28 Kasım 2010 Pazar
Girit Dosyalar: Kanlı kan davaları ve Organize Suçlarla Mücadele ...
Yunanlılar için, Girit adası manzaralı bir tatil yeri olduğu düşünülmektedir - Akdeniz'in özellikle döşek tarafından izole olsa. Bu büyük bir tarihi ve eşsiz bir polimorfik manzara ile bir adadır. kızken bir, ben yaz biri. orada oluştu hatırlıyorum işitme hikayeler şeylerin şaşırtıcı ve alışılmadık gariplik ve sakinlerinin Girit, ben aile Ierapetra ile benim kasabası uykulu ziyaret etti. Yunan standartlarına göre bile - Hatırladığım gibi, Giritliler yemek pişirmek için bir yetenek ile bir tür ve misafirperver insanlardı. Onlar gitmek Giritliler gelenekleri tutmak eski moda sevimli dostlar, olduğu Yunanistan'da biliniyor. çok (ben Girit ziyaret sadece 5 olduğuna inanıyorum) Genç olmak, biraz ilgi ile merak vardı neden bu kadar siyah tamamen giyinmiş Giritliler çok. tüm adaya sürekli bazı tarifsiz trajedi sancıları içinde tuzağa düşürüldü Sanki oldu. Bir çocuksu emin olmak için sandım, ama Girit gerçekten daha fazla bir hayal olabilir daha trajik olduğunu gördük.
Ben büyüdüm üniversite için sol ve Girit ve benim çocukluk fantezilerini yerini tüm unuttu. Ben Atina'da yüksek öğrenim için yerli adadan göç Girit öğrenciler, büyük bir tanışıncaya kadar bu idi. Tabii ki, vb köylüler "onlar kendi gömlek gibi kendi silahları", onlara iman nerede, "hayır polis ayak takımları" hangi Yarı şaka (kesinlikle abartılı olsa da), bu Giritliler genellikle ada çapında dağ köylerinin konuşmak istiyorsunuz, bu hikaye tür anakronizm bir şekilde çok sayıda ve benim gençlik Girit bir şey dinlenmiş hikayeleri ile iyi gider. Ben zaten kan davaları olarak bilinen durum var, misilleme de oldu farkında. Hikayeler ama birçok hep aynı çekirdek etrafında dönüyordu vardı; birisinin oğlu / baba yanlışlıkla bir av ya da düğün kaza vuruldu / kardeşim. misilleme ve karşı misilleme bir daire, bu noktadan itibaren başlayacaktı. Bu kan davaları bazıları yıl sürecek - ilk olay unutulmuş olmuştu uzun zaman sonra - katliam anlamsız bir geleneğin gelecek nesillere bırakarak.
Hikayenin düğün sürümü en sık Girit'te bilinmektedir. Giritliler erken saatlerine kadar müzik ve dans patlatma,
büyük bir şölen ile düğün kutlamak eğilimindedir. Böyle durumlarda, Giritliler genellikle havada silahlarıyla ateş. biraz fazla kaçak içki rakı ve sayısız domates köfte sonra, o serseri kurşunlar arazi değil güvenle sadece doğaldır. Yunanistan'da, böyle talihsiz kazalar haber akşam saat 8'de vardır değil nadir duymak hakkında. Ancak Girit orada yan başka, sözü edilen silahlar rol ölümcül bir daha belirgin (gerçi eşit). Dediğim gibi, benim Girit arkadaşlar, ama çoğu zaman abartılı kendi hikayelerini ise özünde Girit, birkaç dağ köylerinde, nüfusu esrar büyür. Uzakta polislerin snooping'i gözlerinden, bu şehirlerde köylüler her iki ağır silahlı ve yasadışı sanayi savunmak için hazırlanmıştır.
Bunu bilerek, aşağıdaki hikaye sürpriz bir olarak gelmelidir değil: Bu ayın başlarında 5 Kasım, bir Yunan polis konvoyu dağlar Giritli Zoniana içindeki Köyü üzerinden devriye onların karar doğrudan. Ki, bu polis (yukarıda bahsettiğim gibi) en az beş ya da altı köy uzakta oldukları, ana yoldan da kapandı gibi içinde hiçbir polis yerel bir polis karakoluna olmazdı ... kesinlikle ayak basmış olacak bir yer konuşlu edildi söylemek için onların süslü arabalar, mermi bir fırtına aniden her yönden onların üzerine yağmur başladı! Bir düzine köylüler ve dağlar arasında stratejik yerlerde gizli idi onlar polis benekli girmez ateş açmıştı. kendilerini savunmak için teşebbüs olmasına rağmen, polis kısa süre sonra nedeni yararsızlığını gerçekleştirilen ve kapalı hızlandırdı - ama sadece erkekler birkaç içlerinden bir tanesi başından vurulduktan sonra kritik durumdadır, yaralandı sonra.
modern AB ülkesi hala köylerde (benim dil bahane) Luben bu tür olabilir, Bölge Savcısı köyün tam bir arama ve çevresinde sipariş nasıl olarak televizyonda sürekli tartışma iki hafta sonra. Bugüne kadar köylerde polis baskınları hatta bazen 70 kişilik bir kuvvet ile sabittir. Sayısız esrar bitkiler sorguya davet edilmektedir yasadışı silah (dahil Kalaşnikof tüfek mağaza) ve köylülerin onlarca ordularını birlikte sonraki baskınlarda el konulan edilmiştir. Bugün itibarıyla, polis uyuşturucu-kara para aklama ile mücadele kadar yasadışı faaliyet çete lideri olduğu düşünülen altı erkekler üzerinde dikkatlerini duruluyor, ancak söz konusu gelişmelerin sürekli olarak ortaya çıkıyor.
Ben bu olayların çok ilginç buluyorum ... Gözlerimi önünde gelişen üniversite arkadaşlarından öğrenmiş bir şey söyledi. Bununla birlikte, önemli bir soruyu göz ardı edemeyiz pozlar, ben bir şey yıldır Girit'te devam etmektedir yasadışı bilseydi, öyle değil de biliyorum polis? Bu durumda çok daha fazla aile içi şiddetle tipik konularda daha ciddi olduğunu ve polisin katılım olasılığını indirim değil - bir şey Helenistik yetenek ile mafya tarzı organize suç çizgisinde. Nasıl sadece bu son vermek bir karar verdi ve polis biliyordu ne oldu olacak herhangi bir farklı daha bir durumda yerlerde böyle varsaymak gibi Napoli ve Sicilya gibi yerlerde, biri varsa? Sahne büyür organize suçlarla onu göndermek neden polis bir avuç? Köylüler kendilerine rüşvet yüzünden ... Ya da belki gerçekten habersiz idi Belki de operasyon gücünü hafife vardı ... Belki de kızgın idi. Ben senaryo çok çok aklı başında ve dengeli bir sonuca ulaşmak için vahşi çoktur ki korkuyorum. Ancak, bu önemli bir soru ve ben birçok gazeteci ve polis yetkilileri, kendilerine bu soruyu sormaya başlıyor söylemek için çok memnunum. Biz hafta önce bile bu olmalı unutma, önceden ... polis kelime orada birinin of Zoniana köylüleri uyardı polis vardı içinde devriye [yavaş, karanlık müzik fading ...] * Ilektra Mandragou mezunu bir Endüstri Ürünleri Tasarımı öğrenci ve harmonicminor.com için Kıdemli Helenistik Ataşesi.
Ilektra Girit-Kandiya üniversitesinden mezundur, bu makalesini kendisine ait olan bloğundan aldım.
Ancak; Gördüğünüz gibi çeviri ham haliyledir...
Alıntı
Ben büyüdüm üniversite için sol ve Girit ve benim çocukluk fantezilerini yerini tüm unuttu. Ben Atina'da yüksek öğrenim için yerli adadan göç Girit öğrenciler, büyük bir tanışıncaya kadar bu idi. Tabii ki, vb köylüler "onlar kendi gömlek gibi kendi silahları", onlara iman nerede, "hayır polis ayak takımları" hangi Yarı şaka (kesinlikle abartılı olsa da), bu Giritliler genellikle ada çapında dağ köylerinin konuşmak istiyorsunuz, bu hikaye tür anakronizm bir şekilde çok sayıda ve benim gençlik Girit bir şey dinlenmiş hikayeleri ile iyi gider. Ben zaten kan davaları olarak bilinen durum var, misilleme de oldu farkında. Hikayeler ama birçok hep aynı çekirdek etrafında dönüyordu vardı; birisinin oğlu / baba yanlışlıkla bir av ya da düğün kaza vuruldu / kardeşim. misilleme ve karşı misilleme bir daire, bu noktadan itibaren başlayacaktı. Bu kan davaları bazıları yıl sürecek - ilk olay unutulmuş olmuştu uzun zaman sonra - katliam anlamsız bir geleneğin gelecek nesillere bırakarak.
Hikayenin düğün sürümü en sık Girit'te bilinmektedir. Giritliler erken saatlerine kadar müzik ve dans patlatma,
büyük bir şölen ile düğün kutlamak eğilimindedir. Böyle durumlarda, Giritliler genellikle havada silahlarıyla ateş. biraz fazla kaçak içki rakı ve sayısız domates köfte sonra, o serseri kurşunlar arazi değil güvenle sadece doğaldır. Yunanistan'da, böyle talihsiz kazalar haber akşam saat 8'de vardır değil nadir duymak hakkında. Ancak Girit orada yan başka, sözü edilen silahlar rol ölümcül bir daha belirgin (gerçi eşit). Dediğim gibi, benim Girit arkadaşlar, ama çoğu zaman abartılı kendi hikayelerini ise özünde Girit, birkaç dağ köylerinde, nüfusu esrar büyür. Uzakta polislerin snooping'i gözlerinden, bu şehirlerde köylüler her iki ağır silahlı ve yasadışı sanayi savunmak için hazırlanmıştır.
Bunu bilerek, aşağıdaki hikaye sürpriz bir olarak gelmelidir değil: Bu ayın başlarında 5 Kasım, bir Yunan polis konvoyu dağlar Giritli Zoniana içindeki Köyü üzerinden devriye onların karar doğrudan. Ki, bu polis (yukarıda bahsettiğim gibi) en az beş ya da altı köy uzakta oldukları, ana yoldan da kapandı gibi içinde hiçbir polis yerel bir polis karakoluna olmazdı ... kesinlikle ayak basmış olacak bir yer konuşlu edildi söylemek için onların süslü arabalar, mermi bir fırtına aniden her yönden onların üzerine yağmur başladı! Bir düzine köylüler ve dağlar arasında stratejik yerlerde gizli idi onlar polis benekli girmez ateş açmıştı. kendilerini savunmak için teşebbüs olmasına rağmen, polis kısa süre sonra nedeni yararsızlığını gerçekleştirilen ve kapalı hızlandırdı - ama sadece erkekler birkaç içlerinden bir tanesi başından vurulduktan sonra kritik durumdadır, yaralandı sonra.
modern AB ülkesi hala köylerde (benim dil bahane) Luben bu tür olabilir, Bölge Savcısı köyün tam bir arama ve çevresinde sipariş nasıl olarak televizyonda sürekli tartışma iki hafta sonra. Bugüne kadar köylerde polis baskınları hatta bazen 70 kişilik bir kuvvet ile sabittir. Sayısız esrar bitkiler sorguya davet edilmektedir yasadışı silah (dahil Kalaşnikof tüfek mağaza) ve köylülerin onlarca ordularını birlikte sonraki baskınlarda el konulan edilmiştir. Bugün itibarıyla, polis uyuşturucu-kara para aklama ile mücadele kadar yasadışı faaliyet çete lideri olduğu düşünülen altı erkekler üzerinde dikkatlerini duruluyor, ancak söz konusu gelişmelerin sürekli olarak ortaya çıkıyor.
Ben bu olayların çok ilginç buluyorum ... Gözlerimi önünde gelişen üniversite arkadaşlarından öğrenmiş bir şey söyledi. Bununla birlikte, önemli bir soruyu göz ardı edemeyiz pozlar, ben bir şey yıldır Girit'te devam etmektedir yasadışı bilseydi, öyle değil de biliyorum polis? Bu durumda çok daha fazla aile içi şiddetle tipik konularda daha ciddi olduğunu ve polisin katılım olasılığını indirim değil - bir şey Helenistik yetenek ile mafya tarzı organize suç çizgisinde. Nasıl sadece bu son vermek bir karar verdi ve polis biliyordu ne oldu olacak herhangi bir farklı daha bir durumda yerlerde böyle varsaymak gibi Napoli ve Sicilya gibi yerlerde, biri varsa? Sahne büyür organize suçlarla onu göndermek neden polis bir avuç? Köylüler kendilerine rüşvet yüzünden ... Ya da belki gerçekten habersiz idi Belki de operasyon gücünü hafife vardı ... Belki de kızgın idi. Ben senaryo çok çok aklı başında ve dengeli bir sonuca ulaşmak için vahşi çoktur ki korkuyorum. Ancak, bu önemli bir soru ve ben birçok gazeteci ve polis yetkilileri, kendilerine bu soruyu sormaya başlıyor söylemek için çok memnunum. Biz hafta önce bile bu olmalı unutma, önceden ... polis kelime orada birinin of Zoniana köylüleri uyardı polis vardı içinde devriye [yavaş, karanlık müzik fading ...] * Ilektra Mandragou mezunu bir Endüstri Ürünleri Tasarımı öğrenci ve harmonicminor.com için Kıdemli Helenistik Ataşesi.
Ilektra Girit-Kandiya üniversitesinden mezundur, bu makalesini kendisine ait olan bloğundan aldım.
Ancak; Gördüğünüz gibi çeviri ham haliyledir...
Alıntı
27 Kasım 2010 Cumartesi
Ayhan Aktar...PAPAZ BÜYÜSÜ...
Bundan yaklaşık 85 yıl önce, Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi yapıldı. 30 Ocak 1923 tarihinde Lozan’da “Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” olan uluslararası antlaşma imzalandı. İsmet Paşa ve Venizelos’un imzaladıkları bu antlaşma ile yaklaşık 1.200.000 Anadolu Rumu ile 400.000 Rumeli Müslümanı değiştokuş edildi.
9 Eylül 1922 günü Türk süvarileri İzmir’e girdiği zaman, işgalci Yunan ordusu Çeşme tarafından gemilere binerek Anadolu’yu terk ediyordu. Korku içindeki Anadolu Rumları ise limanlarda toplanmışlardı. Dört ay içinde yaklaşık 900.000 kişi Ege sahillerinden gemilerle ve Trakya’daki Rumlar ise yürüyerek sınırı geçip Yunanistan’a sığındılar. 1922 yılının aralık ayında yaklaşık 900.000 Anadolu Rumu o yıllarda nüfusu 4,5 milyon civarında olan Yunanistan’a sığınmıştı. Atina’da sefalet vardı. İnsanlar yollarda dileniyor ve sokaklarda yatıyorlardı. Selanik’teki Kızılhaç yetkilisi bu rezilliğe dayanamayanların intihar ettiğini merkeze yazıyordu.
Rumeli Müslümanlarının Türkiye’ye gelişi 1923 yılının sonunda başlamış ve bir yıl devam etmişti. Türkiye’ye gelen mübadiller de kendilerine verilen kapı-penceresi sökülmüş ve kiremitleri bile yağmalanmış evlerde yeni bir hayat kurabilmek için çok uğraştılar. Mübadelenin iki ulus-devletin onayı ile ve isteği ile gerçekleşmiş olması, yapılan işin ne kadar acımasız ve gayrı insani olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Ege’nin iki yakasında yüzbinlerce insanın köklerinden koparılmasıyla gerçekleşen mübadele hem Yunanistan’a yollanan Anadolu Rumlarının hem de Türkiye’ye gelen Rumeli Müslümanlarının zihninde bir takım tortular bıraktı. Mübadiller doğdukları yerleri hatırlarken, torunlarına oradaki hayatlarını biraz ballandırarak anlattılar.
Benzer bir süreç Kıbrıs’ta yaşandı. 1974’den sonra güneye sürülen bir Kıbrıslı Rum bana şunları anlatmıştı: “Babam Girne’deki evimizi öyle bir anlatırdı ki ben orayı saray sanırdım. Babam doğduğu evi sayıklayarak öldü. 2004’te kapılar açıldıktan sonra annemle birlikte Girne’ye gittik. Babamın evi, kulübeden hallice bir evdi. Kendimi aldatılmış hissettim!”
Sadece evler değil, hayat tarzı ve zenginlik konusu da biraz mübalağa edilir. İnsanlar, doğdukları yerleri anlatırken dilin kemiği kaybolur. Şirazesinden çıkan duygusallık, mecburi mübadelenin sonucudur. Geçen hafta Radikal’de okuduğum bir haber şöyle:
“Türk ve Yunan 20 ‘hissedar’, Urla’nın Yağcılar Köyü’nde Müze Müdürlüğü, Maliye ve Jandarma gözetiminde 400 kilo altın ve paraları arıyor! Muskacı bir hocanın yol göstericiliğinde yürütülen kazılarda, ‘altınlar papaz büyüsüyle 41 yılda bir yer değiştirdiği için’ henüz bir sonuç alınamadı. Ama hissedarlar kararlı. Osmanlı döneminde Rumların yaşadığı Yağcılar Köyü’nü son beş yılda pek çok Yunanlı ziyaret etti. Gelen ailelerden biri, 2008’in eylül ayında Sabancı ailesinin satışa çıkardığı eve talip oldu. Geçmişte bir papaza ait olan eski püskü boş evle hepi topu 100 metre karelik bahçeye 150 bin TL teklif edilmesi şüphe çekti. İddiaya göre hissedarlar ‘Vazgeçtik, satmıyoruz’ deyince Yunanlı taliplerin dili çözüldü: ‘Bu evde oturan papaz büyük dedeleriydi. Köylüler mübadele sırasında giderken altınlarını papaza vermiş, o da bahçesine gömmüştü. Bunları günlüğüne yazmıştı. Onlar da miraslarını istiyordu.’ Taraflar yaklaşık 400 kilo altın ve paralardan oluşan hazine için ‘ortak’ olup bir ay önce Urla Kaymakamlığı’na başvurdu. Müze Müdürlüğü, Maliye ve Jandarma gözetiminde kazı, dört gün önce başladı. Sonuç alınamadı. Papazın papaz büyüsü yapmış olabileceği iddiası üzerine hissedarlar, İzmirli ‘Eyyüp Hoca’dan yardım istedi. ‘Cinler 41 yılda bir hazinenin yerini değiştiriyor’ diyen Eyyüp Hoca’nın yönlendirmesiyle kazılar evin ve bahçedeki ağacın altına doğru kaydırıldı. Dedektörlerin de kullanıldığı kazıları merakla izleyen köylülerin bir kısmı, gülünç duruma düştükleri gerekçesiyle ‘muskacı hoca’nın getirilmesine kızdı.” (Radikal, 25 şubat)
Urlalı papazın hikâyesi torunları öyle etkilemiş olmalı ki –aynen Yılmaz Güney’in Umut filminde olduğu gibi- bütün umutlarını bahçede gömülü olduğuna inandıkları altınlara bağlamışlar. ‘Urla’daki evin bahçesindeki altınlar’ ile ilgili efsane 85 yıldır aile içinde anlatılmış olmalı. Sonunda, torunlar Yunanistan’dan Urla’ya gelip, evin şimdiki sahipleri ile ortak olup defineyi aramaya başlamışlar. Bulamayınca da “altınlara giden her yol mubah” deyip papaz büyüsünü bozsun diye ‘İzmirli Muskacı Hoca’dan yardım istemişler!
Traji-komik bir durum var karşımızda. İnsan zihni ilginç bir makine, tuhaf bir şekilde çalışıyor. Anıların dünyasında hep hayaller ve gerçekler birlikte dans ediyorlar. Dedeler bazen hiç olmamış şeyleri, olmuş gibi anlatıyorlar. Torunlar ise inanmak istediklerini seçip, inanıyorlar. Sonuç ortada...
Yurtlarından zorla kopartılan mübadilleri düşündüğüm zaman, hep Karamanlı Rahip Neofitos Ekonomos Efendi’nin Türkçe söylediği destan aklıma gelir. Yunan harfleri ile Türkçe olarak 1925 yılında Selanik’te yayımlanan destandan aldığımız bir bölüm, aslında mübadelenin ne kadar acımasız bir şey olduğunu anlatıyor:
İsmet Paşa, Venizelos geldiler,
Trampa yapmaya karar verdiler,
Acep bunu bir ferde mi sordular?
Dünya kurulalı görülmemiştir.
Türkiye’den kaldırdılar bizleri
Kan ağlıyor hepimizin gözleri
alıntı
9 Eylül 1922 günü Türk süvarileri İzmir’e girdiği zaman, işgalci Yunan ordusu Çeşme tarafından gemilere binerek Anadolu’yu terk ediyordu. Korku içindeki Anadolu Rumları ise limanlarda toplanmışlardı. Dört ay içinde yaklaşık 900.000 kişi Ege sahillerinden gemilerle ve Trakya’daki Rumlar ise yürüyerek sınırı geçip Yunanistan’a sığındılar. 1922 yılının aralık ayında yaklaşık 900.000 Anadolu Rumu o yıllarda nüfusu 4,5 milyon civarında olan Yunanistan’a sığınmıştı. Atina’da sefalet vardı. İnsanlar yollarda dileniyor ve sokaklarda yatıyorlardı. Selanik’teki Kızılhaç yetkilisi bu rezilliğe dayanamayanların intihar ettiğini merkeze yazıyordu.
Rumeli Müslümanlarının Türkiye’ye gelişi 1923 yılının sonunda başlamış ve bir yıl devam etmişti. Türkiye’ye gelen mübadiller de kendilerine verilen kapı-penceresi sökülmüş ve kiremitleri bile yağmalanmış evlerde yeni bir hayat kurabilmek için çok uğraştılar. Mübadelenin iki ulus-devletin onayı ile ve isteği ile gerçekleşmiş olması, yapılan işin ne kadar acımasız ve gayrı insani olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Ege’nin iki yakasında yüzbinlerce insanın köklerinden koparılmasıyla gerçekleşen mübadele hem Yunanistan’a yollanan Anadolu Rumlarının hem de Türkiye’ye gelen Rumeli Müslümanlarının zihninde bir takım tortular bıraktı. Mübadiller doğdukları yerleri hatırlarken, torunlarına oradaki hayatlarını biraz ballandırarak anlattılar.
Benzer bir süreç Kıbrıs’ta yaşandı. 1974’den sonra güneye sürülen bir Kıbrıslı Rum bana şunları anlatmıştı: “Babam Girne’deki evimizi öyle bir anlatırdı ki ben orayı saray sanırdım. Babam doğduğu evi sayıklayarak öldü. 2004’te kapılar açıldıktan sonra annemle birlikte Girne’ye gittik. Babamın evi, kulübeden hallice bir evdi. Kendimi aldatılmış hissettim!”
Sadece evler değil, hayat tarzı ve zenginlik konusu da biraz mübalağa edilir. İnsanlar, doğdukları yerleri anlatırken dilin kemiği kaybolur. Şirazesinden çıkan duygusallık, mecburi mübadelenin sonucudur. Geçen hafta Radikal’de okuduğum bir haber şöyle:
“Türk ve Yunan 20 ‘hissedar’, Urla’nın Yağcılar Köyü’nde Müze Müdürlüğü, Maliye ve Jandarma gözetiminde 400 kilo altın ve paraları arıyor! Muskacı bir hocanın yol göstericiliğinde yürütülen kazılarda, ‘altınlar papaz büyüsüyle 41 yılda bir yer değiştirdiği için’ henüz bir sonuç alınamadı. Ama hissedarlar kararlı. Osmanlı döneminde Rumların yaşadığı Yağcılar Köyü’nü son beş yılda pek çok Yunanlı ziyaret etti. Gelen ailelerden biri, 2008’in eylül ayında Sabancı ailesinin satışa çıkardığı eve talip oldu. Geçmişte bir papaza ait olan eski püskü boş evle hepi topu 100 metre karelik bahçeye 150 bin TL teklif edilmesi şüphe çekti. İddiaya göre hissedarlar ‘Vazgeçtik, satmıyoruz’ deyince Yunanlı taliplerin dili çözüldü: ‘Bu evde oturan papaz büyük dedeleriydi. Köylüler mübadele sırasında giderken altınlarını papaza vermiş, o da bahçesine gömmüştü. Bunları günlüğüne yazmıştı. Onlar da miraslarını istiyordu.’ Taraflar yaklaşık 400 kilo altın ve paralardan oluşan hazine için ‘ortak’ olup bir ay önce Urla Kaymakamlığı’na başvurdu. Müze Müdürlüğü, Maliye ve Jandarma gözetiminde kazı, dört gün önce başladı. Sonuç alınamadı. Papazın papaz büyüsü yapmış olabileceği iddiası üzerine hissedarlar, İzmirli ‘Eyyüp Hoca’dan yardım istedi. ‘Cinler 41 yılda bir hazinenin yerini değiştiriyor’ diyen Eyyüp Hoca’nın yönlendirmesiyle kazılar evin ve bahçedeki ağacın altına doğru kaydırıldı. Dedektörlerin de kullanıldığı kazıları merakla izleyen köylülerin bir kısmı, gülünç duruma düştükleri gerekçesiyle ‘muskacı hoca’nın getirilmesine kızdı.” (Radikal, 25 şubat)
Urlalı papazın hikâyesi torunları öyle etkilemiş olmalı ki –aynen Yılmaz Güney’in Umut filminde olduğu gibi- bütün umutlarını bahçede gömülü olduğuna inandıkları altınlara bağlamışlar. ‘Urla’daki evin bahçesindeki altınlar’ ile ilgili efsane 85 yıldır aile içinde anlatılmış olmalı. Sonunda, torunlar Yunanistan’dan Urla’ya gelip, evin şimdiki sahipleri ile ortak olup defineyi aramaya başlamışlar. Bulamayınca da “altınlara giden her yol mubah” deyip papaz büyüsünü bozsun diye ‘İzmirli Muskacı Hoca’dan yardım istemişler!
Traji-komik bir durum var karşımızda. İnsan zihni ilginç bir makine, tuhaf bir şekilde çalışıyor. Anıların dünyasında hep hayaller ve gerçekler birlikte dans ediyorlar. Dedeler bazen hiç olmamış şeyleri, olmuş gibi anlatıyorlar. Torunlar ise inanmak istediklerini seçip, inanıyorlar. Sonuç ortada...
Yurtlarından zorla kopartılan mübadilleri düşündüğüm zaman, hep Karamanlı Rahip Neofitos Ekonomos Efendi’nin Türkçe söylediği destan aklıma gelir. Yunan harfleri ile Türkçe olarak 1925 yılında Selanik’te yayımlanan destandan aldığımız bir bölüm, aslında mübadelenin ne kadar acımasız bir şey olduğunu anlatıyor:
İsmet Paşa, Venizelos geldiler,
Trampa yapmaya karar verdiler,
Acep bunu bir ferde mi sordular?
Dünya kurulalı görülmemiştir.
Türkiye’den kaldırdılar bizleri
Kan ağlıyor hepimizin gözleri
alıntı
Megalos Kemençecis...
Makale: Özhan Öztürk*
Megalos Kemençecis
Norveç'in başkenti Oslo'da düzenlenecek 55. Eurovision Şarkı Yarışması'nda Manga adlı Türk rock grubunun Türkiye adına seslendireceği 'We Could Be The Same' şarkısı TV, radyo, internet hatta grubun çıktığı bahar turnesinde izleyicilerin beğenisine sunulurken Karadenizliler aynı yarışmada Yunanistan adına yarışacak Giorgos Alkaios ve grubunun “Opa adlı şarkısında Karadeniz kemençesini müziğin hatta şovun bir parçası olarak kullanmasının yarattığı şok dalgasıyla boğuşuyor.
Türk medyası olayı daha önceki baklava, lokum, Karagöz krizlerinde olduğu gibi değerlerimizi sahiplenmeye çalışan Yunanlılar'ın yeni marifeti olarak duyururken çeşitli vatandaş, yetkili veya uzmanların ağzından kültürel değerlerimizi sahiplenme gereğimiz mahçubiyet, pişmanlık ve sitem dolu cümlelerle ifade edilmesi de ihmal edilmedi[1].
Yunanistan’daki Anadolu
Kemençenin görüntüsü veya sesinini Avrupalı gençlerce artı değer olarak algılayıp Yunanistan’a oya dönüşeceğini onların da böyle bir amacı olduğunu sanmıyorum. 1923 mübadelesinde Yunanistan'a gönderilen 1.250.000 Ortodoks Hristiyan'ın yaklaşık üçte birinin Karadeniz kökenli olduğu, ayrıca SSCB'nin dağılmasından sonra tamamı Karadeniz kökenli olan yüzbinlerce Kafkasya Rumuna Yunanistan'ın vatandaşlık verip kabul ettiğii düşünüldüğünde Yunanistan'daki hemşerilerimizin demografik ağırlığı ortaya çıkmaktadır.
19. yüzyıl Trabzonun'da büyüyen Rum burjuvazisinin eğlence ihtiyacı,geçen yüzyılın başlarında kemençeyi köy eğlencelerinin ve meyhane muhabbetlerinin ötesine taşıyarak Maçkalı Stavris Petridis Gümüşhaneli Niko Papvramidis gibi ilk kemençe starlarını yaratmıştır. Mübadele ile Yunanistan'a gönderilen Karadenizli Rumlar onca yokluğa rağmen orada bölgemize ait türkü, bilmece, efsane, masalları hummalı bir çalışmayla kayıt alarak muhteşem bir folklor ve yerel tarih arşivi oluşturmuşlardır. Yunanistan'da 1920'lerin ortalarından kalma kemençe kayıtlarına rastlanmakta iken Türkiye'nin büyük kemençe ustaları Rizeli Sadık Aynacı, Sürmeneli Hüseyin Dilaver ve Göreleli Piçoğlu Osman'ınkiler ancak 30'ların sonlarına denk gelmektedir. Yunanistan'a mübadele ile sadece kemençeciler değil Sürmene bıçağını, bakır gügümleri, ahşap oymaları, seranderleri, Laz takalarını de aynı ustalıkla yapan kemençe yapımcıları da gitmiş ve sanatlarını nesilden nesile ustalıkla aktarmıştır. Uzatmaya gerek görmüyorum ve kimse gereksiz yere alınmasın ama teknik açıdan Stavros'tan bir kaç kuşak sonra aynı otantik lezzeti vermeselerde Rum kemençeciler teknik açıdan, kemençe yapımcıları da oluşturdukları kemençe standartları açısından Karadeniz'den fersah fersah ötededirler. Yunanistan'ın ısrarlı asimilasyon politikasına karşı direnen, millet içinde başka bir millet gibi yaşamakta ısrar ederken Karadenizli Rumları "Pontiaka" dedikleri "Anadolu dialektini" ve yerel kültürlerini korumayı çocuklarına kutsal bir miras gibi aktarmaktadır. Kazancidis'in bir türküsünde dediği gibi "Dışarda Yunanlıyım, Yunanistan'da yabancı" şeklinde dışlandıklarını şikayet etmekten geri durmamalarına karşın "kayıp vatan"Anadolu ile gönül bağlarını kopar(a)mayan Rum kemençeciler, asla tetikçilere methiye dizmemiş, Galyan vadisinden, Zigana dağından taşıdıkları ezgileri varoş kültürünün parçası haline getirmemiş, 90 yıl öncesinde bizde de olduğu gibi hasret, sevda ve yiğitliğin kıyısından ayrılmamışlardır. Rumlar aynı zamanda sıkı bir lobicilik örneği vererek olimpiyat komitesine yaptıkları baskıyla 2004 Atina Olimpiyatları’nın kapanış törenini yerel kıyafetleri(miz) içerisinde horon(umuzu) oymatmayı ve tüm dünyaya izletmeyi de başarmışlardır.
Kemençe kime ait?
Kapadokya kemanesiyle karıştırılmaması için olacak Anadolu'da "Laz kemençesi" adı verilen çalıgının daha adından hangi halkla ilişkili olduğu açıkça belli olsa da folklor bilimi de tıpkı tarih gibi resmi ideolojinin faaliyet alanlarından birisi olduğundan adını burada anamayacağım kadar çok sayıda Türk yazar "kemençe"nin Farsça kökenli adından ve genel olarak yaylı çalgıların yayılımının Çin ve Orta Asya üzerinden olduğu teorisinden alınan cesaretle ortaya hiçbir arkeolojik belge veya tarihi döküman koymadan "Karadeniz kemençesini" Karadenizliler ile değil Orta Asyalı bir takım kabilelerle ilişkilendirme yoluna gitmişlerdir. Sözgelimi Karadenizliler'in tıpkı köylerindeki kilise ve kaleler gibi kemençeyi de kendi kültürleriyle değilde Ceneviz veya Venedikliler ile ilişkilendirmesi söylencesini herhangi bir delile dayanmadığı gerekçesiyle reddeden i müzikolog M. Ragıp Gazimihal Giresun civarında ıklığ izleri bulunduğu iddiasını ıklığın nasıl olup da kemençeye evrildiği konusunda hiçbir somut bilgi vermeden bu enstruman ile ilişkilendirmiştir.[2] Muhtemelen yaşadığı dönemde kendisine bu tür soru gelmemiştir ama komşu coğrafyaların şekil şemal açısından çok daha tanıdık milli yaylıları olan Bulgar gadulkası, Gürcü Çunurisi, Arap rebapı, Bizans lirası, Sırp, Romen ve Hırvat Guslesi, Arnavut lavutu Anadolu'ya Türklerin gelişinden önceleri ortadayken yazarın, Karadeniz'de kemençe icat edilebilmesi için neden Türklerin Anadolu'ya gelmesinin beklediğini izah etmekte zorlanacağını sanıyorum.
Bizans’ta lira, Arap kültürüne ve Arap kızlarının rakslarına meraklı olan imparator Theophilos (813-842) zamanında tanındığı söylentisine karşın, Talbot bu çalgının çok eskilerden beri bilindiğini kaydederek Bizans lirasının ıklığdan değil Arap rebapından geliştiğini göstermiştir[3]. Kaldı ki hiç oraya gitmeye de gerek yok...Anadolu'da Kastamonu, Sivas, Çoğum, Bolu, Yozgat, Akşehir, Ankara, Kırşehir’e yerleşen Çepni adlı Türkmen boyunun bir kolu 13. Yüzyılda Trabzon’un güneydoğusunda Kürtün-Giresun havzasına gelmiş ve beylerinin oğlu Trabzon imparatorunun kızıyla evlenerek bir süre bu devletin egemenlik sınırları içerisinde yaşamıştır. Kürtün-Giresun Çepnileri dışında kalan Anadolu Çepnileri -ki Ege Bölgesi’nde Tahtacı adı verilen Alevi kolda bu halka dahildir- kemençeden habersiz yaşamakta, horonun adını bile bilmemektedir. Aynı şekilde Dresden ve Vatikan’da orjinal yazmaları bulunan Dede Korkut kitabında bu halkın eski yurtlarının yanısıra yeni yerleştikleri Kuzeydoğu Anadolu’da Trabzon Rumlarıyla mücadeleleri anlatılılmakta, geri planda geleneklerine dair önemli detaylar verilmekte ama kemençe, tulum, horonun bahsinin bile geçmediği dolayısıyla Karadeniz'e özgü sembollerin bölgeye taşımadıkları anlaşılmaktadır.
alıntı...
Bir mübadele Öyküsü...
Temel'e "dönüşen" Todoron'un zenginlikten fakirliğe, mutluluktan mutsuzluğa dönüşünün öyküsü... Ve yazarın annesi ona kızdığı zaman neden "İkram'ın Uşakları" dediğini hatırlamasının...
Yazı: Nezahat Turhan
Birkaç yıl önceydi. Virgül dergisinin yeni çıkan kitaplar bölümünde "Son Pontuslu" başlıklı bir yazı dikkatimi çekmişti. Trabzon-Maçka doğumluydum ve Rum kültürüne duyduğum ilginin nedeni, ninemin Pontusça konuşmasıyla sınırlı değildi. Başlangıçta böylesine bir merakla okuduğum yazı birden benim için değişik bir anlam kazanıverdi. Zihnimde iki isim birleşmişti: Stama ve Temel Garip. Stama bizim köyümüzdü; Temel Garip ise adı çocukluğumdan beri evimizde sıkça geçen İkram Temel.
Bir an duraklıyorum. 10'lu yaşlarımdayım. Kardeşimle sokaktan yeni dönmüşüz; el, yüz kir içinde. Korka korka merdivenleri çıkıyoruz; anneme ne diyeceğiz? Bir gün önce eve yine böyle gecikince şoför komşumuzun otobüsünü ucu keskin taşlarla boydan boya çizmiş, suçu tabii ki başkalarının üzerine atıp bütün mahalleyi ayağa kaldırmıştık. Bu sefer ne diyeceğiz? Bilmiyoruz. Annem bütün hışmıyla kapıda; böyle durumlarda her zaman duymayı beklediğimiz cümlesi çınlıyor kulaklarımızda: İkram'ın Uşakları... Kimdi bu İkram? Her yaramazlıktan sonra neden onun çocuğu oluveriyorduk. Bunları daha sonradan öğrenecektik; ama o günlerde bildiğimiz tek şey İkram'ın yabani bir şey olduğuydu. Yazıyı okur okumaz koşuyorum. Haberi anneme yetiştirmeliyim. Kara trenlerle ikiye bölünen İzmit'i arkada bırakarak eve giriyorum. Anne! Anne! Annem yok. Temel amcanın kitabını yazmışlar.
SINIRDIŞI ZAMANI
Yıl 1913... Stama'nın zengin ailelerinden İkramoğlu ailesinin tek oğlu Yannis, Kromnili maden zengini Seyitağa'nın yeğeni Sotira ile evlendirilir. Seyitağa ismi sizi şaşırtmasın; ailenin asıl adı Lazaridis'tir. Yaşadıkları yıllarda uygulanan baskı nedeniyle bu tür isimler almış, Müslüman yaşam tarzı benimsemiş gibi görünseler de, 1856'da Sultan'ın Hatt-ı Hümayun’u yayımlamasıyla (Bu ıslahat fermanına göre, bütün Osmanlı tebası, artık istediği dine inanmakta serbesttir) yörenin pek çok ailesinin yaptığı gibi eski dinlerine geri dönerler. Devlet, gizli Hıristiyanlar'a "Tenesur" yani dönmeler; Pontus'ta oturanlarsa onlara "Klostus" yani dönenler adını verecektir.
Yıl 1914... Yannis ve Sotira'nın çocukları Todoron (Temel Garip) doğar. "Hiçbir zaman kadere inanmak istemedim. Her zaman insanın kendi kaderini kendisinin yarattığında ısrar ettim ve hâlâ ederim. Fakat eğer Anadolu'da yaşıyorsan, en azından bu diyarlarda kaderin insanın yaşamında gerçekten de bir rol aldığını kabul etmek zorunda kalırsın. Todori için de 'kader' böyle oyunlar oynayacaktı. 1914 yılında dünyaya gelmişti. Stama'da bir sevinç, bir sevinç ki sormayın!"
1915'in ilkbaharında gelin Sotira hastalanır. Köyün deneyimli insanları tedavi için doğaya başvursa da - o zamanlar başka köylerde olduğu gibi, bu köyde de doktor yoktur - işe yaramaz. Sotira'nın durumu gittikçe kötüleşir. Gelini Trabzon'a götürmeye karar verirler. Teşhis, zamanın en korkulan hastalığı veremdir. Yannis ne yapacağını şaşırır. Stama'ya dönüş hazırlığına başlarken sokaklardan tellal sesleri duyulur:
"Bütün Ermeniler ortaya çıksın! Kimse gizlenmesin! Hükümet kefildir. Ermeniler büyük Ermenistan'a gideceklerdir..."
Yollar kesilir, Ermeniler için korku dolu günler başlar. Ermeni dostlarını gizleyen Rumlar ve Türkler cezalandırılır. Yaşanan tam bir kaostur; iki ay sürer. Osmanlı için bir Ermeni sorunu daha çözüldükten sonra yollar açılınca, Yannis ve Sotira, Stama'ya dönerler.
1916 Şubatı'nda Rus ordusu ilerlemeye başlar. Pontus'u istila eder. Bu hengâme içinde Todori'nin önce dedesi, birkaç hafta sonra da annesi ve ninesi ölür. Babası Trabzon'a gidince, küçük Todori hiç evlenmemiş teyzesi Kereki'yle birlikte kalmaya başlar. (Bu arada Rusya'da Ekim Devrimi olmuştur. Pek çok insan gibi, Todori'nin babası da şansını denemek için Rusya'ya gider; ama kısa bir süre sonra tutuklanır.)
CENNETİN PEŞİNDE
9 Ocak 1923 sabahı, mübadele kararıyla Pontuslu Rumlar, tüm köklerini ve anılarını Trabzon'da bırakarak, 2 saat içinde sınırdışı edilirler.
"İki saat içinde bütün o halk, yaşamlarındaki değerli şeylerini ve tarihlerini omuzlarına yükleyerek, yokuş aşağı, Trabzon'a doğru inmeye başlamıştı."
Mübadele sırasında Trabzon'u terketmeyen üç kişi vardır: Todori, yatalak teyzesi Kereki ve Trabzon'da yaşayan zengin akrabaları Eleni Lazaridis. Eleni, gitmemekte ısrar etmiş ve Rus tebasından olduğu için, kimse kalmasına ses çıkaramamıştır. İşin ilginç yanı, Eleni ve Todori'yi sadece 40 km'nin ayırması ve her ikisinin de bundan haberi olmamasıdır. Eleni, bütün Rumlar'ın Trabzon'dan ayrıldığını düşünür; emir açıktır.
Stama halkını ellerinde eşyalarıyla giderken gören Todori hemen eve koşar, durumu Kereki'ye anlatır. Kereki yatalaktır ve bu, Todori'ye verilen "kal" emridir. Çevre köylerden yavaş yavaş Stama'ya gelen Müslümanlar, boş evlere yerleşir ve Hıristiyanlar'dan kalan tarlalara el koyar. Stama'nın yeni sakinleri, acıdıkları için Kereki ve Todori'yle biraz ilgilenirler. Fakat bu durum uzun sürmez ve Kereki'nin ölümüyle birlikte, Todori evinden de atılır. Artık yapayalnızdır. Dedesinin yağmurlu havalarda sığınak olarak kullanmak üzere yaptığı, köyden 400 metre yükseklikteki kulübeye yerleşir.
"Kulübecik köyden iki kilometre uzakta, yaklaşık dört yüz metre yüksekliktedir. İkramoğlu ve Seyitağa'nın torunu, oradaki sığınağında yaşamını sürdürür."
Todori'yle, yarı cahil bir tip olan Hoca İsmail ilgilenir. Hoca İsmail, bu gâvur çocuğu Müslüman yaparak kendi ruhu için cenneti garantilemek derdindedir. Bu sırada, Soyadı Kanunu çıkar. Todoron İkramoglina da, içinde bulunduğu durumla son derece alâkalı bir künyeye sahip olur: Temel Garip.
"Todori, Müslüman ve inanan biri olmuştu. Belki de herkesin onu gâvur olarak düşünmesine son vermek için bu bir zorunluluktu. Her insan yaşadığı toplumu tanıma gereksinimi duyar. Aslında Todori'nin de ruhunun derinliklerinde, kökeni konusunda bir tasa kalmıştı. Tanrının yakacağı bu Rumlar kimdi acaba?"
Todori askere gider. Belki bir Rum'a rastlarım ümidi, hayâlkırıklığıyla sonuçlanır. Astsubayı, İstanbullu bir Rum'dur; ama bırakın Rumlar'a ait bir şeyler öğrenmeyi, ondan beklediği ilgiyi bile göremez. Astsubay, Pontusça konuşan Todori'ye, Elence karşılık verir.
"Pontusça konuşan Türkler'e karşı bu sakınma, İstanbul'da bugün bile geçerlidir; hatta onlara güvenmezler bile."
Böylece Todori'nin, Rum olan herşeye karşı ilgisi de sona erer. Asker dönüşü Hoca İsmail tarafından evlendirilir; bir sürü çocuğu olur.
Hoca İsmail'in etkisi Todori'de bir ömür sürecek ve 80 yaşındayken ziyaretine gelen yazara (Yorgo Andreadis) ve arkadaşlarına, onları büyük bir üzüntüye duçar kılacak şu sözleri sarfedecekti: "Tanrı Rumlar'ı istemiyor."
"Bu nasıl sözdür? Bir tespit mi? Bir yakınma mı? Bir kötümserlik mi? Kadercilik mi? Yoksa bunlardan da öte bir şey mi? Todori'yi, bugünkü Temel Garip'i, Pontus'taki Rum halkının kalıntısını, Stama'nın tepesinde bırakarak, suskun ayrıldık."
Bundan sonra ne mi oldu? Bütün ömrü Stama'nın sınırlarıyla çevrili olan bir insanın yaşamında ne olabilirse... Ne o kimseyi aradı, ne de kimse onu. Stama'da başlayan hayatı, 82 yaşında, yine Stama'da sona erdi. Eleni'ye gelince; oldukça saygın bir yaşam süren Eleni, 1965 yılında, çok sevdiği Trabzon'da, yalnızlık içinde hayata gözlerini yumdu. Stama'da yaşayan bir akrabası olduğundan ve kendilerini sadece 40 km'nin ayırdığından ise asla haberi olmadı.
AH ŞU ANADOLU...
Yazının başında, çocuk belleğimde İkram'ın yabani bir anlam taşıdığını söylemiştim.
Yabaniydi. Mübadeleden önce Stama'nın yarısından çoğuna sahip olan ailesi, artık yoktu ve Stama'nın yeni halkı onu evinden kovduğu için, köyün tepesinde, herkesten uzak yaşıyordu. Ve herşeye rağmen, Stama halkına yakınlık gösterse de Müslüman olsa da, onların gözünde hep gâvur olarak kalacaktı.
Fakirdi. Çok zenginlikten yoksulluğa uzanan hayatında, evinin çevresindeki arazide yetiştirdiği ürünler tek geçim kaynağıydı. Bazı ihtiyaçlarını karşılamak için Maçka'ya gitmesi gerektiğinde, parasızlığı nedeniyle herhangi bir vasıtaya binemediği için, Stama-Maçka arasındaki 16 km'lik yolu yürüyerek gidip gelirdi. Utanılacak kadar fakirdi.
Şanssızdı. Herşey bir yana, Trabzon'da yaşayan Eleni'yi hiç tanımadı.
Yazar, "Tanrı Rumlar'ı istemiyor" cümlesini unutamamış. Ben de, 1998'in sonbaharında, elimde yazarın kitabı, anneme ve Stamalılar'a inat Todori'nin evine doğru yola koyulduğumda, Koma Irmağı kıyısında gördüğüm ninenin sözünü unutamadım: "Todori iyiydi kızım. Asıl gâvur bizimkilerdi!.."
Yazımızı, Karadeniz kültürü üzerine 20'den fazla kitabı yayımlanan, Trabzon ve çevresini 38 kez ziyaret etmiş, "Tamama" adlı kitabıyla 1993 "Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü"nü kazanmış, Türk-Yunan dostluğunun gerçekleşebilirliği ümidinin yılmaz savunucusu Yorgo Andreadis'i selamlayarak bitirelim:
"Ah şu Anadolu! Bu dünyada herşey keşfedilse bile, Anadolu gizli tarihle dolu olmayı sürdürecek. Farklı bir diyardır Anadolumuz! De ki, görülen şeylerin ardında, ziyaret edenin gözünden iyi gizlenmiş binlerce sırrı saklayan sınırsız bir denizdir o. Keşfettiğini sandığın sırada, yeni bir tarih çıkar ortaya. Anlaşılan Anadolu'daki sırların sonu gelmeyecek..."
Makale Chronicle dergisinden alıntıdır.
Yazı: Nezahat Turhan
Birkaç yıl önceydi. Virgül dergisinin yeni çıkan kitaplar bölümünde "Son Pontuslu" başlıklı bir yazı dikkatimi çekmişti. Trabzon-Maçka doğumluydum ve Rum kültürüne duyduğum ilginin nedeni, ninemin Pontusça konuşmasıyla sınırlı değildi. Başlangıçta böylesine bir merakla okuduğum yazı birden benim için değişik bir anlam kazanıverdi. Zihnimde iki isim birleşmişti: Stama ve Temel Garip. Stama bizim köyümüzdü; Temel Garip ise adı çocukluğumdan beri evimizde sıkça geçen İkram Temel.
Bir an duraklıyorum. 10'lu yaşlarımdayım. Kardeşimle sokaktan yeni dönmüşüz; el, yüz kir içinde. Korka korka merdivenleri çıkıyoruz; anneme ne diyeceğiz? Bir gün önce eve yine böyle gecikince şoför komşumuzun otobüsünü ucu keskin taşlarla boydan boya çizmiş, suçu tabii ki başkalarının üzerine atıp bütün mahalleyi ayağa kaldırmıştık. Bu sefer ne diyeceğiz? Bilmiyoruz. Annem bütün hışmıyla kapıda; böyle durumlarda her zaman duymayı beklediğimiz cümlesi çınlıyor kulaklarımızda: İkram'ın Uşakları... Kimdi bu İkram? Her yaramazlıktan sonra neden onun çocuğu oluveriyorduk. Bunları daha sonradan öğrenecektik; ama o günlerde bildiğimiz tek şey İkram'ın yabani bir şey olduğuydu. Yazıyı okur okumaz koşuyorum. Haberi anneme yetiştirmeliyim. Kara trenlerle ikiye bölünen İzmit'i arkada bırakarak eve giriyorum. Anne! Anne! Annem yok. Temel amcanın kitabını yazmışlar.
SINIRDIŞI ZAMANI
Yıl 1913... Stama'nın zengin ailelerinden İkramoğlu ailesinin tek oğlu Yannis, Kromnili maden zengini Seyitağa'nın yeğeni Sotira ile evlendirilir. Seyitağa ismi sizi şaşırtmasın; ailenin asıl adı Lazaridis'tir. Yaşadıkları yıllarda uygulanan baskı nedeniyle bu tür isimler almış, Müslüman yaşam tarzı benimsemiş gibi görünseler de, 1856'da Sultan'ın Hatt-ı Hümayun’u yayımlamasıyla (Bu ıslahat fermanına göre, bütün Osmanlı tebası, artık istediği dine inanmakta serbesttir) yörenin pek çok ailesinin yaptığı gibi eski dinlerine geri dönerler. Devlet, gizli Hıristiyanlar'a "Tenesur" yani dönmeler; Pontus'ta oturanlarsa onlara "Klostus" yani dönenler adını verecektir.
Yıl 1914... Yannis ve Sotira'nın çocukları Todoron (Temel Garip) doğar. "Hiçbir zaman kadere inanmak istemedim. Her zaman insanın kendi kaderini kendisinin yarattığında ısrar ettim ve hâlâ ederim. Fakat eğer Anadolu'da yaşıyorsan, en azından bu diyarlarda kaderin insanın yaşamında gerçekten de bir rol aldığını kabul etmek zorunda kalırsın. Todori için de 'kader' böyle oyunlar oynayacaktı. 1914 yılında dünyaya gelmişti. Stama'da bir sevinç, bir sevinç ki sormayın!"
1915'in ilkbaharında gelin Sotira hastalanır. Köyün deneyimli insanları tedavi için doğaya başvursa da - o zamanlar başka köylerde olduğu gibi, bu köyde de doktor yoktur - işe yaramaz. Sotira'nın durumu gittikçe kötüleşir. Gelini Trabzon'a götürmeye karar verirler. Teşhis, zamanın en korkulan hastalığı veremdir. Yannis ne yapacağını şaşırır. Stama'ya dönüş hazırlığına başlarken sokaklardan tellal sesleri duyulur:
"Bütün Ermeniler ortaya çıksın! Kimse gizlenmesin! Hükümet kefildir. Ermeniler büyük Ermenistan'a gideceklerdir..."
Yollar kesilir, Ermeniler için korku dolu günler başlar. Ermeni dostlarını gizleyen Rumlar ve Türkler cezalandırılır. Yaşanan tam bir kaostur; iki ay sürer. Osmanlı için bir Ermeni sorunu daha çözüldükten sonra yollar açılınca, Yannis ve Sotira, Stama'ya dönerler.
1916 Şubatı'nda Rus ordusu ilerlemeye başlar. Pontus'u istila eder. Bu hengâme içinde Todori'nin önce dedesi, birkaç hafta sonra da annesi ve ninesi ölür. Babası Trabzon'a gidince, küçük Todori hiç evlenmemiş teyzesi Kereki'yle birlikte kalmaya başlar. (Bu arada Rusya'da Ekim Devrimi olmuştur. Pek çok insan gibi, Todori'nin babası da şansını denemek için Rusya'ya gider; ama kısa bir süre sonra tutuklanır.)
CENNETİN PEŞİNDE
9 Ocak 1923 sabahı, mübadele kararıyla Pontuslu Rumlar, tüm köklerini ve anılarını Trabzon'da bırakarak, 2 saat içinde sınırdışı edilirler.
"İki saat içinde bütün o halk, yaşamlarındaki değerli şeylerini ve tarihlerini omuzlarına yükleyerek, yokuş aşağı, Trabzon'a doğru inmeye başlamıştı."
Mübadele sırasında Trabzon'u terketmeyen üç kişi vardır: Todori, yatalak teyzesi Kereki ve Trabzon'da yaşayan zengin akrabaları Eleni Lazaridis. Eleni, gitmemekte ısrar etmiş ve Rus tebasından olduğu için, kimse kalmasına ses çıkaramamıştır. İşin ilginç yanı, Eleni ve Todori'yi sadece 40 km'nin ayırması ve her ikisinin de bundan haberi olmamasıdır. Eleni, bütün Rumlar'ın Trabzon'dan ayrıldığını düşünür; emir açıktır.
Stama halkını ellerinde eşyalarıyla giderken gören Todori hemen eve koşar, durumu Kereki'ye anlatır. Kereki yatalaktır ve bu, Todori'ye verilen "kal" emridir. Çevre köylerden yavaş yavaş Stama'ya gelen Müslümanlar, boş evlere yerleşir ve Hıristiyanlar'dan kalan tarlalara el koyar. Stama'nın yeni sakinleri, acıdıkları için Kereki ve Todori'yle biraz ilgilenirler. Fakat bu durum uzun sürmez ve Kereki'nin ölümüyle birlikte, Todori evinden de atılır. Artık yapayalnızdır. Dedesinin yağmurlu havalarda sığınak olarak kullanmak üzere yaptığı, köyden 400 metre yükseklikteki kulübeye yerleşir.
"Kulübecik köyden iki kilometre uzakta, yaklaşık dört yüz metre yüksekliktedir. İkramoğlu ve Seyitağa'nın torunu, oradaki sığınağında yaşamını sürdürür."
Todori'yle, yarı cahil bir tip olan Hoca İsmail ilgilenir. Hoca İsmail, bu gâvur çocuğu Müslüman yaparak kendi ruhu için cenneti garantilemek derdindedir. Bu sırada, Soyadı Kanunu çıkar. Todoron İkramoglina da, içinde bulunduğu durumla son derece alâkalı bir künyeye sahip olur: Temel Garip.
"Todori, Müslüman ve inanan biri olmuştu. Belki de herkesin onu gâvur olarak düşünmesine son vermek için bu bir zorunluluktu. Her insan yaşadığı toplumu tanıma gereksinimi duyar. Aslında Todori'nin de ruhunun derinliklerinde, kökeni konusunda bir tasa kalmıştı. Tanrının yakacağı bu Rumlar kimdi acaba?"
Todori askere gider. Belki bir Rum'a rastlarım ümidi, hayâlkırıklığıyla sonuçlanır. Astsubayı, İstanbullu bir Rum'dur; ama bırakın Rumlar'a ait bir şeyler öğrenmeyi, ondan beklediği ilgiyi bile göremez. Astsubay, Pontusça konuşan Todori'ye, Elence karşılık verir.
"Pontusça konuşan Türkler'e karşı bu sakınma, İstanbul'da bugün bile geçerlidir; hatta onlara güvenmezler bile."
Böylece Todori'nin, Rum olan herşeye karşı ilgisi de sona erer. Asker dönüşü Hoca İsmail tarafından evlendirilir; bir sürü çocuğu olur.
Hoca İsmail'in etkisi Todori'de bir ömür sürecek ve 80 yaşındayken ziyaretine gelen yazara (Yorgo Andreadis) ve arkadaşlarına, onları büyük bir üzüntüye duçar kılacak şu sözleri sarfedecekti: "Tanrı Rumlar'ı istemiyor."
"Bu nasıl sözdür? Bir tespit mi? Bir yakınma mı? Bir kötümserlik mi? Kadercilik mi? Yoksa bunlardan da öte bir şey mi? Todori'yi, bugünkü Temel Garip'i, Pontus'taki Rum halkının kalıntısını, Stama'nın tepesinde bırakarak, suskun ayrıldık."
Bundan sonra ne mi oldu? Bütün ömrü Stama'nın sınırlarıyla çevrili olan bir insanın yaşamında ne olabilirse... Ne o kimseyi aradı, ne de kimse onu. Stama'da başlayan hayatı, 82 yaşında, yine Stama'da sona erdi. Eleni'ye gelince; oldukça saygın bir yaşam süren Eleni, 1965 yılında, çok sevdiği Trabzon'da, yalnızlık içinde hayata gözlerini yumdu. Stama'da yaşayan bir akrabası olduğundan ve kendilerini sadece 40 km'nin ayırdığından ise asla haberi olmadı.
AH ŞU ANADOLU...
Yazının başında, çocuk belleğimde İkram'ın yabani bir anlam taşıdığını söylemiştim.
Yabaniydi. Mübadeleden önce Stama'nın yarısından çoğuna sahip olan ailesi, artık yoktu ve Stama'nın yeni halkı onu evinden kovduğu için, köyün tepesinde, herkesten uzak yaşıyordu. Ve herşeye rağmen, Stama halkına yakınlık gösterse de Müslüman olsa da, onların gözünde hep gâvur olarak kalacaktı.
Fakirdi. Çok zenginlikten yoksulluğa uzanan hayatında, evinin çevresindeki arazide yetiştirdiği ürünler tek geçim kaynağıydı. Bazı ihtiyaçlarını karşılamak için Maçka'ya gitmesi gerektiğinde, parasızlığı nedeniyle herhangi bir vasıtaya binemediği için, Stama-Maçka arasındaki 16 km'lik yolu yürüyerek gidip gelirdi. Utanılacak kadar fakirdi.
Şanssızdı. Herşey bir yana, Trabzon'da yaşayan Eleni'yi hiç tanımadı.
Yazar, "Tanrı Rumlar'ı istemiyor" cümlesini unutamamış. Ben de, 1998'in sonbaharında, elimde yazarın kitabı, anneme ve Stamalılar'a inat Todori'nin evine doğru yola koyulduğumda, Koma Irmağı kıyısında gördüğüm ninenin sözünü unutamadım: "Todori iyiydi kızım. Asıl gâvur bizimkilerdi!.."
Yazımızı, Karadeniz kültürü üzerine 20'den fazla kitabı yayımlanan, Trabzon ve çevresini 38 kez ziyaret etmiş, "Tamama" adlı kitabıyla 1993 "Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü"nü kazanmış, Türk-Yunan dostluğunun gerçekleşebilirliği ümidinin yılmaz savunucusu Yorgo Andreadis'i selamlayarak bitirelim:
"Ah şu Anadolu! Bu dünyada herşey keşfedilse bile, Anadolu gizli tarihle dolu olmayı sürdürecek. Farklı bir diyardır Anadolumuz! De ki, görülen şeylerin ardında, ziyaret edenin gözünden iyi gizlenmiş binlerce sırrı saklayan sınırsız bir denizdir o. Keşfettiğini sandığın sırada, yeni bir tarih çıkar ortaya. Anlaşılan Anadolu'daki sırların sonu gelmeyecek..."
Makale Chronicle dergisinden alıntıdır.
100 yıllık fotoğraf birikimi bu evde...
Karşıyaka Belediyesi, İzmir’in ilk fotoğrafçılarından Hamza Rüstem’in tüm birikimlerinin yer alacağı Hamza Rüstem Fotoğraf Evi’ni Aralık ayında açıyor.
Mavişehir’de geniş bahçesiyle birlikte hizmete girecek fotoğraf evi alanında tek olacak. Cumhuriyet döneminde mübadele ile Girit’ten İzmir’e gelen Hamza Rüstem’in Kemeraltı girişindeki Fotoğrafhanesi’nde yıllarca kentin her köşesinden çektiği fotoğraflar ile fotoğrafçılıkta kullandığı materyaller sergilenecek. Başkan Cevat Durak, “Önemli bir kazanım olacak” dedi.
alıntı
Mavişehir’de geniş bahçesiyle birlikte hizmete girecek fotoğraf evi alanında tek olacak. Cumhuriyet döneminde mübadele ile Girit’ten İzmir’e gelen Hamza Rüstem’in Kemeraltı girişindeki Fotoğrafhanesi’nde yıllarca kentin her köşesinden çektiği fotoğraflar ile fotoğrafçılıkta kullandığı materyaller sergilenecek. Başkan Cevat Durak, “Önemli bir kazanım olacak” dedi.
alıntı
Girit Yemekleri Görücüye Çıktı
Yunanistan’ın çeşitli yerlerinden Türkiye’ye göç eden mübadele göçmenleri tarafından kurulan Mudanya Lozan Mübadilleri Derneği, dünyaca ünlü Girit yemeklerini düzenledikleri organizasyonla tanıttı.
Olay TV’de yayınlanan Hüseyin Toy’un hazırlayıp sunduğu “Damak Tadı” programına konuk olan Girit’in en meşhur yemeklerini yapan dernek üyesi bayanlar da lezzette olduğu kadar görsellikte de yarıştı.
Girit mutfağının uzun ve sağlıklı bir yaşam için ideal olduğunu ve bu yüzden de bu mutfağı tanıtmak istediklerini dile getiren Mudanya Lozan Mübadilleri Derneği Başkanı Hüseyin Türker, Girit mutfağında her mevsime ait farklı özellikleri olduğunu belirtti.
‘Yeşil sofra’ olarak bilinen Girit mutfağında 150’ye yakın ot bulunduğunu kaydeden Türker, mutfaklarının en önemli malzemesinin zeytinyağı ve yöresel otlar olduğunu belirterek, Girit yemeklerinin başında yumurtalı patates, çullama, şevketi bostan, yoğurtlu et, etli ebe gömeci, kabak çiçeği dolması, biberli radika olduğunu söyledi.
HABER-Yavuz GERÇEKÇİ
alıntı
Olay TV’de yayınlanan Hüseyin Toy’un hazırlayıp sunduğu “Damak Tadı” programına konuk olan Girit’in en meşhur yemeklerini yapan dernek üyesi bayanlar da lezzette olduğu kadar görsellikte de yarıştı.
Girit mutfağının uzun ve sağlıklı bir yaşam için ideal olduğunu ve bu yüzden de bu mutfağı tanıtmak istediklerini dile getiren Mudanya Lozan Mübadilleri Derneği Başkanı Hüseyin Türker, Girit mutfağında her mevsime ait farklı özellikleri olduğunu belirtti.
‘Yeşil sofra’ olarak bilinen Girit mutfağında 150’ye yakın ot bulunduğunu kaydeden Türker, mutfaklarının en önemli malzemesinin zeytinyağı ve yöresel otlar olduğunu belirterek, Girit yemeklerinin başında yumurtalı patates, çullama, şevketi bostan, yoğurtlu et, etli ebe gömeci, kabak çiçeği dolması, biberli radika olduğunu söyledi.
HABER-Yavuz GERÇEKÇİ
alıntı
24 Kasım 2010 Çarşamba
GİRİT OLAYI MASAL GİBİ...
GİRİT OLAYI MASAL GİBİ...
1700lü yıllarda ada nüfusunda Rumlar ve Türkler hemen hemen eşitti. Adanın dili Rumca, Arapça, Türkçe karışımı olan, yerel halkın Giritçe dediği dildi. Bu dil Rumcaya yakındı. Bunun sebebi, Osmanlı idaresinin Türkçeye gerekli özeni göstermemesiydi. İlginçtir; Giritte Türk dilinin unutulmamasını sağlayan Horasan kökenli Bektaşi tekke ve zaviyeleriydi.
Et ve tırnak gibi
Türk ve Rumlar arasında yıllar içinde akrabalık sayısı arttı. Et ve tırnak gibi oldular. Ancak ne zaman Osmanlı ekonomisinde duraklama ve gerileme dönemi başladı; Girit’te isyanlar patlak verdi. Bunda, Ortodoksların hamiliğine soyunan Rusya’nın payı büyüktü. 1768de Çariçe Katerina’nın kışkırtmasıyla, ticari filoya sahip zengin tüccar Yanis Daskoloyanis liderliğinde Rumlar (Sfakyalılar) ayaklandı.
Osmanlı isyanı bastırdı; Daskoloyanis ve arkadaşları idam edildi ama 100 yıldır et ve tırnak gibi yaşayan Rumlar ve Türkler arasında güven kaybı baş ladı.
Ne yazık ki yaşanılacak sonraki tarihsel süreç adanın bu iki halkını birbirine düşman edecekti.
Bunun içsel olduğu gibi dışsal nedenleri de vardı. Öncelikle, siyasi, sosyal ve ekonomisi altüst olan Avrupa yeniden kuruluyor; yeni ittifaklar oluşturuluyordu.
Bu nedenle 1821de Mora Yarımadasında başlayıp Girit’e sıçrayan isyan Avrupa’dan çok destek buldu. Bu desteğin siyasi yanı gibi kültürel yanı da vardı; Rönesans’la birlikte Batıda antik Yunan hayranlığı başladı.
Rumların camilere, tekkelere, çiftliklere, vakıflara saldırmasını; Türk köylülerini öldürmesini Avrupa seyretti. Kılı kıpırdamadı.
Can güvenlikleri kalmayan köylerdeki Müslümanlar şehirlere göç etti. Ancak Rumlar şiddeti her geçen gün artırdı. Osmanlı, Mısırdaki Kavalalı Mehmet Ali Paşadan yardım alarak ayaklanmayı ancak 4 yılda bastırabildi. Cephe savaşları için eğitilen askerler küçük çetecilerle başa çıkmakta zorlanmıştı.
İsyanın bastırılması ve Osmanlının Doğu Akdeniz’e tekrar hâkim olma ihtimali, İngilte re, Fransa ve Rusya’nın hoşuna gitmedi. Bu üç devlet Osmanlıdan Yunanlılara, Sırbistan ve Romanya’da olduğu gibi prenslik vermesini istedi.
Avrupa’da da büyük bir kamuoyu baskısı vardı. Şair Lord Byron, ressam Delacroix, yazar Victor Hugo vs. gibi aydınlar eserlerinde Yunan isyanına destek çıktı.
Kuşkusuz mesele sanatçılarla çözülmedi; İngiliz, Fransız ve Rus donanmaları Mora’daki Navarin Limanındaki 57 Türk gemisini batırıp sekiz bin Mehmetçik’i şehit etti.
Avrupa Konseyi
Osmanlı şaşkındı; ne yapacağını bilemedi. Çünkü Yeniçeri Ocağını daha yeni tasfiye edip Asakir-i Mansure Muhammediye teşkilatını kurmuştu. Savaşacak askeri gücü yoktu.
Sonuçta Osmanlı, Yunanistan’ın bağımsızlık talebinden vazgeçmesi ve kendisine her yıl belli miktarda vergi vermesi karşılığında, Mora Yarımadasında Yunan Prensliği kurulmasını kabul etti.
Aradan çok geçmedi. Rusya da Osmanlıya saldırdı. Erzurum’u, Edirne’yi aldı. İngiltere ve Fransa, Rusya’nın ilerleyişinden memnun olmadı. Taraflar bir masa etrafında buluştu. Buradan ne karar çıktı dersiniz; Yunanistan’ın bağımsızlığı!
Enosis (birleşme) için ilk adım atılmış oldu.
Girit Rumları fırsatı kaçırmadı; Yunanistan’la birleşmek için hemen ayaklandı. İsyan bu k ez çabuk bastırıldı. Rumlar Avrupa’dan da gerekli desteği bulamadı.
Çünkü emperyal devletler, hasta adam Osmanlıyı nasıl paylaşacakları konusunda henüz hemfikir değildi. Öyle ki, Osmanlı, İngiliz ve Fransızların Avrupa Konseyine alınma sözüyle Rusya’ya savaş açtı.
Ruslar da sıcak denizlere inme hülyasından hiç kopmadı. Giritli Rumların umudu da Rusların bu hülyasıydı...
Her fırsatta ayaklandılar ve her isyanda bir siyasi hak elde ettiler. Nasıl mı?
Açılımın birinci aşaması
Genel af çıkarıldı
RUSLAR dindaşları Yunanlıları, İngilizlere kaptırmamak için, Çar II. Aleksanderın yeğeni Grand Düşes Olga’yı Yunan Kralı Georgios ile evlendirdi. Bu düğünde bir dedikodu çıktı; Ruslar çeyiz olarak Girit’i Yunanlılara verecekti!
Dedikoduya o kadar inanıldı ki, Girit’in fanatik milliyetçi dağlıları Sfakyalılar, Mihail Korakas liderliğinde ayaklandı.
16 Ağustos 1866da Selino kazasındaki Müslümanları kadın çocuk demeden öldürdüler.
Osmanlı ordusu çetecilerin peşine düştü. Tam isyanı bastıracakken devreye İngiltere ve Fransa girdi. Teklifleri şuydu: Girit Yunanlılara verilemezdi ancak Osmanlı da Girit Açılımı yapmalıydı.
Nasıl olacaktı bu açılım?
İlk şart, askeri harekât hemen durdurulmalıydı .
Ayrıca silah bırakacak isyancılar için umumi af çıkarılmalıydı.
Tanıdık geliyor mu? Devam edelim:
Girit yoksuldu; ada halkı iki yıl vergiden muaf olmalıydı.
İdari reformlar da yapılmalıydı; Padişahın atayacağı valinin biri Türk, diğeri Rum iki yardımcısı olmalıydı. Ayrıca resmi yazışmalarda Türkçe zorunluluğu kaldırılmalıydı.
Osmanlı açılımı kabul etti.
Türkler rahatladı; köy ve mezralarına döndü. Müslümanlar, Bu açılım ne kadar güzelmiş demeye başladı.
Açılımın ikinci aşaması
Jandarma yeniden düzenlendi
OSMANLI’ nın 1878de Ruslara yenilmesi Girit’te yeni bir ayaklanmaya neden oldu. Olan köylerine dönen açılım kurbanı Türklere oldu; evleri, tarlaları yakıldı; canlarından oldular.
Osmanlı ordusu yine isyancıların peşine düştü.
Ve devreye yine Avrupalılar girdi. Onların bastırmalarıyla, diğer Osmanlı vilayetlerinden farklı, Girit’e özel imtiyazlar tanındı; yani yeni bir sözleşme/açılım yapıldı.
25 Ekim 1878deki bu Halepa Sözleşmesi/Açılımı şöyle olacaktı:
Girit Valisi sadece Müslümanlardan seçilmeyecekti, Hıristiyan da olacaktı.
Vilayet genel meclisinde Rumlar (49/31) çoğunlukta olacaktı.
Hıristiyan kaymakamlar Müslüman kaymakamlardan sayıca fazla olacaktı.
Vilayet Meclisi ve mahkeme dili Rumca olacak; ancak resmi zabıtlar v e dilekçeler Rumca ve Türkçe olabilecekti.
Ve en önemlisi asayişi sağlayan jandarma, yerli halktan seçilecekti.
Osmanlı bu açılıma da Evet dedi. Yeter ki kardeş kanı dursun diyordu.
Fotyadi Paşa, Sava Paşa, Kostaki Anthopulos Paşa, Nikolaki Sartinski Paşa gibi isimleri sırasıyla Girit’e vali atadı.
Diyeceksiniz Artık bu açılım adaya sükûnet getirmiştir!
Hayır...
Açılımın üçüncü aşaması
Avrupa’ya müdahale hakkı
1885-1888de Girit iki ayaklanmaya daha sahne oldu.
Fakat en büyük isyan 1896da oldu.
Artık taraflardan biri asker değildi; Ağride, Kaliveste, Resmoda, Hanyada vd. 250 yıldır birlikte yaşayan komşular birbirine silah sıkmaya başladı.
Girit yanıyordu.
Tabii yine beklenen oldu; İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya, Rusya olaylara müdahale etti. Asayiş amacıyla savaş gemilerini Girit’e gönderdiler.
Ve Osmanlıya yine, yeni bir sözleşme/açılım dayattılar.
Girit valisi kesinlikle Hıristiyan olacaktı.
Vali, adada karışıklık çıkması halinde Batıdan silah ve asker yardımı isteyebilecekti.
Hemen genel af ilan edilecekti.
Memurların üçte biri Hıristiyan olacaktı.
Avrupalı hukukçular adli bir ıslahat reformu hazırlayacaktı .
Osmanlı bu açılıma da boyun eğdi.
Başken t İstanbul’un Girit’te açılım yapmaktan başı dönmüştü.
Ancak 25 Ağustos 1896 Nizamnamesi/ açılımı Girit’ten kopuşu hızlandırdı.
Elleri silahlı Rumlar artık şehir merkezlerinde bile gezip, kimseden korkmadan Türkleri öldürmeye başladı. Bu cinayetler sonucu, Amcaoğlu Hüseyin, Bedeloğlu Mehmet, Bunacuoğlu Selim Ağanın çoban oğlu, Yanatoğlu Halim, Salih Kaziyatoğlu, Güldanoğlu Hüseyin, Muradoğlu Hasan, Osman Korethaki gibi yüzlerce Türk öldürüldü.
Resmolu Hüseyin Subaşaki gibi Türkler şehit edildikten sonra, hıncını alamayan asiler tarafından kafatası bıçak ve sopalarla delik deşik edildi.
Türkler korunaksızdı.
Girit’in Hıristiyan valisi, kasten Osmanlıdan asker yardımı istemiyordu; Türklerin Girit’ten gitmesini istiyordu.
Girit’te oluk oluk Türk kanı akıyordu.
Tek tek öldürmeler kısa zamanda toplu katliamlara neden oldu. Elida, Ahladina, Nisiya, Balyovici, Sika, Lisinsi, Mulina, İskalavos , Handra, Akriba, Lamnon, Ziru gibi Türk köyleri yakılıp yıkıldı; Müslüman ahalisi öldürüldü.
Türkler adadan kaçış yolu arıyordu artık.
Hanya ve Resmo’da altmış bin Müslüman sığınmacı kurtarılmayı bekliyordu.
Giritli Müslümanlar, açılım gereği Osmanlının Girit’e asker çıkaramayacağını anlayınca, İran Şahı Muzafferiddin Handan yardım istedi!
Sadece Girit’te değil Yanya’daki feryatlara Avrupalının kulağı kapalıydı.
Sonunda Osmanlı, 18 Nisan 1897de Yunanistan’a savaş açtı. Beklendiği gibi bir ay gibi kısa sürede Yunan ordusunu perişan etti.
Türk ordusu Atina’ya girecekken, Rus Çarı II. Nikolayın isteği ve İngiltere’nin baskısıyla II. Abdülhamid Türk ordusunu durdurdu.
Yapılan barış görüşmelerinde galip Osmanlı, bırakın bir avuç toprak almayı, savaş tazminatını bile alamadı.
Aksine Girit’teki nüfuzunu kaybetti...
Açılımın dördüncü aşaması
Otonom ilan edildi
DİYECEKSİNİZ ki, Osmanlı ordusu, Yunanlıları yenince Girit’teki Rumlar korkup sinmişlerdir. Ne gezer!
En acıklısı Girit’te yaşandı. Türkler, Rumları kesecek iddiasıyla Avrupa devletleri (İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya) adaya asker çıkardı. Asayişi artık onların askeri sağlayacaktı!
O halde Girit’te Türk askerine gerek var mıydı? Diyorlardı ki, Osmanlı askeri gidince Rumlar bir daha ayaklanmazdı! Gülmeyiniz, aynı gerekçeler günümüzde Kıbrıs için de söyleniyor...
Avrupa’nın bu kandırmasıyla Türk askeri 1898de Girit’ten çekildi.
Ada otonom ilan edildi.
Girit’in kaderi, Avrupalılara bırakıldı. Avrupalılar, Rumların ve Türklerin can ve mal güvenliklerini garanti altına aldıktan sonra adadan ayrılacaklardı . Girit’e böylece barış gelecekti. Harika!
Tabii bu arada bir şart daha ileri sürüldü: Girit valisini seçme hakkı Osmanlı padişahına bırakıldı. Ancak istisnai bir durum vard ı; büyük devletlerin o valiyi onaylaması gerekiyordu. Yoksa kendileri atama yapacaklardı. Ne oldu dersiniz; Osmanlının karşı koymasına rağmen Prens Otto Girit Valisi yapıldı.
Kısa bir süre sonra dört devlet adadan çekildi.
Ve Rumlar hemen adaya Yunan bayrağı çekti. Hani barış gelecekti; beyaz güvercinler uçacaktı adanın üzerinde?
Osmanlı büyük bir diplomasi başarısıyla(!) bayrağı indirtti. Karşılık olarak, Avrupa ülkelerinin ve Yunanistan’ın tepkisini çekmemek için, İstanbul’da sahnelenen Girit adlı tiyatro oyununu sansürledi. Şaka gibi...
Ve sonuç
Toprak kaybı
OSMANLI, Avrupalı dört devletin oyalayıcı sözlerine, teminatlarına ve açılım masallarına hep inandı.
Bunun karşılığında Girit’i kaybetti.
Bu da şöyle oldu: 1910da Girit Meclisi Yunanistan’la birleşme kararı aldı.
Anadolu’nun birçok yerinde mitingler yapıldı; Türkler, Girit’te savaşmak için gönüllü asker müracaatında bulundu; Yunan malları boykot edildi, gemileri Osmanlı limanlarına sokulmadı; Osmanlı konuyu Lahey Hakem Mahkemesine götürmek istedi vs. vs.
Bunların pek yaptırımı olmadı.
Girit onca açılıma rağmen 1913’te Osmanlının elinden kuş olup uçtu, gitti!
Giden toprağın yüzölçümü 8.336 kilometrekare idi.
alıntı
1700lü yıllarda ada nüfusunda Rumlar ve Türkler hemen hemen eşitti. Adanın dili Rumca, Arapça, Türkçe karışımı olan, yerel halkın Giritçe dediği dildi. Bu dil Rumcaya yakındı. Bunun sebebi, Osmanlı idaresinin Türkçeye gerekli özeni göstermemesiydi. İlginçtir; Giritte Türk dilinin unutulmamasını sağlayan Horasan kökenli Bektaşi tekke ve zaviyeleriydi.
Et ve tırnak gibi
Türk ve Rumlar arasında yıllar içinde akrabalık sayısı arttı. Et ve tırnak gibi oldular. Ancak ne zaman Osmanlı ekonomisinde duraklama ve gerileme dönemi başladı; Girit’te isyanlar patlak verdi. Bunda, Ortodoksların hamiliğine soyunan Rusya’nın payı büyüktü. 1768de Çariçe Katerina’nın kışkırtmasıyla, ticari filoya sahip zengin tüccar Yanis Daskoloyanis liderliğinde Rumlar (Sfakyalılar) ayaklandı.
Osmanlı isyanı bastırdı; Daskoloyanis ve arkadaşları idam edildi ama 100 yıldır et ve tırnak gibi yaşayan Rumlar ve Türkler arasında güven kaybı baş ladı.
Ne yazık ki yaşanılacak sonraki tarihsel süreç adanın bu iki halkını birbirine düşman edecekti.
Bunun içsel olduğu gibi dışsal nedenleri de vardı. Öncelikle, siyasi, sosyal ve ekonomisi altüst olan Avrupa yeniden kuruluyor; yeni ittifaklar oluşturuluyordu.
Bu nedenle 1821de Mora Yarımadasında başlayıp Girit’e sıçrayan isyan Avrupa’dan çok destek buldu. Bu desteğin siyasi yanı gibi kültürel yanı da vardı; Rönesans’la birlikte Batıda antik Yunan hayranlığı başladı.
Rumların camilere, tekkelere, çiftliklere, vakıflara saldırmasını; Türk köylülerini öldürmesini Avrupa seyretti. Kılı kıpırdamadı.
Can güvenlikleri kalmayan köylerdeki Müslümanlar şehirlere göç etti. Ancak Rumlar şiddeti her geçen gün artırdı. Osmanlı, Mısırdaki Kavalalı Mehmet Ali Paşadan yardım alarak ayaklanmayı ancak 4 yılda bastırabildi. Cephe savaşları için eğitilen askerler küçük çetecilerle başa çıkmakta zorlanmıştı.
İsyanın bastırılması ve Osmanlının Doğu Akdeniz’e tekrar hâkim olma ihtimali, İngilte re, Fransa ve Rusya’nın hoşuna gitmedi. Bu üç devlet Osmanlıdan Yunanlılara, Sırbistan ve Romanya’da olduğu gibi prenslik vermesini istedi.
Avrupa’da da büyük bir kamuoyu baskısı vardı. Şair Lord Byron, ressam Delacroix, yazar Victor Hugo vs. gibi aydınlar eserlerinde Yunan isyanına destek çıktı.
Kuşkusuz mesele sanatçılarla çözülmedi; İngiliz, Fransız ve Rus donanmaları Mora’daki Navarin Limanındaki 57 Türk gemisini batırıp sekiz bin Mehmetçik’i şehit etti.
Avrupa Konseyi
Osmanlı şaşkındı; ne yapacağını bilemedi. Çünkü Yeniçeri Ocağını daha yeni tasfiye edip Asakir-i Mansure Muhammediye teşkilatını kurmuştu. Savaşacak askeri gücü yoktu.
Sonuçta Osmanlı, Yunanistan’ın bağımsızlık talebinden vazgeçmesi ve kendisine her yıl belli miktarda vergi vermesi karşılığında, Mora Yarımadasında Yunan Prensliği kurulmasını kabul etti.
Aradan çok geçmedi. Rusya da Osmanlıya saldırdı. Erzurum’u, Edirne’yi aldı. İngiltere ve Fransa, Rusya’nın ilerleyişinden memnun olmadı. Taraflar bir masa etrafında buluştu. Buradan ne karar çıktı dersiniz; Yunanistan’ın bağımsızlığı!
Enosis (birleşme) için ilk adım atılmış oldu.
Girit Rumları fırsatı kaçırmadı; Yunanistan’la birleşmek için hemen ayaklandı. İsyan bu k ez çabuk bastırıldı. Rumlar Avrupa’dan da gerekli desteği bulamadı.
Çünkü emperyal devletler, hasta adam Osmanlıyı nasıl paylaşacakları konusunda henüz hemfikir değildi. Öyle ki, Osmanlı, İngiliz ve Fransızların Avrupa Konseyine alınma sözüyle Rusya’ya savaş açtı.
Ruslar da sıcak denizlere inme hülyasından hiç kopmadı. Giritli Rumların umudu da Rusların bu hülyasıydı...
Her fırsatta ayaklandılar ve her isyanda bir siyasi hak elde ettiler. Nasıl mı?
Açılımın birinci aşaması
Genel af çıkarıldı
RUSLAR dindaşları Yunanlıları, İngilizlere kaptırmamak için, Çar II. Aleksanderın yeğeni Grand Düşes Olga’yı Yunan Kralı Georgios ile evlendirdi. Bu düğünde bir dedikodu çıktı; Ruslar çeyiz olarak Girit’i Yunanlılara verecekti!
Dedikoduya o kadar inanıldı ki, Girit’in fanatik milliyetçi dağlıları Sfakyalılar, Mihail Korakas liderliğinde ayaklandı.
16 Ağustos 1866da Selino kazasındaki Müslümanları kadın çocuk demeden öldürdüler.
Osmanlı ordusu çetecilerin peşine düştü. Tam isyanı bastıracakken devreye İngiltere ve Fransa girdi. Teklifleri şuydu: Girit Yunanlılara verilemezdi ancak Osmanlı da Girit Açılımı yapmalıydı.
Nasıl olacaktı bu açılım?
İlk şart, askeri harekât hemen durdurulmalıydı .
Ayrıca silah bırakacak isyancılar için umumi af çıkarılmalıydı.
Tanıdık geliyor mu? Devam edelim:
Girit yoksuldu; ada halkı iki yıl vergiden muaf olmalıydı.
İdari reformlar da yapılmalıydı; Padişahın atayacağı valinin biri Türk, diğeri Rum iki yardımcısı olmalıydı. Ayrıca resmi yazışmalarda Türkçe zorunluluğu kaldırılmalıydı.
Osmanlı açılımı kabul etti.
Türkler rahatladı; köy ve mezralarına döndü. Müslümanlar, Bu açılım ne kadar güzelmiş demeye başladı.
Açılımın ikinci aşaması
Jandarma yeniden düzenlendi
OSMANLI’ nın 1878de Ruslara yenilmesi Girit’te yeni bir ayaklanmaya neden oldu. Olan köylerine dönen açılım kurbanı Türklere oldu; evleri, tarlaları yakıldı; canlarından oldular.
Osmanlı ordusu yine isyancıların peşine düştü.
Ve devreye yine Avrupalılar girdi. Onların bastırmalarıyla, diğer Osmanlı vilayetlerinden farklı, Girit’e özel imtiyazlar tanındı; yani yeni bir sözleşme/açılım yapıldı.
25 Ekim 1878deki bu Halepa Sözleşmesi/Açılımı şöyle olacaktı:
Girit Valisi sadece Müslümanlardan seçilmeyecekti, Hıristiyan da olacaktı.
Vilayet genel meclisinde Rumlar (49/31) çoğunlukta olacaktı.
Hıristiyan kaymakamlar Müslüman kaymakamlardan sayıca fazla olacaktı.
Vilayet Meclisi ve mahkeme dili Rumca olacak; ancak resmi zabıtlar v e dilekçeler Rumca ve Türkçe olabilecekti.
Ve en önemlisi asayişi sağlayan jandarma, yerli halktan seçilecekti.
Osmanlı bu açılıma da Evet dedi. Yeter ki kardeş kanı dursun diyordu.
Fotyadi Paşa, Sava Paşa, Kostaki Anthopulos Paşa, Nikolaki Sartinski Paşa gibi isimleri sırasıyla Girit’e vali atadı.
Diyeceksiniz Artık bu açılım adaya sükûnet getirmiştir!
Hayır...
Açılımın üçüncü aşaması
Avrupa’ya müdahale hakkı
1885-1888de Girit iki ayaklanmaya daha sahne oldu.
Fakat en büyük isyan 1896da oldu.
Artık taraflardan biri asker değildi; Ağride, Kaliveste, Resmoda, Hanyada vd. 250 yıldır birlikte yaşayan komşular birbirine silah sıkmaya başladı.
Girit yanıyordu.
Tabii yine beklenen oldu; İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya, Rusya olaylara müdahale etti. Asayiş amacıyla savaş gemilerini Girit’e gönderdiler.
Ve Osmanlıya yine, yeni bir sözleşme/açılım dayattılar.
Girit valisi kesinlikle Hıristiyan olacaktı.
Vali, adada karışıklık çıkması halinde Batıdan silah ve asker yardımı isteyebilecekti.
Hemen genel af ilan edilecekti.
Memurların üçte biri Hıristiyan olacaktı.
Avrupalı hukukçular adli bir ıslahat reformu hazırlayacaktı .
Osmanlı bu açılıma da boyun eğdi.
Başken t İstanbul’un Girit’te açılım yapmaktan başı dönmüştü.
Ancak 25 Ağustos 1896 Nizamnamesi/ açılımı Girit’ten kopuşu hızlandırdı.
Elleri silahlı Rumlar artık şehir merkezlerinde bile gezip, kimseden korkmadan Türkleri öldürmeye başladı. Bu cinayetler sonucu, Amcaoğlu Hüseyin, Bedeloğlu Mehmet, Bunacuoğlu Selim Ağanın çoban oğlu, Yanatoğlu Halim, Salih Kaziyatoğlu, Güldanoğlu Hüseyin, Muradoğlu Hasan, Osman Korethaki gibi yüzlerce Türk öldürüldü.
Resmolu Hüseyin Subaşaki gibi Türkler şehit edildikten sonra, hıncını alamayan asiler tarafından kafatası bıçak ve sopalarla delik deşik edildi.
Türkler korunaksızdı.
Girit’in Hıristiyan valisi, kasten Osmanlıdan asker yardımı istemiyordu; Türklerin Girit’ten gitmesini istiyordu.
Girit’te oluk oluk Türk kanı akıyordu.
Tek tek öldürmeler kısa zamanda toplu katliamlara neden oldu. Elida, Ahladina, Nisiya, Balyovici, Sika, Lisinsi, Mulina, İskalavos , Handra, Akriba, Lamnon, Ziru gibi Türk köyleri yakılıp yıkıldı; Müslüman ahalisi öldürüldü.
Türkler adadan kaçış yolu arıyordu artık.
Hanya ve Resmo’da altmış bin Müslüman sığınmacı kurtarılmayı bekliyordu.
Giritli Müslümanlar, açılım gereği Osmanlının Girit’e asker çıkaramayacağını anlayınca, İran Şahı Muzafferiddin Handan yardım istedi!
Sadece Girit’te değil Yanya’daki feryatlara Avrupalının kulağı kapalıydı.
Sonunda Osmanlı, 18 Nisan 1897de Yunanistan’a savaş açtı. Beklendiği gibi bir ay gibi kısa sürede Yunan ordusunu perişan etti.
Türk ordusu Atina’ya girecekken, Rus Çarı II. Nikolayın isteği ve İngiltere’nin baskısıyla II. Abdülhamid Türk ordusunu durdurdu.
Yapılan barış görüşmelerinde galip Osmanlı, bırakın bir avuç toprak almayı, savaş tazminatını bile alamadı.
Aksine Girit’teki nüfuzunu kaybetti...
Açılımın dördüncü aşaması
Otonom ilan edildi
DİYECEKSİNİZ ki, Osmanlı ordusu, Yunanlıları yenince Girit’teki Rumlar korkup sinmişlerdir. Ne gezer!
En acıklısı Girit’te yaşandı. Türkler, Rumları kesecek iddiasıyla Avrupa devletleri (İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya) adaya asker çıkardı. Asayişi artık onların askeri sağlayacaktı!
O halde Girit’te Türk askerine gerek var mıydı? Diyorlardı ki, Osmanlı askeri gidince Rumlar bir daha ayaklanmazdı! Gülmeyiniz, aynı gerekçeler günümüzde Kıbrıs için de söyleniyor...
Avrupa’nın bu kandırmasıyla Türk askeri 1898de Girit’ten çekildi.
Ada otonom ilan edildi.
Girit’in kaderi, Avrupalılara bırakıldı. Avrupalılar, Rumların ve Türklerin can ve mal güvenliklerini garanti altına aldıktan sonra adadan ayrılacaklardı . Girit’e böylece barış gelecekti. Harika!
Tabii bu arada bir şart daha ileri sürüldü: Girit valisini seçme hakkı Osmanlı padişahına bırakıldı. Ancak istisnai bir durum vard ı; büyük devletlerin o valiyi onaylaması gerekiyordu. Yoksa kendileri atama yapacaklardı. Ne oldu dersiniz; Osmanlının karşı koymasına rağmen Prens Otto Girit Valisi yapıldı.
Kısa bir süre sonra dört devlet adadan çekildi.
Ve Rumlar hemen adaya Yunan bayrağı çekti. Hani barış gelecekti; beyaz güvercinler uçacaktı adanın üzerinde?
Osmanlı büyük bir diplomasi başarısıyla(!) bayrağı indirtti. Karşılık olarak, Avrupa ülkelerinin ve Yunanistan’ın tepkisini çekmemek için, İstanbul’da sahnelenen Girit adlı tiyatro oyununu sansürledi. Şaka gibi...
Ve sonuç
Toprak kaybı
OSMANLI, Avrupalı dört devletin oyalayıcı sözlerine, teminatlarına ve açılım masallarına hep inandı.
Bunun karşılığında Girit’i kaybetti.
Bu da şöyle oldu: 1910da Girit Meclisi Yunanistan’la birleşme kararı aldı.
Anadolu’nun birçok yerinde mitingler yapıldı; Türkler, Girit’te savaşmak için gönüllü asker müracaatında bulundu; Yunan malları boykot edildi, gemileri Osmanlı limanlarına sokulmadı; Osmanlı konuyu Lahey Hakem Mahkemesine götürmek istedi vs. vs.
Bunların pek yaptırımı olmadı.
Girit onca açılıma rağmen 1913’te Osmanlının elinden kuş olup uçtu, gitti!
Giden toprağın yüzölçümü 8.336 kilometrekare idi.
alıntı
Girit manileri...
An pas sti Kriti Kritiça şereta mu ti Kriti
Şereta mu çe to vuno pu to lene Psiloriti
Girit kızı Girit’e gidersen Girit’e selâm götür
Adı da Psilorit olan o dağa da selâm götür
Şereta mu çe to vuno pu to lene Psiloriti
Girit kızı Girit’e gidersen Girit’e selâm götür
Adı da Psilorit olan o dağa da selâm götür
HORASANİ-ZADE DERVİŞ ALİ DEDE’NİN BEKTAŞİLİĞİ GİRİT’E GETİRİŞİ
Tokat Alevi Kulübü
Usta-zade Girid’li Yunus Beyin Kandiya’da aldığı notlarından, ileriki yıllarda Orhan F. Köprülü tarafından; Bektaşiliğin Girit’e intişarı adıyla yayımlanan makale. Oradan sunuyorum;
“Bektaşi tarikatını Girit’e getiren, Horasani-zade Mevlana Derviş Ali Dede’dir.(Mevlana adı olup Mevlevilik ile bir ilgisi yoktur.) Bu zat Ankara Vilayeti Kırşehir müftüsü, Horasan’ın Türkmen aşiretlerinden; Horasanlı Mehmed Hüdabende’nin büyük oğludur. Tahsilini bitirdikten sonra İstanbul’a geldi. İmtihan vererek Süleymaniye darülhadisine girdi. Orayı da bitirdi icazet aldı. Sonra memleketine dönerek babasının yanına gitti. Maneviyata merakı sebebiyle babasının tarikatına girdi. Kırşehir sancağı Hacı Bektaş nahiyesinde Suluca Karahöyük mevkiinde (Şimdi Nevşehir’e bağlıdır.) tarikatın piri Hacı Bektaş-ı Veli hazretlerinin Pir evi adıyla bilinen Büyük Tekkesine gitti. Her şeyi terk ederek tarikata katıldı ve derviş oldu. Sırayla tüm aşamalardan geçti. Osmanlının Kalyon vakasıyla 1054 (1664) Girit’i feth etmek için harekete geçmesiyle, Her yerde harekete geçildi. Pir evi Osmanlı ordusunun Hazreti Pirin hamisi olduğunu bilir ve itikat ederdi. Bu nedenle Pir evi postunda bulunan Dimetokalı Vahd Dede bu eski gelenek üzerine Girit seferi için kafileyi teşkil etti ve ehliyeti herkesçe bilinen Horasani-zade’yi hilafet payesiyle halife yaptı ve kafileye kafile başı yaptı. Horasani-zade kafilesiyle Girit’e (25 Rebiülahir 1055(1645) )gitti. Orada dergahın kurulması ise 1060 (1650) dir. Doğum tarihi belli olmasa da Hakka yürümesi (vefatı) 1082 (1671-1672) dir. Kandiye yakınlarında güneyinde (45 dakika) ismine izafe olunan Horasanlı dergahının cennet misali bahçesinde bir türbe içindedir.”
Baki Öz ise “Balkanlarda Alevi – Bektaşilik” yazısında; Girit’e Bektaşiliği, Horasan Türkmenleri soyundan Kırşehirli Horasanlı Mevlana Derviş Ali Dede sokar. 1664’de Girit’in alınması sırasında ora “Bektaşi yoksulları kafilesi”nin başı olarak katılmıştır. Derviş Ali Girit’te Bektaşiliği örgütler, kurumlarını (dergâhlarını/ tekkelerini) açar, babalar atar. Böylece Horasanlı Degâhı, Girit’te Bektaşiliği halka benimseten merkez olur. Girit’te Bektaşiler Kandiye, Resmo ve Hanya kentlerinde yoğunluktadırlar.
Mersin’de eski Giritli diye anılan, Giritliler: Girit adasında yüzyıllardır var olan Türk unsuru 1820’li yıllarda Osmanlının gücünü kaybetmesiyle adada Türkler için kötü günlerin başlangıcıydı. Yıllar süren baskı zulüm ve katliamlar karşısında dönemin padişahı Abdülhamit Han’a durumu bildirirler. Eski Giritli diye bilinen Türkler Girit adasından 1898’de Adana, Mersin, Hatay gibi bir çok sahil kentine gelmişler. Bir müddet Han hamam gibi yerlerde kalmışlar. 1902’de iskan olmuşlar. Padişahın tapu vermesi üzerine yada diğer bir deyişle ihsan eylemesinden dolayı İhsaniye köyü yada İhsaniye mahallesi adlarını almıştır. Şimdiki Hebilli köyü Kale mahallesi de Giritlilere 45 hane olarak iskan edilmiştir. O zamandan kalan bazı yapılar vardır. 1. Dünya Savaşı patlak verince her haneden bir kişi yani 45 kişi savaşa katılmış 43 şehit 2 gazi ile köyde büyük kayıp yaşanmış. Yalnız kalan aileler Tarsus’ta ve Mersin’deki yakınlarına gitmişler. 5 – 6 hane kalan köy Kurtuluş savaşından sonra yine çoğalmaya başlamışlar. Yeni Giritliler diye anılan, Giritliler: 1924 yılında Cumhuriyetin ilanından sonra mübadele ile Türkiye’ye gelen Girit Türkmenleridir. 1935 itibariyle adada Türk unsuru tamamen bitmiştir.
alıntı
Usta-zade Girid’li Yunus Beyin Kandiya’da aldığı notlarından, ileriki yıllarda Orhan F. Köprülü tarafından; Bektaşiliğin Girit’e intişarı adıyla yayımlanan makale. Oradan sunuyorum;
“Bektaşi tarikatını Girit’e getiren, Horasani-zade Mevlana Derviş Ali Dede’dir.(Mevlana adı olup Mevlevilik ile bir ilgisi yoktur.) Bu zat Ankara Vilayeti Kırşehir müftüsü, Horasan’ın Türkmen aşiretlerinden; Horasanlı Mehmed Hüdabende’nin büyük oğludur. Tahsilini bitirdikten sonra İstanbul’a geldi. İmtihan vererek Süleymaniye darülhadisine girdi. Orayı da bitirdi icazet aldı. Sonra memleketine dönerek babasının yanına gitti. Maneviyata merakı sebebiyle babasının tarikatına girdi. Kırşehir sancağı Hacı Bektaş nahiyesinde Suluca Karahöyük mevkiinde (Şimdi Nevşehir’e bağlıdır.) tarikatın piri Hacı Bektaş-ı Veli hazretlerinin Pir evi adıyla bilinen Büyük Tekkesine gitti. Her şeyi terk ederek tarikata katıldı ve derviş oldu. Sırayla tüm aşamalardan geçti. Osmanlının Kalyon vakasıyla 1054 (1664) Girit’i feth etmek için harekete geçmesiyle, Her yerde harekete geçildi. Pir evi Osmanlı ordusunun Hazreti Pirin hamisi olduğunu bilir ve itikat ederdi. Bu nedenle Pir evi postunda bulunan Dimetokalı Vahd Dede bu eski gelenek üzerine Girit seferi için kafileyi teşkil etti ve ehliyeti herkesçe bilinen Horasani-zade’yi hilafet payesiyle halife yaptı ve kafileye kafile başı yaptı. Horasani-zade kafilesiyle Girit’e (25 Rebiülahir 1055(1645) )gitti. Orada dergahın kurulması ise 1060 (1650) dir. Doğum tarihi belli olmasa da Hakka yürümesi (vefatı) 1082 (1671-1672) dir. Kandiye yakınlarında güneyinde (45 dakika) ismine izafe olunan Horasanlı dergahının cennet misali bahçesinde bir türbe içindedir.”
Baki Öz ise “Balkanlarda Alevi – Bektaşilik” yazısında; Girit’e Bektaşiliği, Horasan Türkmenleri soyundan Kırşehirli Horasanlı Mevlana Derviş Ali Dede sokar. 1664’de Girit’in alınması sırasında ora “Bektaşi yoksulları kafilesi”nin başı olarak katılmıştır. Derviş Ali Girit’te Bektaşiliği örgütler, kurumlarını (dergâhlarını/ tekkelerini) açar, babalar atar. Böylece Horasanlı Degâhı, Girit’te Bektaşiliği halka benimseten merkez olur. Girit’te Bektaşiler Kandiye, Resmo ve Hanya kentlerinde yoğunluktadırlar.
Mersin’de eski Giritli diye anılan, Giritliler: Girit adasında yüzyıllardır var olan Türk unsuru 1820’li yıllarda Osmanlının gücünü kaybetmesiyle adada Türkler için kötü günlerin başlangıcıydı. Yıllar süren baskı zulüm ve katliamlar karşısında dönemin padişahı Abdülhamit Han’a durumu bildirirler. Eski Giritli diye bilinen Türkler Girit adasından 1898’de Adana, Mersin, Hatay gibi bir çok sahil kentine gelmişler. Bir müddet Han hamam gibi yerlerde kalmışlar. 1902’de iskan olmuşlar. Padişahın tapu vermesi üzerine yada diğer bir deyişle ihsan eylemesinden dolayı İhsaniye köyü yada İhsaniye mahallesi adlarını almıştır. Şimdiki Hebilli köyü Kale mahallesi de Giritlilere 45 hane olarak iskan edilmiştir. O zamandan kalan bazı yapılar vardır. 1. Dünya Savaşı patlak verince her haneden bir kişi yani 45 kişi savaşa katılmış 43 şehit 2 gazi ile köyde büyük kayıp yaşanmış. Yalnız kalan aileler Tarsus’ta ve Mersin’deki yakınlarına gitmişler. 5 – 6 hane kalan köy Kurtuluş savaşından sonra yine çoğalmaya başlamışlar. Yeni Giritliler diye anılan, Giritliler: 1924 yılında Cumhuriyetin ilanından sonra mübadele ile Türkiye’ye gelen Girit Türkmenleridir. 1935 itibariyle adada Türk unsuru tamamen bitmiştir.
alıntı
“Ümit” Girit Sularına Gömüldü; Girit Giritlilerin Yüreğine…
Ümit” Girit Sularına Gömüldü; Girit Giritlilerin Yüreğine…
Doç.Dr. Kemal Arı·
Her Giritlinin bağrında bir Girit yatar; Girit’in bağrında ise Ümit… Göçmen olmak zordur; göçmeni taşımak ise yaşı yarım yüzyılın üzerine çıkmış ihtiyar bir gemi için o ölçüde zor olmalı! Girit kendisini terk etmek zorunda kalan Girit mübadillerinin gözyaşları içinde ufukta yitip kalan vatanlarının adıdır; Ümit ise, zorlu bir yolculuğa başlamak için beklerken bu yolculuğa gücü yetmeyen ve yaşlı bedenini Kandiye’nin sularına bırakıveren bir Türk gemisi…
Sanki yazgılar, Girit’in sularında kesişmiş gibidir.
Ümit Girit’in sularına gömüldü; Girit Giritlilerin Yüreğine…
Girit’in değişik kentlerinde gündelik yaşamda çoktandır değişmeler olmakla birlikte, 1922 yılının sonlarında adımlar daha da hızlandı. Yürekler daha bir derinden atmaya başladı. Bir haber kulaktan kulağa bomba gibi patlayıvermişti: Mustafa Kemal Paşa’ya bağlı ordular, Venizolos’un Anadolu içlerine sürdüğü Yunan ordusunu darmadağın etmişti. Türk süvarileri İzmir’e doğru ilerliyorlardı.
Şaşkınlık heyecanla yumak olmuştu; yürekleri bir duygu sarmalı sarmıştı. Girit’te bu habere Türkler içten içe seviniyor; Rumlar “Türkler buralara da gelirler mi?” kaygısı ve endişesini yaşıyorlardı. Meraklı gözler haberin doğruluğunu araştırıyorlardı. Söylentiler gittikçe kabarmış; kimi şaşırtıcı dedikoduların arasında gerçek bilgilerin de olduğu bir süre sonra anlaşılmıştı. Müslümanlar camilerde heyecanla duygularla dua ediyor; Rumlar endişe içinde kiliselerde istavroz çıkarıyorlardı. Bu haberlerin ardından bütün Yunanistan’a yığın yığın perişan Anadolulu Ortodokslar dökülmeye başladılar. Resmi çevrelerin özene bezene saklamaya çalıştığı söylentilerin doğru olduğu bu sefalet içindeki insan görüntülerinden anlaşılmıştı. Anadolu Rumluğu sökün etmiş, ana kara Yunanistan’a ve Yunanistan’a bağlı adalara akıyordu…
Yürekler ağızlardaydı. Gelişmeler, bir tarihsel dönüm noktasında olduklarını zihinlerine çakıyordu.
Giritliler kendini, Rum olsun, Türk olsun; Yunanlıdan ayrı görüyorlardı. Bu adaya özgü bir durumdu. Giritlilik adıyla dillendirilen kendilerine özgü bir kimlik geliştirmişlerdi. Türklerin pek çoğu Türkçe bilmezdi. Hatta konuşulan yerel dil de Yunancadan çok ayrıydı. Kendine özgü bir kimlik etrafında öbeklenmiş farklı kültürler vardı; ancak bunlarda da din ve milliyet farkı gözetilmeksizin, yaşamın her alanıyla ilgili iç içe geçmişlik görülüyordu. Doğup büyüdükleri bu topraklarda geçen yüzyıldan beri başlayan huzursuzluklar can sıkıcıydı. Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra, Giritli Rumların bu adayı Yunanistan’a bağlamak yönündeki gayretleri, hoyratlıkları, kabaran Yunan milliyetçiliğiyle birlikte yaşanan sayısız cinayet, parçalanan Müslüman bedenleri ortak bellekte kazılıydı. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın isyanı bastırmak için uğraşıları; bu ilk kalkışmayı bastırmış olsa da ardından çıkan ve bir türlü sonu gelmeyen yeni ayaklanmalar, cinayetler, toplu katliamlar, büyük güçlü devletlerin soruna el atarak, adım adım Girit bunalımının uluslar arası bir sorun haline gelişi... Yapılan ıslahatlar, verilen özerklik; buna karşın hiç durmayan Yunan Milliyetçiliği ve Rum hoyratlığı… Bütün bunlar geçen günlerin derinliklerinden gün ışığına çıkarak sırıtıyor, bir film şeridi gibi ortak bellekte akıp duruyordu.
Ancak yine de Giritli olmaktan gurur duyuyorlardı. Son yüzyılın bu ayrıştırıcı niteliğine karşın, çok daha eskilerden ve derinlerden gelen ortak bir duygusal birliktelik de vardı. Ayrışıklığın yanı başında, kökleri derinlere uzanan ortak duygu yumağının sarmalındaydılar. İster istemez, dış dünyaya belli ölçülerde kapalı bu alanda ortak tavırlar, ortak duygusal duruşlar ve ortak bir beden dili yaratmışlardı. Giritli Müslümanlar olarak, bu adanın bir parçasıydılar. Yaşamlarının geriye kalanını buralarda, bu topraklarda geçirmek istiyorlardı. Kendilerine ait mezarlıkları vardı; aile büyükleri buralarda gömülüydüler. Camileri, tekkeleri, mezarlıkları, giyim kuşamları ve geleneklerinin bütünü ile bu topraklara aittiler. Önceleri, Müslüman-Hıristiyan ayırımı gözetmeden, adanın kapalı havası içinde iç içe birlikte yaşıyorlardı. Ayrı dinleri ve mezhepleri paylaşsalar da, hatta “Bizim gibi Müslüman” dedikleri ve aynı dini paylaştıkları insanların içinde Mevleviler, Bektaşiler olsa da; sonuçta ortak bir kültürü paylaşıyorlardı. Ortak yemekler yiyorlar, ortak bir dili konuşuyorlar, bir eğlencede ya da matem havasında, ortak bir duyguda birleşebiliyorlardı. Genç kızların özenerek yaptıkları nakışlardaki çeyizlik motiflerde ortak pek nakış vardı. Giyimlerinde ve kuşamlarında da benzeşmeler görülüyordu. Kuşkusuz, Rum’u Türk’ten ayıran özellikler ve giyim biçimleri vardı, ancak ayrıştıran özelliklerden daha çok, benzer özellikleri bulunuyordu. Farklılıkların kesiştiği ortak alanda, ortak bir şeyleri de yaşıyorlardı. Örneğin bir düğünde ya da bir coşku anında gençlerin nara atışları bile ortaktı. Yandaki Hıristiyan komşuları domuz eti yerlerken, kendileri yemiyordu. Ancak kuzu eti yemeyi pek seviyorlardı. Yaptıkları yemeklerine cömertçe koyun eti katıyorlardı. Salyangozu Rumlar yiyorlardı; Türklerden de salyangoz yiyenler vardı. Kimileri de keçi etine düşkündü. Ancak bütün Giritlilerde olduğu gibi zeytin ve zeytinyağı sofralarının tacıydı. Ot kültürü, Rum-Türk ya da Müslüman Hıristiyan ayırımı pek yapmıyordu. Her birinin evinin bahçesinde öyle ya da böyle zeytin, limon ve diğer narenciye ağaçları vardı. Peksimet, her Giritlinin neredeyse torbasından hiç eksiltmediği yiyeceğiydi. Girit’in dağlık arazilerinde, o ya da bu nedenle günlerdir evlerinden uzak olmaları, zor bozulan bu gıdayı yapmayı öğretmişti onlara. Önce adayı saran korsanlar, ardından Rum eşkıyaların hunharlıkları bu kopuşun belli başlı nedenleriydi. Bunun yanı sıra sürü sahibi olup, aylarca sürülerinin peşinden gidenlerin de uzun süre hiç bozulmayan, sürekli sert ve kuru kalan, ancak hafif ıslatıldığında yumuşayıveren bu yiyeceği çok değerli kılmıştı Giritlilerin gözünde.
Ya ottan yaptıkları yemeklerine ne demeli?
Otlardan yaptıkları değişik yemekleri yemeye bayılıyorlardı. Değişik isimler verdikleri otları genellikle haşlıyorlardı. Kavurarak yemeyi pek sevmezlerdi. Tencereye koydukları ot doğal rengini yitirmeden yemeklerini yapıyorlardı. Otlar kalın doğranmalı, tabağa konulduğunda diri durmalıydı. Börekleri meşhurdu. Çok sevdikleri, Girit’in neredeyse her yerinde buldukları bu otların içine kimi zaman tavuk, kimi zaman kuzu eti ya da pirinç gibi başka gıdalar ekleyip bir tür içlik oluşturarak, özene bezene böreklerini yaparlardı. Özellikle “Çullama” dedikleri börekleri vardı. Bir tepsiye özenerek serilen yufkanın içine özel bir karışım koyarlardı. Pirinç eklenmiş ciğerli iç pilavın arasına haşlanmış tavuk eti ve akıllarına göre değişik otlar serpiştirerek çullamanın içini hazırlarlardı. Üzerine başka bir yufka sererek, odun fırınına atarlardı. Her Giritli çullamayı bilir ve severdi. Şevketi bostanları, kuzu etli marathaları; bir de mizitro pideleri ve her Giritli için her zaman afiyetle yenen arapsaçı… Hele bu otlar mutfaklarında o kadar çeşitliydi ki: Sarmaşık, ebegümeci, ısırgan, cibez, stifno, turpotu, ısırgan, kenger, hindibağ, şevket-i bostan, gelincik, labada, kuşotu, sinirotu, helvacık, radika, deniz börülcesi, kuşkonmaz, arapsaçı, marata, tarlaçakısı, tarla çivisi ilk akla gelenlerdi. Şevket-i bostan kuzu etinden yapılırdı. Isırgan ve tere ile gelincik böreği neredeyse her Giritli tarafından bilinirdi. Zeytinyağlı turp otu, midyeli pilav gibi yığınla kendine özgü yemekleri bulunuyordu.
Girit’in havası ayrı, yemekleri ayrıydı…
Kültürlerinin yumak haline getirdiği Giritlilik kimliği bu kadar yoğun bir duyguyken, iç içe geçmişlik herkes için bu kadar belirgin ve yoğunken ya şimdi ne olacaktı? Geçmiş dönemlerde kimi zaman kendi yaşadıkları kimi zaman da büyüklerinden duya geldikleri göçler mi yaşanacaktı? Bu olguyu düşünmek bile istemiyorlardı; ama yine de havalar bulanmıştı. Göçün kokusu sezinleyen burunlara çoktan düşmüştü.
Bu yeni gelişmelerle birlikte gittikçe artan ve keskinleşen Yunan hoyratlığı birden bire azıvermişti. Duruşlar katı ve keskindi. Müslüman olarak gördükleri Müslümanlara karşı, eskiden çok şeylerini paylaşmış oldukları komşuları hoyratça davranıyor; bir de bunlara siyasilerin katı duruş ve siyasetleri eklenince, Girit onlar için cehennem hayatına dönüyordu. Kimisi tüccar, kimisi rençperdi. Alın terleriyle bu topraklara kök salmışlardı; her ölümle geçmişe kök salıyorlar, her evlilikle geleceğe filiz verip, uç atıyorlardı. Emekleriyle kazanıp, yaşamlarını sürdürdükleri, kenetlenip sarıldıkları Girit’te şimdi emanet gibiydiler.
Artık, çok sevdikleri Girit onlar için cehennemleri olmuştu.
Ve günün birinde, hep bekledikleri, ancak hiç duymak istemedikleri bir haber kulaktan kulağa yayılıverdi. Giritli Müslümanlara da batı Trakya dışındaki bütün Yunanistanlı Müslümanlar gibi göç yolları görünmüştü. Yürekler duracak gibiydi. Boğazlar düğüm düğüm, gözler yaşlıydı. Mübadele ediliyorlardı. Görmedikleri, duymadıkları dilleri konuşan komisyon üyesi kişiler köy köy dolaşıp, ellerinde defterleri, kayıtlar tutuyorlar, mallarını saptamaya çalışıyorlardı. Pek çok Giritli zaten, daha bu kurul üyeleri gelmeden yollara dökülmüştü. Doğdukları Girit, bundan sonraki yaşamlarında bir zamanlar yaşadıkları Girit olacaktı. Acı, yüreklerde derin tortular oluşturuyordu. Gelecek meçhuldü; geçmiş ise bıçak ucuyla yüreklerde hep kanayacak derin izler bırakıyordu. Anılar beyinlere saplanmış burguydu. Bütün duygu dünyaları buza kesmişti. Zaten bir süre sonra, Yunanlı yetkililer ana kara Yunanistan’dan gemilere yükleyip, bazı Rum göçmenleri Girit’e getirmeye başladıklarında her şeyi çok daha net olarak görmeye başlamışlardı.
Girit’ten Anadolu’ya göç başlıyordu. Ve pek çok Giritli Türk’ün geriye dönüp, “Elveda Girit, elveda doğduğum toprak!” diye avaz avaz bağırası geliyordu.
Yollar artık Giritlilerin ayakları altında eziliyordu. Çoluk çocuk yollara dökülmüş, kıyılara doğru akıyorlardı. Gün geldi gemiler iskelelere dayanıverdiler. Hanya, Kandiye ve Resmo bu iskelelerin en ünlüleriydiler.
Bu gemiler Türkiye’den, Türk bayraklarıyla geliyorlardı. O günlerde Yunanistan’da veba söylentileri vardı. Bu nedenle gemilerin her birinde Türkiye’den ayrılmadan önce fare temizliği yapılıyordu. Her gemi veba virüsüne karşı arındırılıyordu. Göçmenlere gemilere binmeden önce bir bir aşılar uygulanıyordu.
Gemiler artık yollardaydı. Sıra sıra, kimi zaman aynı gün kimi zaman aralıklar biçiminde göçmen taşımaya başlamışlardı. Nilüfer, Giresun, Mersin, Akdeniz, Rize, Bahrıcedit bu gemilerden bir kaçıydı. Hayvanlarıyla, yanlarında taşıyabildikleri denk yığınlarıyla gemilere yerleşiyorlar; köpüren dalgalar arasında gözleri nemli, boğazları düğümlenerek, ufukta yitip giden Girit’i son kez görmek için geminin güverte kıyılıklarına üşüşüyorlardı. Mevsimine ve yolun uzunluğuna göre, her geminin yaşadığı serüven ve her gemideki göçmenin yüreğinde yaşadığı fırtına ayrı ayrıydı. Kimi gemiler fırtınaya yakalanıp batma tehlikesi atlatmışlardı; kimileri kar ve yağmur altında tentesi olmadığı için ıslanan göçmenleri günlerce ıslak bedenleriyle taşımışlardı. Her gemide, her bedende ayrı fırtınalar kopuyordu. Gemiler Girit’ten uzaklaştıkça, her yürekte Girit özlemi çoktan başlamıştı bile…
1924 yılının Nisan ayının ilk günlerinden biriydi. Girit sularında bir gemi Giritli göçmenleri bindirmek için bekliyordu. Girit iskelelerine gelen ve öbek öbek gruplar oluşturan göçmenler gemiye binmekte isteksiz duruyorlardı. Gemi’nin adı Ümit’ti. 55 yaşındaydı. Kurtuluş Savaşı’nın bu emektar gemisi, hem Anadolu’ya insan geçişinde, hem de Karadeniz kıyısına Sovyetlerden gelen silah, cephane taşınmasında rol almıştı. Türk Ordusu’nun gereksinim duyduğu asker, silah ve cephane taşıma işinde sürekli yer almıştı. İngiliz devriyeler tarafından sık sık arama yapılan gemiye bir keresinde İngilizler tarafından el de konulmuştu[1]. Bu yorgun gemi, şimdi Türkiye’nin yeni denizcilik ülküsünün önemli bir aktörü olarak Girit sularında, iskeleler arasında göçmen yüklemek için mekik dokuyordu. Girit’teki iskelelerden benzer nedenlerden ötürü, Ümit gemisine göçmenler binmemişlerdi. Kandiye’deki Türk Yükleme Kurulu’na bir yazı yazılarak, bu konunun üzerinde durularak, gereken bilgilerin verilmesi istendi[2]. Gelen yanıtta neden açıktı: Mübadele Bakanlığı, göçmenlerin zengin ve yoksul kesimlerden karışık olarak göçmen taşımasını istemişti. Üstelik gidecekleri yerler olarak hiç duymadıkları Anadolu kentlerinin ya da kırsalının adı söyleniyordu. Korkuyorlardı. Bilmedikleri bir coğrafyada, savruluşlarının olası dramatik sonu onları ürkütüyordu.[3]
Giritliler gemiye binmeyince Ümit gemisi de uzun süre Girit’teki iskelelerde bekledi. Gemi o dönemin bütün gemileri gibi buharlıydı. Kazanlarını kömürle ısıtıyordu. Bakanlık bütün gemilere kömürlerini Zonguldak’tan alma yükümlülüğü getirmişti. Ümit de kömürünü Zonguldak’tan yükleyip yola çıkmıştı. Ancak gittikçe uzayan bu bekleyiş, ardından o iskeleden bu iskeleye gidip geliş can sıkıyordu. Bu süreçte sürekli motorlarını çalıştırıp susturmak zorunda kalan geminin sonunda kömürü bitmişti. Bir o iskeleye, bir bu iskeleye gidip, göçmen yüklemeye çalışan Ümit bir türlü göçmen yükleyemiyordu. Bu mekiklerin sonunda gemi Kandiye açıklarında beklemeye başladı. Kömürü biten gemi manevra yeteneğini yitirmişti. Gemi kaptanı Hüseyin Bey çaresizdi. Kabaran dalgalarla birlikte gemi dalgaların savruluşu ve akıntının etkisiyle sürüklenmiş, sonunda ağır bir yara alacak şekilde karaya oturmak zorunda kalmıştı. Çarpmanın etkisiyle kıç kısmından ikiye bölünen gemi, suların azgın saldırısı karşısında kalmış ve batmaya başlamıştı. Gemi su alıyordu. Ümit karaya oturduktan sonra fırtınanın sürmesinden dolayı bölgeye uzun kurtarma gemisi gönderilememişti.
Ümit’in kısmen batarak Girit sularında karaya oturuşu, dönemin en heyecanlı haberlerinden biri oldu. Basında ağırlıklı olarak, gemi kaptanları sorumlu tutuluyordu. Olayın ardından bir İstanbul gazetesi şu başlığı attı: “Şehrimize gelen kaptanları hesap verecekler. Kabahatleri olup olmadığı bundan sonra anlaşılacak. Baş kaptan raporunu yönetime verdi”[4].
Meraklı gözler, göçmen getirecek geminin niçin battığını gazete satırlarından araştırıyorlardı. Gazetenin verdiği bilgiye göre, Seyri Sefain’e ait olan Ümit, Girit’te battıktan bir süre sonra, geminin kaptanları ile gemide görev yapan diğer gemiciler Mersin gemisi ile İstanbul’a getirildiler. Geminin birinci süvarisi Hüseyin Bey İstanbul’a gelir gelmez, geminin bağlı olduğu o dönemin en büyük gemi işletmesi olan Seyri Sefain Müdüriyeti’ne geldi. Bu idarenin başında Sadullah Bey (Güney) adında eski bir amiral bulunuyordu. Kaptan kazanın nasıl olduğuna, geminin niçin sürüklenip karaya oturduğuna ilişkin raporunu Müdür Sadullah Bey’e sundu. Kaptan Hüseyin Bey’in raporuna göre, gemi çok eski ve çürük bir durumdaydı. Beklenilmeyen bir anda fırtına çıkmış, rüzgârın ve suların basıncına dayanamayan gemi, bütün çabalara karşın, kıç tarafından ikiye ayrılarak kısa bir zamanda suların arasına gömülmüştü. Hüseyin Bey’in İstanbul’a gelmesinden sonra, Seyri Sefain Müdürlüğü yüksek memurlardan oluşan bir inceleme kurulu oluşturdu. Kaptanın verdiği rapor incelendi. Kazanın tanıkları teker teker dinlendi. Kurulun incelemesini en kısa sürede bitireceği düşünülüyordu. Yapılan inceleme sonunda, süvarinin suçlu olduğu ortaya çıkarsa, Hüseyin Efendi’nin idare ile ilişkisi kesilecek ve kaptanlık ehliyeti alınacaktı. Kendisinin yargılanması da söz konusuydu. Sadullah Bey, Ümit’in süvarisi ile ilgili olarak kendisiyle görüşen gazetecilere şunu söylemişti: “Süvarinin raporunda suçun hepsi denize ve fırtınaya yüklenilmektedir. İnşallah işin doğrusu da böyle olsun. Bu gün için Ümit, ümitsiz bir hale gelmiştir. Yani vapuru kurtarmak ihtimali kalmamıştır. Zaten kurtarılsa bile ümit yararlanılacak bir durumda değildir. Batmadan evvel gemiyi satmak lazım gelse idi kimse gemiye enkaz fiyatından fazla on para vermezdi. Düşününüz ki bu gemi 55 senelik bir hayata sahiptir. Hemen hemen bu zamanda kullanılan gemilerin en eskilerinden biridir. Avrupa’da en mükemmel bir gemiyi nihayet yirmi sene kullanırlar. Mamafih biz Ümit vapurunun tekaud ve istirahata hak kazanmış olmasına rağmen ufak tefek işlere göndermekten vaz geçemiyorduk. Şimdi kazazede geminin bütün kısımlarını söküyoruz. Tavanlarına, döşemelerine varıncaya kadar”[5].
Girit’te, Kandiye sularında Ümit yaşlı bedenini dinlendirmek üzere sulara bırakıvermişti. Herkesin kafasındaki ortak soru şuydu: Gemi battığında ya içinde binlerce Giritli Müslüman olsaydı?
Gemi batmış, ancak ölen olmamıştı.
Yürekleri ferahlatan tek şey buydu…
On binlerin yüreğinde Girit ve Giritle ilgili her şey gömülüp kalmıştı; Girit’in azgın sularında gömülüp kalansa, yaşlı bedeniyle Ümit’ti…
alıntı
Doç.Dr. Kemal Arı·
Her Giritlinin bağrında bir Girit yatar; Girit’in bağrında ise Ümit… Göçmen olmak zordur; göçmeni taşımak ise yaşı yarım yüzyılın üzerine çıkmış ihtiyar bir gemi için o ölçüde zor olmalı! Girit kendisini terk etmek zorunda kalan Girit mübadillerinin gözyaşları içinde ufukta yitip kalan vatanlarının adıdır; Ümit ise, zorlu bir yolculuğa başlamak için beklerken bu yolculuğa gücü yetmeyen ve yaşlı bedenini Kandiye’nin sularına bırakıveren bir Türk gemisi…
Sanki yazgılar, Girit’in sularında kesişmiş gibidir.
Ümit Girit’in sularına gömüldü; Girit Giritlilerin Yüreğine…
Girit’in değişik kentlerinde gündelik yaşamda çoktandır değişmeler olmakla birlikte, 1922 yılının sonlarında adımlar daha da hızlandı. Yürekler daha bir derinden atmaya başladı. Bir haber kulaktan kulağa bomba gibi patlayıvermişti: Mustafa Kemal Paşa’ya bağlı ordular, Venizolos’un Anadolu içlerine sürdüğü Yunan ordusunu darmadağın etmişti. Türk süvarileri İzmir’e doğru ilerliyorlardı.
Şaşkınlık heyecanla yumak olmuştu; yürekleri bir duygu sarmalı sarmıştı. Girit’te bu habere Türkler içten içe seviniyor; Rumlar “Türkler buralara da gelirler mi?” kaygısı ve endişesini yaşıyorlardı. Meraklı gözler haberin doğruluğunu araştırıyorlardı. Söylentiler gittikçe kabarmış; kimi şaşırtıcı dedikoduların arasında gerçek bilgilerin de olduğu bir süre sonra anlaşılmıştı. Müslümanlar camilerde heyecanla duygularla dua ediyor; Rumlar endişe içinde kiliselerde istavroz çıkarıyorlardı. Bu haberlerin ardından bütün Yunanistan’a yığın yığın perişan Anadolulu Ortodokslar dökülmeye başladılar. Resmi çevrelerin özene bezene saklamaya çalıştığı söylentilerin doğru olduğu bu sefalet içindeki insan görüntülerinden anlaşılmıştı. Anadolu Rumluğu sökün etmiş, ana kara Yunanistan’a ve Yunanistan’a bağlı adalara akıyordu…
Yürekler ağızlardaydı. Gelişmeler, bir tarihsel dönüm noktasında olduklarını zihinlerine çakıyordu.
Giritliler kendini, Rum olsun, Türk olsun; Yunanlıdan ayrı görüyorlardı. Bu adaya özgü bir durumdu. Giritlilik adıyla dillendirilen kendilerine özgü bir kimlik geliştirmişlerdi. Türklerin pek çoğu Türkçe bilmezdi. Hatta konuşulan yerel dil de Yunancadan çok ayrıydı. Kendine özgü bir kimlik etrafında öbeklenmiş farklı kültürler vardı; ancak bunlarda da din ve milliyet farkı gözetilmeksizin, yaşamın her alanıyla ilgili iç içe geçmişlik görülüyordu. Doğup büyüdükleri bu topraklarda geçen yüzyıldan beri başlayan huzursuzluklar can sıkıcıydı. Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra, Giritli Rumların bu adayı Yunanistan’a bağlamak yönündeki gayretleri, hoyratlıkları, kabaran Yunan milliyetçiliğiyle birlikte yaşanan sayısız cinayet, parçalanan Müslüman bedenleri ortak bellekte kazılıydı. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın isyanı bastırmak için uğraşıları; bu ilk kalkışmayı bastırmış olsa da ardından çıkan ve bir türlü sonu gelmeyen yeni ayaklanmalar, cinayetler, toplu katliamlar, büyük güçlü devletlerin soruna el atarak, adım adım Girit bunalımının uluslar arası bir sorun haline gelişi... Yapılan ıslahatlar, verilen özerklik; buna karşın hiç durmayan Yunan Milliyetçiliği ve Rum hoyratlığı… Bütün bunlar geçen günlerin derinliklerinden gün ışığına çıkarak sırıtıyor, bir film şeridi gibi ortak bellekte akıp duruyordu.
Ancak yine de Giritli olmaktan gurur duyuyorlardı. Son yüzyılın bu ayrıştırıcı niteliğine karşın, çok daha eskilerden ve derinlerden gelen ortak bir duygusal birliktelik de vardı. Ayrışıklığın yanı başında, kökleri derinlere uzanan ortak duygu yumağının sarmalındaydılar. İster istemez, dış dünyaya belli ölçülerde kapalı bu alanda ortak tavırlar, ortak duygusal duruşlar ve ortak bir beden dili yaratmışlardı. Giritli Müslümanlar olarak, bu adanın bir parçasıydılar. Yaşamlarının geriye kalanını buralarda, bu topraklarda geçirmek istiyorlardı. Kendilerine ait mezarlıkları vardı; aile büyükleri buralarda gömülüydüler. Camileri, tekkeleri, mezarlıkları, giyim kuşamları ve geleneklerinin bütünü ile bu topraklara aittiler. Önceleri, Müslüman-Hıristiyan ayırımı gözetmeden, adanın kapalı havası içinde iç içe birlikte yaşıyorlardı. Ayrı dinleri ve mezhepleri paylaşsalar da, hatta “Bizim gibi Müslüman” dedikleri ve aynı dini paylaştıkları insanların içinde Mevleviler, Bektaşiler olsa da; sonuçta ortak bir kültürü paylaşıyorlardı. Ortak yemekler yiyorlar, ortak bir dili konuşuyorlar, bir eğlencede ya da matem havasında, ortak bir duyguda birleşebiliyorlardı. Genç kızların özenerek yaptıkları nakışlardaki çeyizlik motiflerde ortak pek nakış vardı. Giyimlerinde ve kuşamlarında da benzeşmeler görülüyordu. Kuşkusuz, Rum’u Türk’ten ayıran özellikler ve giyim biçimleri vardı, ancak ayrıştıran özelliklerden daha çok, benzer özellikleri bulunuyordu. Farklılıkların kesiştiği ortak alanda, ortak bir şeyleri de yaşıyorlardı. Örneğin bir düğünde ya da bir coşku anında gençlerin nara atışları bile ortaktı. Yandaki Hıristiyan komşuları domuz eti yerlerken, kendileri yemiyordu. Ancak kuzu eti yemeyi pek seviyorlardı. Yaptıkları yemeklerine cömertçe koyun eti katıyorlardı. Salyangozu Rumlar yiyorlardı; Türklerden de salyangoz yiyenler vardı. Kimileri de keçi etine düşkündü. Ancak bütün Giritlilerde olduğu gibi zeytin ve zeytinyağı sofralarının tacıydı. Ot kültürü, Rum-Türk ya da Müslüman Hıristiyan ayırımı pek yapmıyordu. Her birinin evinin bahçesinde öyle ya da böyle zeytin, limon ve diğer narenciye ağaçları vardı. Peksimet, her Giritlinin neredeyse torbasından hiç eksiltmediği yiyeceğiydi. Girit’in dağlık arazilerinde, o ya da bu nedenle günlerdir evlerinden uzak olmaları, zor bozulan bu gıdayı yapmayı öğretmişti onlara. Önce adayı saran korsanlar, ardından Rum eşkıyaların hunharlıkları bu kopuşun belli başlı nedenleriydi. Bunun yanı sıra sürü sahibi olup, aylarca sürülerinin peşinden gidenlerin de uzun süre hiç bozulmayan, sürekli sert ve kuru kalan, ancak hafif ıslatıldığında yumuşayıveren bu yiyeceği çok değerli kılmıştı Giritlilerin gözünde.
Ya ottan yaptıkları yemeklerine ne demeli?
Otlardan yaptıkları değişik yemekleri yemeye bayılıyorlardı. Değişik isimler verdikleri otları genellikle haşlıyorlardı. Kavurarak yemeyi pek sevmezlerdi. Tencereye koydukları ot doğal rengini yitirmeden yemeklerini yapıyorlardı. Otlar kalın doğranmalı, tabağa konulduğunda diri durmalıydı. Börekleri meşhurdu. Çok sevdikleri, Girit’in neredeyse her yerinde buldukları bu otların içine kimi zaman tavuk, kimi zaman kuzu eti ya da pirinç gibi başka gıdalar ekleyip bir tür içlik oluşturarak, özene bezene böreklerini yaparlardı. Özellikle “Çullama” dedikleri börekleri vardı. Bir tepsiye özenerek serilen yufkanın içine özel bir karışım koyarlardı. Pirinç eklenmiş ciğerli iç pilavın arasına haşlanmış tavuk eti ve akıllarına göre değişik otlar serpiştirerek çullamanın içini hazırlarlardı. Üzerine başka bir yufka sererek, odun fırınına atarlardı. Her Giritli çullamayı bilir ve severdi. Şevketi bostanları, kuzu etli marathaları; bir de mizitro pideleri ve her Giritli için her zaman afiyetle yenen arapsaçı… Hele bu otlar mutfaklarında o kadar çeşitliydi ki: Sarmaşık, ebegümeci, ısırgan, cibez, stifno, turpotu, ısırgan, kenger, hindibağ, şevket-i bostan, gelincik, labada, kuşotu, sinirotu, helvacık, radika, deniz börülcesi, kuşkonmaz, arapsaçı, marata, tarlaçakısı, tarla çivisi ilk akla gelenlerdi. Şevket-i bostan kuzu etinden yapılırdı. Isırgan ve tere ile gelincik böreği neredeyse her Giritli tarafından bilinirdi. Zeytinyağlı turp otu, midyeli pilav gibi yığınla kendine özgü yemekleri bulunuyordu.
Girit’in havası ayrı, yemekleri ayrıydı…
Kültürlerinin yumak haline getirdiği Giritlilik kimliği bu kadar yoğun bir duyguyken, iç içe geçmişlik herkes için bu kadar belirgin ve yoğunken ya şimdi ne olacaktı? Geçmiş dönemlerde kimi zaman kendi yaşadıkları kimi zaman da büyüklerinden duya geldikleri göçler mi yaşanacaktı? Bu olguyu düşünmek bile istemiyorlardı; ama yine de havalar bulanmıştı. Göçün kokusu sezinleyen burunlara çoktan düşmüştü.
Bu yeni gelişmelerle birlikte gittikçe artan ve keskinleşen Yunan hoyratlığı birden bire azıvermişti. Duruşlar katı ve keskindi. Müslüman olarak gördükleri Müslümanlara karşı, eskiden çok şeylerini paylaşmış oldukları komşuları hoyratça davranıyor; bir de bunlara siyasilerin katı duruş ve siyasetleri eklenince, Girit onlar için cehennem hayatına dönüyordu. Kimisi tüccar, kimisi rençperdi. Alın terleriyle bu topraklara kök salmışlardı; her ölümle geçmişe kök salıyorlar, her evlilikle geleceğe filiz verip, uç atıyorlardı. Emekleriyle kazanıp, yaşamlarını sürdürdükleri, kenetlenip sarıldıkları Girit’te şimdi emanet gibiydiler.
Artık, çok sevdikleri Girit onlar için cehennemleri olmuştu.
Ve günün birinde, hep bekledikleri, ancak hiç duymak istemedikleri bir haber kulaktan kulağa yayılıverdi. Giritli Müslümanlara da batı Trakya dışındaki bütün Yunanistanlı Müslümanlar gibi göç yolları görünmüştü. Yürekler duracak gibiydi. Boğazlar düğüm düğüm, gözler yaşlıydı. Mübadele ediliyorlardı. Görmedikleri, duymadıkları dilleri konuşan komisyon üyesi kişiler köy köy dolaşıp, ellerinde defterleri, kayıtlar tutuyorlar, mallarını saptamaya çalışıyorlardı. Pek çok Giritli zaten, daha bu kurul üyeleri gelmeden yollara dökülmüştü. Doğdukları Girit, bundan sonraki yaşamlarında bir zamanlar yaşadıkları Girit olacaktı. Acı, yüreklerde derin tortular oluşturuyordu. Gelecek meçhuldü; geçmiş ise bıçak ucuyla yüreklerde hep kanayacak derin izler bırakıyordu. Anılar beyinlere saplanmış burguydu. Bütün duygu dünyaları buza kesmişti. Zaten bir süre sonra, Yunanlı yetkililer ana kara Yunanistan’dan gemilere yükleyip, bazı Rum göçmenleri Girit’e getirmeye başladıklarında her şeyi çok daha net olarak görmeye başlamışlardı.
Girit’ten Anadolu’ya göç başlıyordu. Ve pek çok Giritli Türk’ün geriye dönüp, “Elveda Girit, elveda doğduğum toprak!” diye avaz avaz bağırası geliyordu.
Yollar artık Giritlilerin ayakları altında eziliyordu. Çoluk çocuk yollara dökülmüş, kıyılara doğru akıyorlardı. Gün geldi gemiler iskelelere dayanıverdiler. Hanya, Kandiye ve Resmo bu iskelelerin en ünlüleriydiler.
Bu gemiler Türkiye’den, Türk bayraklarıyla geliyorlardı. O günlerde Yunanistan’da veba söylentileri vardı. Bu nedenle gemilerin her birinde Türkiye’den ayrılmadan önce fare temizliği yapılıyordu. Her gemi veba virüsüne karşı arındırılıyordu. Göçmenlere gemilere binmeden önce bir bir aşılar uygulanıyordu.
Gemiler artık yollardaydı. Sıra sıra, kimi zaman aynı gün kimi zaman aralıklar biçiminde göçmen taşımaya başlamışlardı. Nilüfer, Giresun, Mersin, Akdeniz, Rize, Bahrıcedit bu gemilerden bir kaçıydı. Hayvanlarıyla, yanlarında taşıyabildikleri denk yığınlarıyla gemilere yerleşiyorlar; köpüren dalgalar arasında gözleri nemli, boğazları düğümlenerek, ufukta yitip giden Girit’i son kez görmek için geminin güverte kıyılıklarına üşüşüyorlardı. Mevsimine ve yolun uzunluğuna göre, her geminin yaşadığı serüven ve her gemideki göçmenin yüreğinde yaşadığı fırtına ayrı ayrıydı. Kimi gemiler fırtınaya yakalanıp batma tehlikesi atlatmışlardı; kimileri kar ve yağmur altında tentesi olmadığı için ıslanan göçmenleri günlerce ıslak bedenleriyle taşımışlardı. Her gemide, her bedende ayrı fırtınalar kopuyordu. Gemiler Girit’ten uzaklaştıkça, her yürekte Girit özlemi çoktan başlamıştı bile…
1924 yılının Nisan ayının ilk günlerinden biriydi. Girit sularında bir gemi Giritli göçmenleri bindirmek için bekliyordu. Girit iskelelerine gelen ve öbek öbek gruplar oluşturan göçmenler gemiye binmekte isteksiz duruyorlardı. Gemi’nin adı Ümit’ti. 55 yaşındaydı. Kurtuluş Savaşı’nın bu emektar gemisi, hem Anadolu’ya insan geçişinde, hem de Karadeniz kıyısına Sovyetlerden gelen silah, cephane taşınmasında rol almıştı. Türk Ordusu’nun gereksinim duyduğu asker, silah ve cephane taşıma işinde sürekli yer almıştı. İngiliz devriyeler tarafından sık sık arama yapılan gemiye bir keresinde İngilizler tarafından el de konulmuştu[1]. Bu yorgun gemi, şimdi Türkiye’nin yeni denizcilik ülküsünün önemli bir aktörü olarak Girit sularında, iskeleler arasında göçmen yüklemek için mekik dokuyordu. Girit’teki iskelelerden benzer nedenlerden ötürü, Ümit gemisine göçmenler binmemişlerdi. Kandiye’deki Türk Yükleme Kurulu’na bir yazı yazılarak, bu konunun üzerinde durularak, gereken bilgilerin verilmesi istendi[2]. Gelen yanıtta neden açıktı: Mübadele Bakanlığı, göçmenlerin zengin ve yoksul kesimlerden karışık olarak göçmen taşımasını istemişti. Üstelik gidecekleri yerler olarak hiç duymadıkları Anadolu kentlerinin ya da kırsalının adı söyleniyordu. Korkuyorlardı. Bilmedikleri bir coğrafyada, savruluşlarının olası dramatik sonu onları ürkütüyordu.[3]
Giritliler gemiye binmeyince Ümit gemisi de uzun süre Girit’teki iskelelerde bekledi. Gemi o dönemin bütün gemileri gibi buharlıydı. Kazanlarını kömürle ısıtıyordu. Bakanlık bütün gemilere kömürlerini Zonguldak’tan alma yükümlülüğü getirmişti. Ümit de kömürünü Zonguldak’tan yükleyip yola çıkmıştı. Ancak gittikçe uzayan bu bekleyiş, ardından o iskeleden bu iskeleye gidip geliş can sıkıyordu. Bu süreçte sürekli motorlarını çalıştırıp susturmak zorunda kalan geminin sonunda kömürü bitmişti. Bir o iskeleye, bir bu iskeleye gidip, göçmen yüklemeye çalışan Ümit bir türlü göçmen yükleyemiyordu. Bu mekiklerin sonunda gemi Kandiye açıklarında beklemeye başladı. Kömürü biten gemi manevra yeteneğini yitirmişti. Gemi kaptanı Hüseyin Bey çaresizdi. Kabaran dalgalarla birlikte gemi dalgaların savruluşu ve akıntının etkisiyle sürüklenmiş, sonunda ağır bir yara alacak şekilde karaya oturmak zorunda kalmıştı. Çarpmanın etkisiyle kıç kısmından ikiye bölünen gemi, suların azgın saldırısı karşısında kalmış ve batmaya başlamıştı. Gemi su alıyordu. Ümit karaya oturduktan sonra fırtınanın sürmesinden dolayı bölgeye uzun kurtarma gemisi gönderilememişti.
Ümit’in kısmen batarak Girit sularında karaya oturuşu, dönemin en heyecanlı haberlerinden biri oldu. Basında ağırlıklı olarak, gemi kaptanları sorumlu tutuluyordu. Olayın ardından bir İstanbul gazetesi şu başlığı attı: “Şehrimize gelen kaptanları hesap verecekler. Kabahatleri olup olmadığı bundan sonra anlaşılacak. Baş kaptan raporunu yönetime verdi”[4].
Meraklı gözler, göçmen getirecek geminin niçin battığını gazete satırlarından araştırıyorlardı. Gazetenin verdiği bilgiye göre, Seyri Sefain’e ait olan Ümit, Girit’te battıktan bir süre sonra, geminin kaptanları ile gemide görev yapan diğer gemiciler Mersin gemisi ile İstanbul’a getirildiler. Geminin birinci süvarisi Hüseyin Bey İstanbul’a gelir gelmez, geminin bağlı olduğu o dönemin en büyük gemi işletmesi olan Seyri Sefain Müdüriyeti’ne geldi. Bu idarenin başında Sadullah Bey (Güney) adında eski bir amiral bulunuyordu. Kaptan kazanın nasıl olduğuna, geminin niçin sürüklenip karaya oturduğuna ilişkin raporunu Müdür Sadullah Bey’e sundu. Kaptan Hüseyin Bey’in raporuna göre, gemi çok eski ve çürük bir durumdaydı. Beklenilmeyen bir anda fırtına çıkmış, rüzgârın ve suların basıncına dayanamayan gemi, bütün çabalara karşın, kıç tarafından ikiye ayrılarak kısa bir zamanda suların arasına gömülmüştü. Hüseyin Bey’in İstanbul’a gelmesinden sonra, Seyri Sefain Müdürlüğü yüksek memurlardan oluşan bir inceleme kurulu oluşturdu. Kaptanın verdiği rapor incelendi. Kazanın tanıkları teker teker dinlendi. Kurulun incelemesini en kısa sürede bitireceği düşünülüyordu. Yapılan inceleme sonunda, süvarinin suçlu olduğu ortaya çıkarsa, Hüseyin Efendi’nin idare ile ilişkisi kesilecek ve kaptanlık ehliyeti alınacaktı. Kendisinin yargılanması da söz konusuydu. Sadullah Bey, Ümit’in süvarisi ile ilgili olarak kendisiyle görüşen gazetecilere şunu söylemişti: “Süvarinin raporunda suçun hepsi denize ve fırtınaya yüklenilmektedir. İnşallah işin doğrusu da böyle olsun. Bu gün için Ümit, ümitsiz bir hale gelmiştir. Yani vapuru kurtarmak ihtimali kalmamıştır. Zaten kurtarılsa bile ümit yararlanılacak bir durumda değildir. Batmadan evvel gemiyi satmak lazım gelse idi kimse gemiye enkaz fiyatından fazla on para vermezdi. Düşününüz ki bu gemi 55 senelik bir hayata sahiptir. Hemen hemen bu zamanda kullanılan gemilerin en eskilerinden biridir. Avrupa’da en mükemmel bir gemiyi nihayet yirmi sene kullanırlar. Mamafih biz Ümit vapurunun tekaud ve istirahata hak kazanmış olmasına rağmen ufak tefek işlere göndermekten vaz geçemiyorduk. Şimdi kazazede geminin bütün kısımlarını söküyoruz. Tavanlarına, döşemelerine varıncaya kadar”[5].
Girit’te, Kandiye sularında Ümit yaşlı bedenini dinlendirmek üzere sulara bırakıvermişti. Herkesin kafasındaki ortak soru şuydu: Gemi battığında ya içinde binlerce Giritli Müslüman olsaydı?
Gemi batmış, ancak ölen olmamıştı.
Yürekleri ferahlatan tek şey buydu…
On binlerin yüreğinde Girit ve Giritle ilgili her şey gömülüp kalmıştı; Girit’in azgın sularında gömülüp kalansa, yaşlı bedeniyle Ümit’ti…
alıntı
KOLYOZ...
•5 tane orta boy kolyoz var (2şer büyüklere, 1 de yavruya diye hesaplanmış olarak)
•2 tane büyük olgun domates
•1-2 diş sarmısak
•1 tatlı kaşığı şeker
•Zeytinyağı
•Tuz, kara biber
•5-6 dal maydanoz ve/veya nane (isteğe bağlı)
•Biraz da patates (tarifte yoktu bizim tercihimizdi)
Fırınımızı 220 derecede ısıtıyoruz. Kolyozları ayıklayıp yıkadıktan sonra, kafalarını kesiyoruz. Balıkları karnından aşağıya kadar kesip açarak fileto haline getiriyoruz.
Domatesleri halka halka doğrayıp, suyunu bir kapta biriktiriyoruz. Sarmısakları dövüyoruz.
Balıkları yağlanmış tepsiye açık karınları tepsiye gelecek şekilde diziyoruz. Domateslerin suyunu biriktirdiğimiz kapta, sarmısak, şeker ve tuzu karıştırarak balıkların üstüne gezdirdikten sonra -istiyorsak ince doğranmış maydanozu da serpiştirdikten sonra- domates dilimlerini sıralıyoruz. En son da üstüne yeteri kadar zeytinyağı gezdiriyoruz. Balıkları fırında yaklaşık 30 dakika pişiriyoruz. Geriye bir tek, taze çekilmiş karabiber kalıyor. O da fırından çıkar çıkmaz ekleniyor. (Eğer nane de eklemek istiyorsak, ince doğranmış naneyi de balığı fırından çıkardıktan sonra üstüne serpiştiriyoruz) Yanında güzel bir beyaz şarapla afiyetle yiyoruz.
ALINTI
•2 tane büyük olgun domates
•1-2 diş sarmısak
•1 tatlı kaşığı şeker
•Zeytinyağı
•Tuz, kara biber
•5-6 dal maydanoz ve/veya nane (isteğe bağlı)
•Biraz da patates (tarifte yoktu bizim tercihimizdi)
Fırınımızı 220 derecede ısıtıyoruz. Kolyozları ayıklayıp yıkadıktan sonra, kafalarını kesiyoruz. Balıkları karnından aşağıya kadar kesip açarak fileto haline getiriyoruz.
Domatesleri halka halka doğrayıp, suyunu bir kapta biriktiriyoruz. Sarmısakları dövüyoruz.
Balıkları yağlanmış tepsiye açık karınları tepsiye gelecek şekilde diziyoruz. Domateslerin suyunu biriktirdiğimiz kapta, sarmısak, şeker ve tuzu karıştırarak balıkların üstüne gezdirdikten sonra -istiyorsak ince doğranmış maydanozu da serpiştirdikten sonra- domates dilimlerini sıralıyoruz. En son da üstüne yeteri kadar zeytinyağı gezdiriyoruz. Balıkları fırında yaklaşık 30 dakika pişiriyoruz. Geriye bir tek, taze çekilmiş karabiber kalıyor. O da fırından çıkar çıkmaz ekleniyor. (Eğer nane de eklemek istiyorsak, ince doğranmış naneyi de balığı fırından çıkardıktan sonra üstüne serpiştiriyoruz) Yanında güzel bir beyaz şarapla afiyetle yiyoruz.
ALINTI
BALIK ÇORBASI...
•Çorbalığa uygun cinsten, büyükse bir balık, küçükse bir kaç balık
•5-6 orta boy patates, iri parçalara bölünmüş
•4-5 orta boy havuç, iri parçalara bölünmüş
•1 kuru soğan, bütün ya da ikiye bölünmüş
•1 demet kereviz sapı, yarıya bölünmüş
•1 limon
•1 yumurta
Şehriye ya da pirinç (Bu kez kızım için harfli şehriye koymuştum. Kardeşim için glutensiz olsun istersem pirinç koyuyorum)
Limon dışındaki bütün sebzeler, çorba için yeterli miktarda suyla kaynatılır. İyice pişmelerine yakın, balık bütün halde (ya da en fazla kafasıyla gövdesi ayrılmış olarak) kaynayan sebzelere eklenir. Balığı parçalamamakla çorbanın suyuna daha az kılçık dökülmesini sağlamış oluyoruz. Balığı koyduktan sonra çorbanın başından ayrılmamak gerekir. Çünkü oldukça kısa bir süre sonra, balığın iyice yumuşadığını gördüğümüzde, onu dağılmadan çıkarmamız gereklidir. Balığı bir kenara koyduktan sonra, içindeki sebzeleri de süzgeçli bir kepçeyle ayrı bir kaba ayırdığımızda geriye yalnızca sebzelerin ve balığın suyu kalır. Her ihtimale karşı bu suyu da süzüp içinde kılçık olmadığından emin olduktan sonra, tekrar tencereye alıp, içine yeterli miktarda pirincini/şehriyesini atıp kaynatılır. Pirinci kabardıktan sonrası malum. Alıştıra alıştıra yumurtalı-limonlu terbiyesiyle çorbamız hazır olur. Önceden ayrı ayrı servis tabaklarına konan balıklar ve sebzelerle birlikte sofraya gelir.
Siz de isterseniz, daha önce sözünü ettiğim gibi, sofraya gelen balığın etinden ve sebzelerden de çorbanızın içine alıp, bütün lezzetlerin tadına bir arada varabilirsiniz.
komşuda pişer'den alıntıdır.
•5-6 orta boy patates, iri parçalara bölünmüş
•4-5 orta boy havuç, iri parçalara bölünmüş
•1 kuru soğan, bütün ya da ikiye bölünmüş
•1 demet kereviz sapı, yarıya bölünmüş
•1 limon
•1 yumurta
Şehriye ya da pirinç (Bu kez kızım için harfli şehriye koymuştum. Kardeşim için glutensiz olsun istersem pirinç koyuyorum)
Limon dışındaki bütün sebzeler, çorba için yeterli miktarda suyla kaynatılır. İyice pişmelerine yakın, balık bütün halde (ya da en fazla kafasıyla gövdesi ayrılmış olarak) kaynayan sebzelere eklenir. Balığı parçalamamakla çorbanın suyuna daha az kılçık dökülmesini sağlamış oluyoruz. Balığı koyduktan sonra çorbanın başından ayrılmamak gerekir. Çünkü oldukça kısa bir süre sonra, balığın iyice yumuşadığını gördüğümüzde, onu dağılmadan çıkarmamız gereklidir. Balığı bir kenara koyduktan sonra, içindeki sebzeleri de süzgeçli bir kepçeyle ayrı bir kaba ayırdığımızda geriye yalnızca sebzelerin ve balığın suyu kalır. Her ihtimale karşı bu suyu da süzüp içinde kılçık olmadığından emin olduktan sonra, tekrar tencereye alıp, içine yeterli miktarda pirincini/şehriyesini atıp kaynatılır. Pirinci kabardıktan sonrası malum. Alıştıra alıştıra yumurtalı-limonlu terbiyesiyle çorbamız hazır olur. Önceden ayrı ayrı servis tabaklarına konan balıklar ve sebzelerle birlikte sofraya gelir.
Siz de isterseniz, daha önce sözünü ettiğim gibi, sofraya gelen balığın etinden ve sebzelerden de çorbanızın içine alıp, bütün lezzetlerin tadına bir arada varabilirsiniz.
komşuda pişer'den alıntıdır.
20 Kasım 2010 Cumartesi
14 Kasım 2010 Pazar
Girit
Yunanistan'ta trafik kazası geçirenlerin kazayı geçirdikleri yere böyle küçük mum yakma yerleri yapılıyor ben bunları Rodos'ta da görmüştüm.
6 Kasım 2010 Cumartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)