadı, beraberinde, yüzlerce yıl aynı topraklarda iç içe yaşayan, birbirlerine karşı düşmanlık beslemeyen halkların, dolayısıyla da kültürlerin kökünden sökülüp atılmasına da neden oldu. 30 Ocak 1923’te Lozan’da Türkiye ve Yunanistan’ın imzaladığı mübadele sözleşmesiyle 1,5 milyondan fazla insan topraklarından sürüldü. Lozan sözleşmesine göre, Anadolu’da yaşayan Rum-Ortodokslar ile Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar karşılıklı olarak mübadele edilecekti ve mübadele zorunluydu. Eylül 1922’de bozguna uğrayan Yunan ordusunun Türkiye’den çekilmesiyle, Anadolu’nun içlerinden, Karadeniz’den ve Ege’den yüz binlerce Rum-Ortodoks –ve belirli sayıda Ermeni– katliam korkusuyla topraklarını terk ederek Yunanistan’a geçmişti. Zorunlu mübadele sözleşmesiyle, yerini yurdunu terk eden yüz binlerce insanın geriye dönmesinin önüne geçildi ve kalanlar da takas edildiler. Derin yaralara yol açan Lozan zorunlu mübadele sözleşmesi, bu konuda tarihte ilk örnekti ve kısa zamanda uluslararası burjuva hukukun bir parçası haline gelerek emsal teşkil etmeye başlayacaktı.
Rum ve Müslüman halkların yaşadığı büyük trajedide Türk ve Yunan egemenlerinin sorumluluğu büyüktür. Her iki ülkenin egemen güçleri de emperyalistlerin yanında saf tutarak paylaşımdan pay kapmaya çalışmışlardır ve halkların içine sürüklendiği derin travma, hiçbir şekilde Türk ve Yunan egemenlerinin derdi olmamıştır. Onlar, egemenliklerini yükseltecekleri topraklarda, sakıncalı gördüklerini karşılıklı olarak temizlemişlerdir. Ne var ki, tarifsiz acılara yol açmış böylesi büyük olaylar, bir çırpıda toplumların kolektif hafızasından silinip gitmez. Zira gerçekler direngendir ve önünde sonunda kendini dışa vuracak kanallar bulur. Nitekim son senelerde tarihin bu sarsıcı trajedisi, çağdaşı Ermeni kırımı gibi gündeme gelmektedir. Gerek Ermeni kırımı gerekse mübadele trajedisi meselesinde devrimci işçi sınıfının tutumu nettir: tarihsel gerçeklerin gözler önüne serilmesi, dersler çıkartılması ve halkların kardeşliği doğrultusunda enternasyonalist çizginin kalınlaştırılması!
I
Osmanlı İmparatorluğu, medeniyetin ilk filiz verdiği, sayısız uygarlığın kurulduğu ve sayısız halkın birbirine karışarak iç içe yaşadığı topraklar üzerinde egemenliğini sürdürmekteydi. Ermeni, Türk, Rum, Süryani, Kürt, Yahudi, Arnavut, Bulgar, Sırp, Hırvat, Rumen, Arap ve burada ismi geçmeyen diğer pek çok halk, Küçük Asya’da (bugünkü Türkiye), Balkanlar’da ve Ortadoğu’da iç içe yaşamaktaydı. Lakin Osmanlı’nın nüfus politikası, özellikle de Balkanlar’da iç içe yaşayan halkların bu durumunu daha da içinden çıkılmaz hale getiren cinstendi. Egemenliğini pekiştirmek isteyen Osmanlı despotizmi, bir arada yaşayan Hıristiyan nüfusu parçalara ayırarak başka bölgelere sürüyor ve onların yerine Müslüman ahaliyi yerleştiriyordu. Gerek bu politikanın gerekse Hıristiyan halkın bir kısmının Müslümanlaştırılmasının bir sonucu olarak, Balkanlar’da önemli miktarda Müslüman-Türk unsuru yer almaktaydı. Trajedinin kurbanlarından Rumlar ise, asırlardır Marmara, Ege (burada Müslüman halktan daha çoktular) ve Karadeniz bölgelerinde yaşamaktaydılar. Çok uluslu bir yapıya sahip olan ve ezilen halklara soluk aldırmayan Osmanlı’nın bu durumu, emperyalist güçlerin kaşıyacağı muazzam bir yara niteliğindeydi.
1800’lerin son çeyreğinde emperyalist güçler arasında paylaşım kavgası alabildiğine kızışmış, İngiltere, Fransa ve Almanya Osmanlı İmparatorluğu üzerinde çetin bir mücadeleye girişmişti. İngiliz ve Fransız emperyalistleri Osmanlı üzerinde önemli derecede ekonomik ve siyasi nüfuza sahiptiler. Fakat sömürgesi olmayan ve bir an önce sömürge elde etmeye çalışan Alman emperyalizmi, henüz paylaşılmamış Osmanlı topraklarına yerleşebilmek ve rakiplerini etkisiz kılabilmek için muazzam bir taşkınlık göstermekteydi. Osmanlı bürokrasisi, İngiltere ve Fransa’yı dengelemek amacıyla Almanya’ya yanaşmaktan geri durmadı. 1910’lara gelindiğinde Osmanlı ordusu Krupp silahlarıyla donatılmış, ordunun eğitimi Prusya subaylarına emanet edilmiş, Deutsche Bank, Bağdat ve Anadolu demiryollarının yapılmasını üstlenerek hazineyi borçlandırmış ve Almanya, Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki en hâkim güç haline gelmişti.
Paylaşım kavgasında değişen dengeler, 1912’de başlayan Balkan savaşlarıyla kendini dışa vurdu. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın desteklediği Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan ittifakı Osmanlı’ya savaş açtılar ve 1913’te Osmanlı tümüyle Balkanlar’dan atıldı. Yüz binlerce Müslüman yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmıştı. Birkaç gün içinde evlerini ve yurtlarını terk eden Rumelili göçmenlerin Anadolu’ya gelişi, Müslüman ahali arasında duygusal fırtınalar estirdi ve öç alma duygusu yarattı. Mağdur olan Balkan muhacirleri, İttihat Terakki’nin de yönlendirmesiyle çeteler kurarak Rumlara ve Ermenilere karşı zulme giriştiler; nitekim bu baskılara dayanamayan 150-200 bin Trakya ve Anadolu Rum’u 1914 öncesinde ülkeyi terk etti. Ancak Yunanistan’a göç eden Trakyalı Rumlar da, kendilerine reva görülen mezalimin benzerini Batı Trakya’daki Müslümanlara uygulamaktan geri durmayacaklardı. Bu durum, arada kalan Rumeli Müslümanları ile Anadolu Rumlarının büyük sıkıntı çekmesine neden olmaktaydı ve esas büyük felâket daha sonra gelecekti.
Alman emperyalizmi, Osmanlı’nın “toprak bütünlüğünün” tutkulu bir savunucusuydu, zira o tüm iştahıyla büyük lokmayı tek başına yutma gayretindeydi. Balkanlar’dan sonra Ortadoğu ve Küçük Asya’nın İngiltere, Fransa ve Rusya’ya kaptırılması düşünülemezdi bile! İşte tam da bu noktada Alman emperyalizminin ve Osmanlı egemenlerinin politikaları ve çıkarları örtüşmekteydi. Osmanlı bürokrasisinin etkin parçasını oluşturan İttihat Terakki, 1911 Trablusgarp ve 1912 Balkan yenilgisinden sonra, ülkeyi gayrimüslimlerden arındırmaya, Osmanlı devletini Müslüman-Türk esasına dayanan bir temelde yeniden şekillendirmeye girişmişti. Bunun anlamı açıktı: ne pahasına olursa olsun Rumlar, Ermeniler ve genel olarak gayrimüslimler sürülüp atılacaklardı! Alman emperyalizmi, Rumların ve Ermenilerin tasfiyesini, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Osmanlı topraklarındaki dayanaklarının yok edilmesi olarak okuduğu için, İttihat Terakki’nin planlarını şiddetle desteklemekteydi. Öyle ki, halkları birbirine kırdırmak için Alman misyonerler, Rum, Ermeni ve Müslüman-Türk ahalinin iç içe yaşadığı bölgelerde milliyetçi bildiriler dağıtıyor ve Müslüman-Türkleri gayrimüslimlere karşı galeyana getirmeye çalışıyorlardı.
1914’te emperyalist savaşa Almanya’nın yanında katılan Osmanlı devleti, savaş ortamından yararlanarak söz konusu planlarını uygulamaya koydu ve Doğu’da Ermenilere, Batı’da ise Rumlara hücum başladı. Esas olarak Doğu Anadolu’da Rusya sınırında yaşayan ve bağımsızlıkçı örgütlenmelere sahip Ermeni halkının kırımdan geçirilmesi, İttihat Terakki liderliği için ilk tercih konumundaydı. Rumlar ise, zamana yayılan bir baskı ve şiddete maruz kaldılar. Hemen tüm Rum erkekleri Amele Taburlarına alınarak fiilen esir konumuna düşürüldüler, ağır koşullara ve işkencelere dayanamayan binlerce kişi hayatını kaybetti; askerden kaçan ya da askere gitmeyerek direnişe geçenler öldürüldü ve aileleri tehcir edildi. Çeteler ve kışkırtılan yoksul Müslüman halk gayrimüslimlerin üzerine salındı, yağmalar ve katliamlar sıradanlaştırıldı. Yoksul kitleleri kışkırtabilmek amacıyla, Müslüman köylünün yoksulluğunun müsebbibi olarak gayrimüslimler gösteriliyordu. Bu propaganda, 1915 Ermeni kırımında ve 1922 Rum pogromunda yoksul Müslüman Türk ve Kürt köylünün önemli bir rol üstelenmesine neden oldu. Netice itibariyle, o güne kadar sorunsuz ve hatta kendi deyimleriyle kardeşçe yaşayan halklar, kanlı-bıçaklı düşmanlar olarak karşı karşıya getirildiler.
1918’de Osmanlı savaşta yenildi. Versailles Anlaşmasıyla Almanya’nın kolunu kanadını kıran İngiliz, Fransız ve İtalyan emperyalistleri, Osmanlı’yı da kendi aralarında paylaşmışlardı. Ege’yi de içine alan Anadolu’nun bir bölümü ise Yunanistan’a bırakılmıştı. Anadolu içlerindeki toprakları da kapsayan ve başkenti İstanbul olan bir “Megali İdea” –büyük ülkü– hedefi güden Yunan burjuvazisi, bu amaç doğrultusunda, 1917’de İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin yanında savaşa girmişti. Yunanistan üzerinden Küçük Asya’yı kontrolü altında tutmak isteyen İngiliz emperyalizminin arzuları ile Yunan burjuvazisinin Megali İdea taşkınlığı birleşmişti. Nitekim 1919 baharında Yunan orduları İzmir üzerinden Anadolu’nun bir bölümünü işgal ettiler. İşgalle birlikte rüzgâr tersine dönmüş, Yunan ordusu Müslüman halka zulüm uygulamaya başlamış ve adeta roller değiştirilmişti. Gördüğü mezalimin ve Yunan milliyetçi propagandasının etkisinde kalan Rum ahali de Müslümanlara dönük baskıya ortak oluyordu.
Ne var ki, halkların kaderi hassas emperyalist dengelere bağlıydı ve nitekim dengeler çok kısa zamanda değişmişti. İngiltere ve Fransa, Yunanistan’dan desteklerini çekmiş ve 1917 Ekim Devrimiyle kurulan Sovyet iktidarına karşı, emperyalizmin uzak karakolu rolü biçilen Türkiye’nin bugünkü topraklar üzerinde varlığını sürdürmesini desteklemeye başlamışlardı. 1922’nin sonbaharında bozguna uğrayarak geri çekilmeye başlayan Yunan ordusu, 9 Eylülde İzmir’i terk etti. Lakin bu geri çekilme esnasında Yunan askerlerinin Müslümanlara, arkadan gelen Türk ordusunun ise Rumlara reva gördüğü zulüm, insan havsalasını zorlayacak cinstendir. Yunan ordusu, geri çekilişi esnasında Müslüman halkın yaşadığı bölgeleri yakıp yıkıyor, kadınlara tecavüz ediyor ve katliama girişiyordu. Arkadan gelen Türk ordusunun Rumlara karşı uyguladığı vahşet ise, Yunan ordusundan geri kalır değildi; üstelik Türk ordusu acılı Müslüman ahaliyi de kışkırtarak Rumların üzerine salmıştı. Bu sırada Afyon, Uşak, Kütahya, Konya ve hatta Kayseri’den yola çıkan Müslüman kitleler (200 bin civarında olduğu tahmin ediliyor) adeta “altına hücum” eder gibi, Rumların yaşadığı bölgelere saldırarak büyük bir yağmaya girişmişlerdir.
Birkaç gün içinde, katliamdan kaçan yüz binlerce Rum, Yunanistan’a geçmek umuduyla Karadeniz şehirlerinin ve İzmir’in limanlarına yığıldı. 13 Eylülde İzmir’de toplanan Rumların sayısı 300 bini geçiyordu. Rum halkını topraklarından bir an önce atabilmek için, Türkiye egemenleri hummalı bir çalışma yürütüyorlardı; bu maksatla, nüfusunun çoğunluğunu Rum ve Ermenilerin oluşturduğu İzmir, Türk birlikleri tarafından ateşe verildi ve kent yanıp kül oldu. Evlerini terk eden İzmirli Rumlar ve Ermeniler çaresizce gemilere sığınıyorlardı. Böylece çok değil, yirmi gün içerisinde yüz binlerce Rum, Anadolu topraklarını terk etmek zorunda kaldı. Dönemin Amerikan büyükelçisi, Yunanistan’a geçen göçmenlerin durumuna şöyle tanıklık yapıyordu: “750 bin insan birkaç hafta içinde Selanik, Atina ve diğer büyük Yunan adalarındaki limanlara sığır sürüsü gibi dökülmüştü”. 9 Eylül ile 15 Aralık arasında evini ve yurdunu terk edenlerin sayısı 900 bin dolaylarındaydı. 15-45 yaş arası binlerce erkek ise Anadolu’nun iç bölgelerinde inşaat ve yol yapımında çalıştırılmak üzere çalışma kamplarına sürülmüştü. Böylece daha Lozan’a gelmeden Rum halkının esas kütlesi topraklarından atılmış bulunuyordu; şimdi sıra, bu duruma uluslararası hukuk çerçevesinde bir kılıf bulmaya gelmişti.
II
İttihat Terakki ve onun devamcısı olan Kemalist liderlik, gayrimüslimlerin sürülmesi, sermayenin Türkleştirilmesi ve Müslüman-Türk esaslı homojen bir ulus-devletin kurulması yolunda büyük başarı elde etmişlerdi. Büyük bir kırımdan geçirilerek temizlenen Ermenilerden sonra Rumlar da fiili olarak tehcir edilmiş bulunuyordu. Bir daha geri dönmemeleri için, geride kalan Rumların ve hatta Ermenilerin de temizlenmesi gerekiyordu. İşte Lozan sürecinde meselenin bu kısmı da halledilecekti.
Fakat nüfusun homojenleştirilmesi ve arzulanmayan unsurların temizlenmesi konusunda Kemalist liderlik tek başına değildi; Yunanistan burjuvazisi de, aynı hedef doğrultusunda hareket ediyordu. Her iki ülkenin egemenleri daha bu konuyu 1914’te gündeme getirmiş ve İzmir civarındaki (Aydın vilâyeti) Rumlar ile Makedonya’daki Müslümanların mübadelesi için “sözlü” anlaşma sağlamışlardı. Ne var ki savaş patlamış ve süreç yarıda kesilmişti. Türk ve Yunan egemenleri emperyalist savaşta arzu ettiklerini elde edemeyecekler, ama savaşın doğrudan bir sonucu olarak, ulus-devlet yaratma hedefine ulaşacaklardı.
Henüz daha Yunan askerleri Anadolu’dayken ve savaş devam ediyorken Kemalist liderlik, emperyalist güçlerle zorunlu nüfus mübadelesi için pazarlığa oturmuştur. İngiliz dışişleri bakanı Lord Curzon ile görüşen Türk dışişleri bakanı Yusuf Kemal, Yunanistan ile 1914’te yapılan mukaveleyi hatırlatarak mübadele talebinde bulunur. Beri taraftan ise, emperyalist ülkelerin İstanbul’daki temsilcileri üzerinden konu gündeme getirilir: Anadolu’dan bütün Rum ve Ermeniler çıkartılmalıdır! Türk egemenlere göre, “Türkiye’yi, asırlardan beri kendisine zaaf sebebi olan, isyanlar yapan, ecnebi devletlere alet olan unsurlardan kurtarmak, yeksenak Türk yapmak en mühim şeydi.”[1] Bir milyona yakın Rum’u zaten tehcir etmiş bulunan Kemalist liderlik, geri kalan gayrimüslim nüfusu da temizlemek niyetindeydi ve buna Lozan’daki temel talepleri arasında yer vermekten geri durmadı. Kemalist liderliğe göre, “Türkiye Türklerindi!”
Belirttiğimiz üzere, Türk egemenler kadar, Venizelos liderliğindeki Yunan burjuvazisi de zorunlu nüfus mübadelesinden yanaydı. 13 Ekim 1922’de Milletler Cemiyeti Mülteciler Yüksek Komiseri Fridtjof Nansen’e bir telgraf çeken Venizelos, zorunlu mübadeleden yana olduklarını belirtiyordu. Nitekim Lozan’da zorunlu nüfus mübadelesini resmen ilk teklif eden taraf Yunanistan olacaktı. Aynı günlerde yaptığı bir konuşmada Venizelos şöyle demekteydi: “Büyük Yunanistan’ın yıkılmasından sonra [Anadolu’daki Yunan yenilgisini kast ediyor –U.K.], ülkemizin sınırlarını ancak Makedonya ve Batı Trakya’yı yalnız siyasi değil, etnik bakımdan da Yunan toprağı yaparak güçlendirebiliriz.”[2] Elbette bunun yolu Makedonya’da ve Batı Trakya’daki Müslümanları sürmekten, Türkiye’den gelen Rumları da onların yerine yerleştirmekten geçiyordu. Böylece Megali İdea hayali suya düşen Yunan burjuvazisi, mevcut topraklar üzerinde sermayesini gönül ferahlığıyla büyütebileceği, Küçük Asya felâketi üzerinden milliyetçiliği her daim diri tutabileceği homojen bir ulus yaratabilecekti.
“Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol”, 30 Ocak 1923’te Lozan’da imzalandı. Sözleşmenin üçüncü maddesi 1912’de göç edenlere kadar uzanıyor ve Eylül 1922’de canhıraş bir şekilde ülkeyi terk eden bir milyona yakın Rum’un zorunlu mübadil sayılması resmileştiriliyordu. Fakat daha da önemlisi, sözleşmenin birinci maddesiyle göç edenlerin topraklarına dönmesinin önüne geçiliyordu: “Bu kimselerin hiçbiri, Türk hükümetinin izni olmadıkça Türkiye’ye ya da Yunan hükümetinin izni olmadıkça Yunanistan’a dönerek orada yerleşemeyeceklerdir.” Yani yerini ve yurdunu terk eden Rum ve Müslüman halkın bir daha eski topraklarına dönmesi kesinkes yasaklanıyordu. Zorunlu mübadeleyle toplamda, Türkiye’den Yunanistan’a 1 milyon 200 bin Rum, Yunanistan’dan Türkiye’ye ise 400 bin Müslüman göç ettirilmiş bulunuyordu. Buna karşın, çeşitli etmenlerden ötürü İstanbul’daki 100 bin Rum-Ortodoks ile bu sayıya denk düşen –110 bin– Batı Trakya’daki Müslümanlar mübadele dışında tutulmuşlardı. Türkiye egemenleri açısından yapılan etnik temizlik muazzamdı, 1914’ten önce Türkiye’nin bugünkü sınırları içinde yaşayan her beş kişiden biri, yani %20’si gayrimüslimdi; lakin savaştan sonra bu oran kırkta bire, yani %2,5’a düşmüştü.
Belirtmek gerekiyor ki, timsah gözyaşlarına rağmen, değişen uluslararası siyasal konjonktürden ötürü zorunlu mübadeleyi emperyalist güçler de desteklemekteydiler. Lozan’ın mimarlarından Lord Curzon’a göre, zorunlu mübadeleyle her iki ülkenin de nüfusu homojenleştirilmiş ve sözümona barış sağlanmıştır! Hangi barış, kimin barışı? Yüzyıllardır bir arada, iç içe yaşayan halkları birbirine düşman eden, paylaşım savaşına giren Türk ve Yunan egemenlerinin barışı! Barıştan onca söz edenler nedense Rum ve Müslüman halkın taleplerini dikkate almamışlardır. Oysa yüz binlerce Rum ve Müslüman mübadeleye karşıydı ve katliamdan kaçan Rumlar da evlerine dönmek niyetindeydiler. Örneğin Makedonya, Teselya, Epirus ve Batı Trakya bölgelerinde yaşayan Müslüman halkın liderleri, İstanbul’da görüştükleri Milletler Cemiyeti’nin temsilcilerine, mübadeleye karşı olduklarını iletmişlerdi: “…lütfen bu mübadele fikrinden vazgeçin. Biz yüzyıllardır Yunanlı kardeşlerimizle birlikte yaşıyoruz. Bizim cami ve okullarımıza karışmıyorlar. Biz de Yunanlılarla eşit statüdeki vatandaşlar olarak yaşıyoruz. Ne olur bizi yerimizden, yurdumuzdan oynatmayın; komşu ve arkadaşlarımızdan ayırmayın.”[3]
Yunanistan’daki Müslümanlar gibi, Türkiye’de yaşayan ve Türkçe konuşan Karamanlı Rum-Ortodokslar ve Girit adasında yaşayan, ama Yunanca konuşan Müslümanlar da mübadeleye karşıydılar. Sadece Türkçe konuşan Karamanlı Rum-Ortodoksların sayısı 400 bin civarındaydı, Yunanistan karasında ve Girit adasında yaşayan Müslümanlar da eklenince sayı 800 bini geçmekteydi. Ne var ki, emperyalistler ve Türk-Yunan egemen güçleri halkların sesini duymaya niyetli değillerdi. Türk ve Yunan egemenlerine göre, eğer zorunlu mübadele yapılmasaydı Rumlar ile Müslümanlar karşılıklı olarak etnik temizliğe girişecek ve kan akmaya devam edecekti. Oysa mübadele için sunulan bu gerekçe, tam da her iki tarafın kendi hedeflerine ulaşmak için arzuladığı ve halkları karşı karşıya getirmek amacıyla giriştikleri politikaların dolaylı yoldan itirafından başka bir şey değildir. Gerek Rumlar gerekse Müslümanlar, onca acı çekmiş olmalarına karşın, savaş öncesi dönemden muhabbetle söz etmekteydiler. Şu örnek her iki halkın ortak duygusunun bir ifadesidir: “Biz onlarla kardeş gibi geçiniyorduk. Onların dini bayramlarını kutlardık. Onlar da bizim dini bayramlarımız geldiğinde bizi kutlarlardı; meyve ve yiyecek yollarlardı.”[4]
Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen, Rum ve Müslüman halklar arasındaki dostluk, mübadele sürecinde de sürmüştür: “1922’de, gitmeye hazırlanırken Türkler ağlayarak «gitmeyin, sizi saklayacağız, sizi koruyacağız» diyorlardı. «Geçer, düzelecek» diye ekliyorlardı. Türkler bizi severdi, beraber çok iyi yaşardık. Fakat bütün nefreti Jön Türkler getirdi.”[5] Rum mübadillerin bu anlatısının benzerlerini, Yunanistan’dan gelen Müslümanlar da anlatmaktaydı: “[Türkiye’den] gelen Rumlar evlerimize yerleşti. Odalarımızı paylaştık. Ama onlar iyi insanlardı. Birbirimize yardımcı olduk. Biz yemek yapar onlara verirdik. Onlar yapınca da bize verirlerdi. Bizim eve bir tane erkek geldi. Gerisi hep çoluk çocuktu… Bir yıl beraber kaldık. Çok ısındık birbirimize.”[6] Türkiye’den giden Rumlar ile Lozan sözleşmesi sonrasında Yunanistan’dan göç eden Müslümanlar, bir yıl yan yana, aynı evlerde yaşamalarına rağmen, aralarında bir sorun çıkmamıştı; her iki halk da çektiği tüm acılara karşın düşmanlık gütmemekteydi.
Mübadiller her iki ülkede de büyük sıkıntı ve çile çekmişlerdir. Rum mübadiller Yunanistan’da “Türk dölü”, “yoğurtla vaftiz edilenler”, “Şarklılar” biçiminde hakarete uğrayıp dışlanırken, Türkiye’ye gelen Müslümanlar ise, en yaygın aşağılama ifadesi olan “gâvur” damgasını yiyorlardı. Lakin Türkçe konuşan Rumlar ile Yunanca konuşan Müslümanların durumu daha bir zordu. Köklerinden sökülüp atılan bu halklar, Türkiye’de ve Yunanistan’da konuşulan dili anlamıyor, kendi dillerinin dışında, Türkçe ve Yunanca konuşmaya zorlanıyorlardı. Yunanistan’da ve Türkiye’de egemen güçler, toplumu tepeden aşağıya dönüştürmeye ve homojenleştirmeye, kendi çıkarları doğrultusunda yekpare bir ulus yaratmaya yeminliydiler. Her iki ülkenin parlamento kürsülerinden, Türkçe konuşan Rumlar ile Yunanca konuşan (Türkiye söz konusu olunca, istenmeyen diller arasına Arnavutça, Boşnakça, Çerkezce, Gürcüce, Lazca, Kürtçe vb.’yi de eklemek gerekiyor) Müslümanlardan adeta şeytanmışlar gibi söz edilmekteydi; bunlar, Türk veya Yunan milli kimliğinin oluşmasına büyük zarar veriyorlardı ve gereken yapılmalıydı!
Toplumu tepeden homojenleştirmek için Yunanistan’da Rum mübadiller üzerinde muazzam bir baskı kuruldu, asimilasyonu hızlandırmak amacıyla okullar açıldı ve Türkçe konuşan Rumların gece okullarından mezun olması zorunlu kılındı. Baskının düzeyi, Rum mübadillerin saz çalıp zeybek türküleri söylemesinin yasaklanmasına kadar varacaktı. Yunanistan’a göre daha kozmopolit bir yapıya sahip olan Türkiye’de, toplumun tepeden dönüştürülmesi, çok daha baskıcı bir niteliğe büründü. Geliştirilen “Güneş Dil Teorisi”yle neredeyse dünyadaki tüm halkların Türk olduğu ve çıkış noktalarının da Orta Asya olduğu iddia edilmekteydi. Elbette bu gülünç iddiaya kimse kanmamaktaydı; ne var ki, bir taraftan okullarda sürdürülen milliyetçi ideolojik bombardımana, öte taraftan resmi ve fiili cebir eşlik etmekteydi. Duvarlara “Vatandaş Türkçe Konuş” levhaları asılarak psikolojik baskı diri tutulmakta ve Türkçe konuşmayanlara para cezası kesilmekteydi.
Gerek Yunanistan’da gerekse Türkiye’de mübadiller ve göçmenler yoğun baskıdan kurtulabilmek ve toplumda kabul görebilmek için, dine ve milliyetçiliğe sarılmış ve genç kuşaklara köklerini unutturmaya çalışmışlardır. Örneğin, Girit’ten gelen ve Yunanca konuşan Bektaşi-Alevi inancındaki Müslümanların Sünni-İslam inancını kabul etmeleri bunun bir göstergesidir. Lakin her şeye rağmen, Rum ve Müslüman mübadiller uzun yıllar asimile edilememiş, terk ettikleri yurtlarını özlemle anmışlardır.
III
Gayrimüslim halkların temizlenmesi ve toplumun tepeden homojenleştirilmesi projesinin ana gövdesini sermayenin Türkleştirilmesi oluşturmaktaydı. Bu hedef doğrultusunda, İttihat Terakki’nin Ermeni kırımıyla açtığı yoldan Kemalist liderlik ilerlemiş ve Rumların temizlenmesiyle sermayenin Türkleştirilmesi büyük ölçüde tamamlanmıştır. Geriye küçük vuruşlarla hallolabilecek noktalar kalmıştır ki, 1930’larda uygulanan incelikli politikalarla, İkinci Dünya Savaşı sırasında çıkartılan ünlü Varlık Vergisiyle ve 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla süreç tamamlanmıştır.
Kapitalizmin gelişmesiyle çözülmeye başlayan Osmanlı devletinde, sanayi, ticaret ve zanaat gayrimüslimlerin elindeydi. İstanbul, İzmir, Trabzon, Samsun, Adana, Antep ve Erzurum gibi gelişmiş şehirlerde sermaye esas olarak gayrimüslimlerin elinde yoğunlaşmış bulunuyordu. Celal Bayar, bu durumu meclis kürsüsünden şöyle özetliyordu: “Gidenler ekseriyet itibariyle esnaf ve tüccar, gelenler ekseriyet itibariyle rençberdirler. Efendiler gelenlerin ekseriyeti azamisi [büyük çoğunluğu] köylüdür, gidenlerin ekseriyeti azamisi şehirlidir”.[7] Henüz İstanbul’un işgal altında olduğu 1922’de yapılan bir araştırmaya göre, ithalat ve ihracatla uğraşan Müslüman-Türk unsurunun oranı %4 civarındaydı. Limanlar, yabancı şirketlerin temsilciliği, bankalar ve sigorta şirketleri nerdeyse tümüyle gayrimüslimlerin elindeydi. Tüm bunlar göz önüne alındığında, Ermeni kırımının ve Rum tehcirinin neden yapıldığı ve Türk burjuvazisinin ilk sermaye birikimini nasıl sağladığı daha iyi kavranacaktır.
Ermeni ve Rum mallarının bir kısmına yağmaya ortak edilen köylüler el koymuştur. Balkanlar’dan gelip de Rumların terk ettiği evlere yerleştirilen muhacirler gördükleri manzara karşısında dehşete düşmüşlerdir; zira evler kapı ve pencerelerine değin yağmalanmış durumdaydı. Ancak gayrimüslimlerin mallarına esas itibariyle el koyanlar, gelişmekte olan Türk burjuvazisi, yerel eşraf ve devlet bürokrasisidir. Öyle ki, subayların maaşları bile, Emvâl-i Metruke olarak adlandırılan Rum mallarıyla ödenmiş ve onlardan bir kısmı eski mobilya ticaretine başlamıştır. Sanayi işletmelerine, ticarethanelere, zanaatçı dükkânlarına, zeytinliklere ve zeytinyağı fabrikalarına, şarap ve içki damıtma tesislerine, tarıma elverişli tarlalara ve bağların tamamına el koyan Türk burjuvazisi kendisini “milli tüccar” olarak adlandırmaktaydı. Kemalist cumhuriyet, vurgunla ilk sermaye birikimini sağlayan burjuvaziyi geliştirmek ve güçlendirmek için tüm imkânları seferber etmiş bulunmaktaydı. Devlet ihaleler açıyor ve “milli burjuvazi”ye oluk oluk para akıtıyordu.
Sermayenin Türkleştirilmesi 1930’lar boyunca devam etti. Kanunlarda yapılan değişikliklerle İstanbul’daki binlerce zanaatçı Rum işyerini ve işini kaybetti. Osmanlı’da modern işçi sınıfının ana gövdesini Rumlar ve Ermeniler oluşturmaktaydı. Daha kalifiye oldukları için, pek çok işte gayrimüslim işçiler çalışmaktaydı. Zamanla Rum ve Ermeni işçilerin işine son verildi, yabancı şirketlere, çalıştırdığı işçilerin %75’inin Müslüman-Türk olması zorunluluğu getirildi. Böylece özellikle demiryollarında ve en gelişmiş sanayi kollarında çalışan ve mücadele geleneğine sahip olan gayrimüslim işçiler temizlenerek, Müslüman-Türk işçilerin arasında sınıf bilincinin gelişmesinin önüne büyük engeller konuldu.
Ne var ki, sermayenin Türkleştirilmesi sürecinde İstanbul, hâlâ tam anlamıyla “fethedilebilmiş” değildi. O yıllarda CHP’nin hazırladığı “Azınlıklar Raporu”nda, “Rumlar için esaslı tedbir alınması gereken yerimiz İstanbul’dur” denmekteydi. II. Dünya Savaşının hengâmesinden yararlanan burjuvazi, bu amaç doğrultusunda 1942 yılında Varlık Vergisini devreye soktu. Mecliste yaptığı konuşmada, Başbakan Şükrü Saraçoğlu şöyle demekteydi: “Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.”[8] Varlık Vergisiyle sadece Rumlara değil Yahudilerin de içinde yer aldığı gayrimüslimlere önemli bir darbe indirildi. Ancak hâlâ alınması gereken yol vardı ve 1955 yılındaki 6-7 Eylül saldırısıyla esas nokta konacaktı.
Adapazarı, Sivas, Trabzon, Kastamonu ve Erzincan’dan getirilen güruh, Yunanlıların Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evi bombaladığı yalanı eşliğinde, Rum ahalinin üzerine salındı. İki gün boyunca Beyoğlu ve adalardaki evler ve işyerleri yakılıp yıkıldı ve yağmalandı. Her zamanki gibi, olay komünistlerin üzerine yıkıldı. Oysa tam 40 yıl sonra, Özel Harp Dairesinde çalışan ve MGK Genel Sekreterliği yapan emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu şöyle diyecekti: “6-7 Eylül olayları Özel Harp Dairesi işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.” Gerçekten de 6-7 Eylül saldırısı hedefine ulaşmıştı. Olaylardan sonra, sayıları iyice azalmış olan Rumlar ve gayrimüslimler ülkeyi terk ettiler. Devam eden yıllarda, Lozan’da idari özerklik tanınan, ama uygulanmayan Bozcada ve Gökçeada’nın Rumları da evlerini ve yurtlarını terk ettiler. Böylece mübadeleden sonra Türkiye’de kalan 100 binin üzerindeki Rum da sürülmüş ve geriye bir kaç bin kişi kalmıştır.
IV
Emperyalistlerin, Türk ve Yunan egemenlerinin çıkar kavgalarından ötürü Rum ve Müslüman halklar tarihin en büyük trajedilerinden birini yaşamışlardır. Osmanlı’dan Türkiye’ye geçiş sürecinde İttihat Terakki ve Kemalist liderlik, arzuladıkları doğrultuda, gayrimüslimleri temizlemiş, sermayeyi Türkleştirmiş ve toplumu tepeden homojenleştirerek ulus-devletlerini yaratmışlardır. Belki tek istisnayı Kürt halkının asimile edilememesi oluşturmaktadır. Ancak burjuva devlet, Kürt halkına karşı sürdürdüğü 85 yıllık inkâr ve imha politikasından da vazgeçmiş değildir. Her demokratik talebi, “bölünme” paranoyasıyla karşılamakta, gerek ezilen halklara gerekse işçi sınıfına göz açtırmamaktadır. Bunun nedeni, tam da kurulan Türk ulus-devletinin üzerinde yükseldiği geçmiş zemindir; bu geçmişte acı, gözyaşı, halkların zorla sürülmesi ve kalanların baskı altına alınması, dillerinin yasaklanması, tepeden aşağıya Türk ulus kimliği içinde eritilmesi vardır. Kısacası bu geçmişte, halkların gönüllülüğe dayalı rızası yoktur. İşte bundan dolayı da Türk egemen güçleri sürekli bir bölünme paranoyası yaşamaktadırlar; birkaç bin Rum ya da birkaç on bin Ermeni gülünç biçimde tehlike olarak görülmekte ve Hrant Dink gibi aydınlar katledilebilmektedir.
Bu konu devrimci işçi sınıfını yakından ilgilendirmektedir. Burjuvazi kendi kanlı geçmişine işçi sınıfını da ortak etmeye, yükselttiği milliyetçilikle kitleleri ezilen halklara karşı düşman yapmaya çalışmaktadır. Oysa işçi sınıfının, burjuvazinin ne kanlı geçmişine ortak olmakta ne de demokratik hakları için mücadele eden Kürt halkına düşman olmakta bir çıkarı vardır.
--------------------------------------------------------------------------------
[1]Ayhan Aktar’ın Ege’yi Geçerken: 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi derlemesi içindeki makalesi, der: Renêe Hirschon, Bilgi Üniversitesi Yay., s.135
[2] Elisabeth Kontogiorgi’nin Ege’yi Geçerken derlemesi içindeki makalesi, s.92
[3] Ayhan Aktar’ın Yeniden Kurulan Yaşamlar: 1923 Türk Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi derlemesi içindeki makalesi, der: Müfide Pekin, Bilgi Üniversitesi Yay., s.60
[4] Ayşe Lahur Kırtunç’un Yeniden Kurulan Yaşamlar derlemesi içindeki makalesi, s.196
[5] Renêe Hirschon’un Yeniden Kurulan Yaşamlar derlemesi içindeki makalesi, s.11
[6] Ayhan Aktar, Ege’yi Geçerken içinde, s.129
[7] Ayhan Aktar, Ege’yi Geçerken içinde, s.139
[8] Faik Ahmet Barutçu, Siyasi Anılar 1939-1954, Milliyet Yay., s.263
alıntıdır..
29 Mayıs 2010 Cumartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder