Ümit” Girit Sularına Gömüldü; Girit Giritlilerin Yüreğine…
Doç.Dr. Kemal Arı·
Her Giritlinin bağrında bir Girit yatar; Girit’in bağrında ise Ümit… Göçmen olmak zordur; göçmeni taşımak ise yaşı yarım yüzyılın üzerine çıkmış ihtiyar bir gemi için o ölçüde zor olmalı! Girit kendisini terk etmek zorunda kalan Girit mübadillerinin gözyaşları içinde ufukta yitip kalan vatanlarının adıdır; Ümit ise, zorlu bir yolculuğa başlamak için beklerken bu yolculuğa gücü yetmeyen ve yaşlı bedenini Kandiye’nin sularına bırakıveren bir Türk gemisi…
Sanki yazgılar, Girit’in sularında kesişmiş gibidir.
Ümit Girit’in sularına gömüldü; Girit Giritlilerin Yüreğine…
Girit’in değişik kentlerinde gündelik yaşamda çoktandır değişmeler olmakla birlikte, 1922 yılının sonlarında adımlar daha da hızlandı. Yürekler daha bir derinden atmaya başladı. Bir haber kulaktan kulağa bomba gibi patlayıvermişti: Mustafa Kemal Paşa’ya bağlı ordular, Venizolos’un Anadolu içlerine sürdüğü Yunan ordusunu darmadağın etmişti. Türk süvarileri İzmir’e doğru ilerliyorlardı.
Şaşkınlık heyecanla yumak olmuştu; yürekleri bir duygu sarmalı sarmıştı. Girit’te bu habere Türkler içten içe seviniyor; Rumlar “Türkler buralara da gelirler mi?” kaygısı ve endişesini yaşıyorlardı. Meraklı gözler haberin doğruluğunu araştırıyorlardı. Söylentiler gittikçe kabarmış; kimi şaşırtıcı dedikoduların arasında gerçek bilgilerin de olduğu bir süre sonra anlaşılmıştı. Müslümanlar camilerde heyecanla duygularla dua ediyor; Rumlar endişe içinde kiliselerde istavroz çıkarıyorlardı. Bu haberlerin ardından bütün Yunanistan’a yığın yığın perişan Anadolulu Ortodokslar dökülmeye başladılar. Resmi çevrelerin özene bezene saklamaya çalıştığı söylentilerin doğru olduğu bu sefalet içindeki insan görüntülerinden anlaşılmıştı. Anadolu Rumluğu sökün etmiş, ana kara Yunanistan’a ve Yunanistan’a bağlı adalara akıyordu…
Yürekler ağızlardaydı. Gelişmeler, bir tarihsel dönüm noktasında olduklarını zihinlerine çakıyordu.
Giritliler kendini, Rum olsun, Türk olsun; Yunanlıdan ayrı görüyorlardı. Bu adaya özgü bir durumdu. Giritlilik adıyla dillendirilen kendilerine özgü bir kimlik geliştirmişlerdi. Türklerin pek çoğu Türkçe bilmezdi. Hatta konuşulan yerel dil de Yunancadan çok ayrıydı. Kendine özgü bir kimlik etrafında öbeklenmiş farklı kültürler vardı; ancak bunlarda da din ve milliyet farkı gözetilmeksizin, yaşamın her alanıyla ilgili iç içe geçmişlik görülüyordu. Doğup büyüdükleri bu topraklarda geçen yüzyıldan beri başlayan huzursuzluklar can sıkıcıydı. Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra, Giritli Rumların bu adayı Yunanistan’a bağlamak yönündeki gayretleri, hoyratlıkları, kabaran Yunan milliyetçiliğiyle birlikte yaşanan sayısız cinayet, parçalanan Müslüman bedenleri ortak bellekte kazılıydı. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın isyanı bastırmak için uğraşıları; bu ilk kalkışmayı bastırmış olsa da ardından çıkan ve bir türlü sonu gelmeyen yeni ayaklanmalar, cinayetler, toplu katliamlar, büyük güçlü devletlerin soruna el atarak, adım adım Girit bunalımının uluslar arası bir sorun haline gelişi... Yapılan ıslahatlar, verilen özerklik; buna karşın hiç durmayan Yunan Milliyetçiliği ve Rum hoyratlığı… Bütün bunlar geçen günlerin derinliklerinden gün ışığına çıkarak sırıtıyor, bir film şeridi gibi ortak bellekte akıp duruyordu.
Ancak yine de Giritli olmaktan gurur duyuyorlardı. Son yüzyılın bu ayrıştırıcı niteliğine karşın, çok daha eskilerden ve derinlerden gelen ortak bir duygusal birliktelik de vardı. Ayrışıklığın yanı başında, kökleri derinlere uzanan ortak duygu yumağının sarmalındaydılar. İster istemez, dış dünyaya belli ölçülerde kapalı bu alanda ortak tavırlar, ortak duygusal duruşlar ve ortak bir beden dili yaratmışlardı. Giritli Müslümanlar olarak, bu adanın bir parçasıydılar. Yaşamlarının geriye kalanını buralarda, bu topraklarda geçirmek istiyorlardı. Kendilerine ait mezarlıkları vardı; aile büyükleri buralarda gömülüydüler. Camileri, tekkeleri, mezarlıkları, giyim kuşamları ve geleneklerinin bütünü ile bu topraklara aittiler. Önceleri, Müslüman-Hıristiyan ayırımı gözetmeden, adanın kapalı havası içinde iç içe birlikte yaşıyorlardı. Ayrı dinleri ve mezhepleri paylaşsalar da, hatta “Bizim gibi Müslüman” dedikleri ve aynı dini paylaştıkları insanların içinde Mevleviler, Bektaşiler olsa da; sonuçta ortak bir kültürü paylaşıyorlardı. Ortak yemekler yiyorlar, ortak bir dili konuşuyorlar, bir eğlencede ya da matem havasında, ortak bir duyguda birleşebiliyorlardı. Genç kızların özenerek yaptıkları nakışlardaki çeyizlik motiflerde ortak pek nakış vardı. Giyimlerinde ve kuşamlarında da benzeşmeler görülüyordu. Kuşkusuz, Rum’u Türk’ten ayıran özellikler ve giyim biçimleri vardı, ancak ayrıştıran özelliklerden daha çok, benzer özellikleri bulunuyordu. Farklılıkların kesiştiği ortak alanda, ortak bir şeyleri de yaşıyorlardı. Örneğin bir düğünde ya da bir coşku anında gençlerin nara atışları bile ortaktı. Yandaki Hıristiyan komşuları domuz eti yerlerken, kendileri yemiyordu. Ancak kuzu eti yemeyi pek seviyorlardı. Yaptıkları yemeklerine cömertçe koyun eti katıyorlardı. Salyangozu Rumlar yiyorlardı; Türklerden de salyangoz yiyenler vardı. Kimileri de keçi etine düşkündü. Ancak bütün Giritlilerde olduğu gibi zeytin ve zeytinyağı sofralarının tacıydı. Ot kültürü, Rum-Türk ya da Müslüman Hıristiyan ayırımı pek yapmıyordu. Her birinin evinin bahçesinde öyle ya da böyle zeytin, limon ve diğer narenciye ağaçları vardı. Peksimet, her Giritlinin neredeyse torbasından hiç eksiltmediği yiyeceğiydi. Girit’in dağlık arazilerinde, o ya da bu nedenle günlerdir evlerinden uzak olmaları, zor bozulan bu gıdayı yapmayı öğretmişti onlara. Önce adayı saran korsanlar, ardından Rum eşkıyaların hunharlıkları bu kopuşun belli başlı nedenleriydi. Bunun yanı sıra sürü sahibi olup, aylarca sürülerinin peşinden gidenlerin de uzun süre hiç bozulmayan, sürekli sert ve kuru kalan, ancak hafif ıslatıldığında yumuşayıveren bu yiyeceği çok değerli kılmıştı Giritlilerin gözünde.
Ya ottan yaptıkları yemeklerine ne demeli?
Otlardan yaptıkları değişik yemekleri yemeye bayılıyorlardı. Değişik isimler verdikleri otları genellikle haşlıyorlardı. Kavurarak yemeyi pek sevmezlerdi. Tencereye koydukları ot doğal rengini yitirmeden yemeklerini yapıyorlardı. Otlar kalın doğranmalı, tabağa konulduğunda diri durmalıydı. Börekleri meşhurdu. Çok sevdikleri, Girit’in neredeyse her yerinde buldukları bu otların içine kimi zaman tavuk, kimi zaman kuzu eti ya da pirinç gibi başka gıdalar ekleyip bir tür içlik oluşturarak, özene bezene böreklerini yaparlardı. Özellikle “Çullama” dedikleri börekleri vardı. Bir tepsiye özenerek serilen yufkanın içine özel bir karışım koyarlardı. Pirinç eklenmiş ciğerli iç pilavın arasına haşlanmış tavuk eti ve akıllarına göre değişik otlar serpiştirerek çullamanın içini hazırlarlardı. Üzerine başka bir yufka sererek, odun fırınına atarlardı. Her Giritli çullamayı bilir ve severdi. Şevketi bostanları, kuzu etli marathaları; bir de mizitro pideleri ve her Giritli için her zaman afiyetle yenen arapsaçı… Hele bu otlar mutfaklarında o kadar çeşitliydi ki: Sarmaşık, ebegümeci, ısırgan, cibez, stifno, turpotu, ısırgan, kenger, hindibağ, şevket-i bostan, gelincik, labada, kuşotu, sinirotu, helvacık, radika, deniz börülcesi, kuşkonmaz, arapsaçı, marata, tarlaçakısı, tarla çivisi ilk akla gelenlerdi. Şevket-i bostan kuzu etinden yapılırdı. Isırgan ve tere ile gelincik böreği neredeyse her Giritli tarafından bilinirdi. Zeytinyağlı turp otu, midyeli pilav gibi yığınla kendine özgü yemekleri bulunuyordu.
Girit’in havası ayrı, yemekleri ayrıydı…
Kültürlerinin yumak haline getirdiği Giritlilik kimliği bu kadar yoğun bir duyguyken, iç içe geçmişlik herkes için bu kadar belirgin ve yoğunken ya şimdi ne olacaktı? Geçmiş dönemlerde kimi zaman kendi yaşadıkları kimi zaman da büyüklerinden duya geldikleri göçler mi yaşanacaktı? Bu olguyu düşünmek bile istemiyorlardı; ama yine de havalar bulanmıştı. Göçün kokusu sezinleyen burunlara çoktan düşmüştü.
Bu yeni gelişmelerle birlikte gittikçe artan ve keskinleşen Yunan hoyratlığı birden bire azıvermişti. Duruşlar katı ve keskindi. Müslüman olarak gördükleri Müslümanlara karşı, eskiden çok şeylerini paylaşmış oldukları komşuları hoyratça davranıyor; bir de bunlara siyasilerin katı duruş ve siyasetleri eklenince, Girit onlar için cehennem hayatına dönüyordu. Kimisi tüccar, kimisi rençperdi. Alın terleriyle bu topraklara kök salmışlardı; her ölümle geçmişe kök salıyorlar, her evlilikle geleceğe filiz verip, uç atıyorlardı. Emekleriyle kazanıp, yaşamlarını sürdürdükleri, kenetlenip sarıldıkları Girit’te şimdi emanet gibiydiler.
Artık, çok sevdikleri Girit onlar için cehennemleri olmuştu.
Ve günün birinde, hep bekledikleri, ancak hiç duymak istemedikleri bir haber kulaktan kulağa yayılıverdi. Giritli Müslümanlara da batı Trakya dışındaki bütün Yunanistanlı Müslümanlar gibi göç yolları görünmüştü. Yürekler duracak gibiydi. Boğazlar düğüm düğüm, gözler yaşlıydı. Mübadele ediliyorlardı. Görmedikleri, duymadıkları dilleri konuşan komisyon üyesi kişiler köy köy dolaşıp, ellerinde defterleri, kayıtlar tutuyorlar, mallarını saptamaya çalışıyorlardı. Pek çok Giritli zaten, daha bu kurul üyeleri gelmeden yollara dökülmüştü. Doğdukları Girit, bundan sonraki yaşamlarında bir zamanlar yaşadıkları Girit olacaktı. Acı, yüreklerde derin tortular oluşturuyordu. Gelecek meçhuldü; geçmiş ise bıçak ucuyla yüreklerde hep kanayacak derin izler bırakıyordu. Anılar beyinlere saplanmış burguydu. Bütün duygu dünyaları buza kesmişti. Zaten bir süre sonra, Yunanlı yetkililer ana kara Yunanistan’dan gemilere yükleyip, bazı Rum göçmenleri Girit’e getirmeye başladıklarında her şeyi çok daha net olarak görmeye başlamışlardı.
Girit’ten Anadolu’ya göç başlıyordu. Ve pek çok Giritli Türk’ün geriye dönüp, “Elveda Girit, elveda doğduğum toprak!” diye avaz avaz bağırası geliyordu.
Yollar artık Giritlilerin ayakları altında eziliyordu. Çoluk çocuk yollara dökülmüş, kıyılara doğru akıyorlardı. Gün geldi gemiler iskelelere dayanıverdiler. Hanya, Kandiye ve Resmo bu iskelelerin en ünlüleriydiler.
Bu gemiler Türkiye’den, Türk bayraklarıyla geliyorlardı. O günlerde Yunanistan’da veba söylentileri vardı. Bu nedenle gemilerin her birinde Türkiye’den ayrılmadan önce fare temizliği yapılıyordu. Her gemi veba virüsüne karşı arındırılıyordu. Göçmenlere gemilere binmeden önce bir bir aşılar uygulanıyordu.
Gemiler artık yollardaydı. Sıra sıra, kimi zaman aynı gün kimi zaman aralıklar biçiminde göçmen taşımaya başlamışlardı. Nilüfer, Giresun, Mersin, Akdeniz, Rize, Bahrıcedit bu gemilerden bir kaçıydı. Hayvanlarıyla, yanlarında taşıyabildikleri denk yığınlarıyla gemilere yerleşiyorlar; köpüren dalgalar arasında gözleri nemli, boğazları düğümlenerek, ufukta yitip giden Girit’i son kez görmek için geminin güverte kıyılıklarına üşüşüyorlardı. Mevsimine ve yolun uzunluğuna göre, her geminin yaşadığı serüven ve her gemideki göçmenin yüreğinde yaşadığı fırtına ayrı ayrıydı. Kimi gemiler fırtınaya yakalanıp batma tehlikesi atlatmışlardı; kimileri kar ve yağmur altında tentesi olmadığı için ıslanan göçmenleri günlerce ıslak bedenleriyle taşımışlardı. Her gemide, her bedende ayrı fırtınalar kopuyordu. Gemiler Girit’ten uzaklaştıkça, her yürekte Girit özlemi çoktan başlamıştı bile…
1924 yılının Nisan ayının ilk günlerinden biriydi. Girit sularında bir gemi Giritli göçmenleri bindirmek için bekliyordu. Girit iskelelerine gelen ve öbek öbek gruplar oluşturan göçmenler gemiye binmekte isteksiz duruyorlardı. Gemi’nin adı Ümit’ti. 55 yaşındaydı. Kurtuluş Savaşı’nın bu emektar gemisi, hem Anadolu’ya insan geçişinde, hem de Karadeniz kıyısına Sovyetlerden gelen silah, cephane taşınmasında rol almıştı. Türk Ordusu’nun gereksinim duyduğu asker, silah ve cephane taşıma işinde sürekli yer almıştı. İngiliz devriyeler tarafından sık sık arama yapılan gemiye bir keresinde İngilizler tarafından el de konulmuştu[1]. Bu yorgun gemi, şimdi Türkiye’nin yeni denizcilik ülküsünün önemli bir aktörü olarak Girit sularında, iskeleler arasında göçmen yüklemek için mekik dokuyordu. Girit’teki iskelelerden benzer nedenlerden ötürü, Ümit gemisine göçmenler binmemişlerdi. Kandiye’deki Türk Yükleme Kurulu’na bir yazı yazılarak, bu konunun üzerinde durularak, gereken bilgilerin verilmesi istendi[2]. Gelen yanıtta neden açıktı: Mübadele Bakanlığı, göçmenlerin zengin ve yoksul kesimlerden karışık olarak göçmen taşımasını istemişti. Üstelik gidecekleri yerler olarak hiç duymadıkları Anadolu kentlerinin ya da kırsalının adı söyleniyordu. Korkuyorlardı. Bilmedikleri bir coğrafyada, savruluşlarının olası dramatik sonu onları ürkütüyordu.[3]
Giritliler gemiye binmeyince Ümit gemisi de uzun süre Girit’teki iskelelerde bekledi. Gemi o dönemin bütün gemileri gibi buharlıydı. Kazanlarını kömürle ısıtıyordu. Bakanlık bütün gemilere kömürlerini Zonguldak’tan alma yükümlülüğü getirmişti. Ümit de kömürünü Zonguldak’tan yükleyip yola çıkmıştı. Ancak gittikçe uzayan bu bekleyiş, ardından o iskeleden bu iskeleye gidip geliş can sıkıyordu. Bu süreçte sürekli motorlarını çalıştırıp susturmak zorunda kalan geminin sonunda kömürü bitmişti. Bir o iskeleye, bir bu iskeleye gidip, göçmen yüklemeye çalışan Ümit bir türlü göçmen yükleyemiyordu. Bu mekiklerin sonunda gemi Kandiye açıklarında beklemeye başladı. Kömürü biten gemi manevra yeteneğini yitirmişti. Gemi kaptanı Hüseyin Bey çaresizdi. Kabaran dalgalarla birlikte gemi dalgaların savruluşu ve akıntının etkisiyle sürüklenmiş, sonunda ağır bir yara alacak şekilde karaya oturmak zorunda kalmıştı. Çarpmanın etkisiyle kıç kısmından ikiye bölünen gemi, suların azgın saldırısı karşısında kalmış ve batmaya başlamıştı. Gemi su alıyordu. Ümit karaya oturduktan sonra fırtınanın sürmesinden dolayı bölgeye uzun kurtarma gemisi gönderilememişti.
Ümit’in kısmen batarak Girit sularında karaya oturuşu, dönemin en heyecanlı haberlerinden biri oldu. Basında ağırlıklı olarak, gemi kaptanları sorumlu tutuluyordu. Olayın ardından bir İstanbul gazetesi şu başlığı attı: “Şehrimize gelen kaptanları hesap verecekler. Kabahatleri olup olmadığı bundan sonra anlaşılacak. Baş kaptan raporunu yönetime verdi”[4].
Meraklı gözler, göçmen getirecek geminin niçin battığını gazete satırlarından araştırıyorlardı. Gazetenin verdiği bilgiye göre, Seyri Sefain’e ait olan Ümit, Girit’te battıktan bir süre sonra, geminin kaptanları ile gemide görev yapan diğer gemiciler Mersin gemisi ile İstanbul’a getirildiler. Geminin birinci süvarisi Hüseyin Bey İstanbul’a gelir gelmez, geminin bağlı olduğu o dönemin en büyük gemi işletmesi olan Seyri Sefain Müdüriyeti’ne geldi. Bu idarenin başında Sadullah Bey (Güney) adında eski bir amiral bulunuyordu. Kaptan kazanın nasıl olduğuna, geminin niçin sürüklenip karaya oturduğuna ilişkin raporunu Müdür Sadullah Bey’e sundu. Kaptan Hüseyin Bey’in raporuna göre, gemi çok eski ve çürük bir durumdaydı. Beklenilmeyen bir anda fırtına çıkmış, rüzgârın ve suların basıncına dayanamayan gemi, bütün çabalara karşın, kıç tarafından ikiye ayrılarak kısa bir zamanda suların arasına gömülmüştü. Hüseyin Bey’in İstanbul’a gelmesinden sonra, Seyri Sefain Müdürlüğü yüksek memurlardan oluşan bir inceleme kurulu oluşturdu. Kaptanın verdiği rapor incelendi. Kazanın tanıkları teker teker dinlendi. Kurulun incelemesini en kısa sürede bitireceği düşünülüyordu. Yapılan inceleme sonunda, süvarinin suçlu olduğu ortaya çıkarsa, Hüseyin Efendi’nin idare ile ilişkisi kesilecek ve kaptanlık ehliyeti alınacaktı. Kendisinin yargılanması da söz konusuydu. Sadullah Bey, Ümit’in süvarisi ile ilgili olarak kendisiyle görüşen gazetecilere şunu söylemişti: “Süvarinin raporunda suçun hepsi denize ve fırtınaya yüklenilmektedir. İnşallah işin doğrusu da böyle olsun. Bu gün için Ümit, ümitsiz bir hale gelmiştir. Yani vapuru kurtarmak ihtimali kalmamıştır. Zaten kurtarılsa bile ümit yararlanılacak bir durumda değildir. Batmadan evvel gemiyi satmak lazım gelse idi kimse gemiye enkaz fiyatından fazla on para vermezdi. Düşününüz ki bu gemi 55 senelik bir hayata sahiptir. Hemen hemen bu zamanda kullanılan gemilerin en eskilerinden biridir. Avrupa’da en mükemmel bir gemiyi nihayet yirmi sene kullanırlar. Mamafih biz Ümit vapurunun tekaud ve istirahata hak kazanmış olmasına rağmen ufak tefek işlere göndermekten vaz geçemiyorduk. Şimdi kazazede geminin bütün kısımlarını söküyoruz. Tavanlarına, döşemelerine varıncaya kadar”[5].
Girit’te, Kandiye sularında Ümit yaşlı bedenini dinlendirmek üzere sulara bırakıvermişti. Herkesin kafasındaki ortak soru şuydu: Gemi battığında ya içinde binlerce Giritli Müslüman olsaydı?
Gemi batmış, ancak ölen olmamıştı.
Yürekleri ferahlatan tek şey buydu…
On binlerin yüreğinde Girit ve Giritle ilgili her şey gömülüp kalmıştı; Girit’in azgın sularında gömülüp kalansa, yaşlı bedeniyle Ümit’ti…
alıntı
24 Kasım 2010 Çarşamba
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder