28 Aralık 2009 Pazartesi
DEDEM DİMİTRİ...
Dedem Dimitri
Dedem DimitriÇok sevinçliyim?!.. Doktora tezimin konusunu seçme zamanım yaklaştıkça uykularım kaçıyor, uyuyabildiğimde de kabuslar görüyordum. Ama işte, korktuğum başıma gelmemişti. Kolayca altından kalkabileceğime inandığım bir tez konusu almıştım. İçeriğini tam detaylandırmasam da ana başlık: Lozan Nüfus Mübadelesi.Tez hocam Profesör Kevorkyan, “Bak hemşerim, bu konu çok yazılmış, çizilmiştir. Sakın kolayına kaçıp, baştan savma bir tez yazma. Hemşerimsin diye seni kayırırım sanma,”demişti.Üzme kendini hocam. Senin yüzünü kara çıkarmayacağım.Tez hocam Kevorkyan olunca çok korkmuştum; Ermeni asıllı bu sevimli ihtiyar tarihte olan biten her şeyin hesabını ya benden sormaya kalkarsa diye…Bu korkum da boşa çıkmıştı. Dünyanın bir başka ucunda, Kanada’da, gurbette köylüsüne rastlamış insanlar gibi kaynaşıvermiştik. Benim Türk olduğumu öğrendiği zamandan beri hep Türkçe konuşuyorduk. “Buralarda bu dili konuşabileceğim birilerini bulmak zor,” diyordu. Göz kırpıp, “Haaa bak küçük hanım! Tezini de Türkçe yazmak yok, onu İngilizce yazacaksın,” diye ekliyordu.Kevorkyan, tez konum belirlendikten sonra, “Bunu kutlayalım,” dedi. Kutlama olur da hiç kaçırır mıyım? Birlikte Ontaria’daki bir Yunan tavernasına gittik.Uzomuza eşlik eden mezelere hücum etmişken,“Mübadelenin etnik esaslı olduğu söylenir, ama ilginç, farklı durumlar da var,” dedim.Kevorkyan,“Ne gibi?” diye sordu.“Gerçi Anadolu topraklarında yerleşmiş Rum-Ortodokslar ile Yunanistan topraklarında yerleşmiş Müslüman Türkler zorunlu göçe tabi tutuldular; ancak Yunanistan’a göç edenler arasında dini ortodoks olan, ama tek kelime Rumca bilmeyen ve İncilleri dahi Türkçe olan insanlar vardı. Bunlar önemli iddialara göre Selçuklulardan önce Anadolu’ya gelip ortodoks olan Türk boylarından idiler. Buna benzer durumlar Yunanistan’dan Türkiye’ye göç edenler arasında da var.”Ben heyecanla kitabi, uzun cümleler kurup konuşurken, Kevorkyan kısa cümlelerle geçiştiriyordu. Ancak elinde olmadan benim sıkıcı ayrıntılara girmeme neden olacak sorular sorma tuzağına düşüyordu.“Bu konuyu çok araştırmış değilim. Emin misin?” diye sordu.“Herhalde yani hocam, ailem Mübadelede göç edenlerden.”“Senin bir mübadil torunu olman tezin için büyük bir avantaj,” dedi Kevorkyan.Kitaptan konuşmaya devam etmeye niyetli idim; ancak hocamın yüzünde muhtemelen “Yahu küçük hanım, n’olur bu işkenceyi yapma bana… Buraya eğlenmeye geldik; sırası mı şimdi dersten, tezden konuşmanın?” diye düşünen bir adamın yalvaran ifadesini fark ettim ve son bir cümle ile konuyu kapatmaya karar verdim..Ağzımda yutmağa çalıştığım Akdeniz mezeleri, yüzümde özlediğim bir lezzete kavuşmanın mutluluğu, haklısınız anlamında başımı salladım. Uzoma uzanırken:“Tarihin tekerleği her iki halkın üzerinden geçti. Tarihten, yüzlerce yıl bir arada yaşamış olmaktan, benzer kültürlerinden, ortak ezgilerinden, yemeklerinden, yaşam biçimlerinden kaynaklanan yakınlıkları vardı. Aslında aralarındaki fark, sadece rakı ile uzo arasındaki fark kadar,“ dedim.Bu sırada müzik grubu sahne almış, ezgisi ortak şarkılardan birini çalmaya başlamıştı.« Sala sala, mes sti sala ta milisameNa me paris, na se paro simfonisame. »Melodiyi yakalayıp, en şirin halimi takınarak şarkıya Türkçe eşlik etmeye başladım.« Bir dalda iki cevizAramız derya denizSen orada ben buradaNe bet kaldı ne beniz. »Kevorkyan da keyiflenmiş elindeki çatal bıçakla masaya vurarak tempo tutmaya başlamıştı.***Geç vakitte yurda döndüğümde gözümden uyku akıyordu.Başımı bir an önce yastığa koymak için sabırsızlanırken baş ucumdan hiç ayırmadığım iki eski resme gözüm kaydı. Biri dedemle birlikte olduğumuz, ben küçükken çekilmiş bir resim. Diğeriyse iki genç erkeğin görüldüğü daha eski bir resim. Bu sararmış resimde Selanik’te, arkalarında eski yazıyla Selanik Hatırası yazılı bez, Beyaz Kulenin önünde fotoğraf çektiren iki delikanlı yan yana poz vermiş objektife bakıp gülümsüyorlardı: Mehmet ve Dimitri. ..Mübadeleye tabi tutulan; biri Anadolu’dan, diğeri Yunanistan’dan göçe mecbur edilen iki ailenin çocukları.Aslında dedem kendisini mübadilden saymazdı. “Ben köşeden döndüm, be evladimu. Mübadil denmez bana,” derdi.O zaman ben bunun ne anlama geldiğini anlayamazdım.Yüklükte bir kutuyu karıştırırken bulduğum resimlerden birindeki iki delikanlının kim olduğunu sorduğumda da hep kaçamak cevaplar aldım. Ailenin diğer fertlerinden, ninemden, babamdan, annemden de aldığım cevaplar hep aynı türdendi. Gençlerden biri dedem, diğeri eski bir arkadaşıydı.Aslında dedemin ara sıra dalıp gitmesinden, yalnız kaldığı zamanlarda mırıldanıp, iç çekmesinden bir şeyler anlamalıydım. Gerçi bir şeylerden kuşkulanmıyor da değildim.Dedemin o müthiş sırrını öğrendiğimde on beş yaşımdaydım. Benim artık bu sırrı öğrenme ve saklama yaşımın geldiğini düşünmüştü herhalde. Ninemle birlikte bahçede otururken aniden “Bak sana ne anlatacağım,” diye başladı. Önce şaka yapıyor zannettim.-Şakası hiç eksik olmazdı zaten. İnanmadım, üsteledim. Ancak ninem de hikayeyi doğrulayınca ikna oldum. Öğrendikten sonra da defalarca dinlesem de gizemli bir masal gibi usanmadan, yeniden anlattırdım.O yaşta bir kız çocuğu için heyecan verici, matrak bir hikaye idi. Çarpılmıştım. Günlerce ağzım açık dolaştım. Dedemin peşinden ayrılmıyor, hayran hayran onu izliyordum. O benim için aşkı uğruna inanılmaz bir macerayı göze alan bir kahramandı.“Anlatsana be dede,” derdim.“Ne anlatayım be evladimu? Kaç kere anlattım, dinlemekten usanmadın mı?” dediğinde “Anlat işte!” diye üstelerdim.Dedem önce nazlanır, sonra ilk kez anlatıyormuşçasına bütün ayrıntılarıyla hikayesine başlardı.***Yeni bir hayata başlamak hiç kolay değildi. Hele bildik güzel bir memleketi bırakıp, bilinmedik yeni bir geleceğe doğru zorunlu bir yolculuğa çıkmak…Bütün göç hikayelerinde hüzün vardır. İnsan köklerinden, sevdiği topraklardan, komşularından kopmak istemez.Göçmek...Göç...Hicret...Daha da ötesi hicran.Yahu ben, öyle dindar falan da değildim. Kiliseye gitmiyorum diye köyün papazıyla papaz olmuştum.Helenikayı da bilmezdik be yavrumu.Yunanistan’a göçtüğümüzde şaşkındık.Günün birinde zabitler kapımıza dayandılar. Sizi Yunanistan’a göndereceğiz, buraya da oradan Müslümanlar gelip yerleşecek; toparlanın, hazır olun dediler. Ama niye, biz memleketimizden memnunuz; burada Hıristiyan, Müslüman hep birlikte yaşarız; aramızda hiç kavga gürültü olmaz; birbirimizi severiz sayarız dedik. Zabitler, bizi dinlemediler; biz bilmeyiz emir böyle dediler.Yanınıza fazla bir şey almayın; hayvanlarınızı, taşıyamayacağınız eşyaları ya satın, ya da komşularınıza bırakın demişlerdi.Önce inanmadık, olmaz böyle şey dedik; ancak iş ciddiydi. Yavaş yavaş toparlanıp, hazırlandık. Evimizi, bağımızı bahçemizi, pınarlarımızı, hayvanlarımızı, o senenin hasadından arda kalan ürünümüzü, ecdadımızın kabirlerini arkada bırakıp; komşularımıza veda edip, ağlaya sızlaya yanımızda götürebileceğimiz eşyalarımızla yola çıktık.İlkin katırlarla, arabalarla köyden Mudanya’ya indik. Oradan vaporla Tekirdağ’a gittik. Orda da biraz eğleştik. Sonra trenle Selanik...Güzelim memleketimizi bırakıp yaban ellere gelmiştik.Selanik’ten bizi bir kasabaya gönderdiler. Müslüman bir ailenin evine yerleştirdiler. İki katlı bir evdi. Evin bir katını boşalttılar. Bir katında onlar oturuyorlardı, bir katına da biz yerleştik.Uzun süre birbirimize alışamadık. Selam sabahın dışında pek bir şey konuşmuyorduk. Konuşmamamızın sebebi dilimizin farklı olduğundan değildi. Bizimkiler Türkçe dışında bir dil bilmiyorlardı zaten. Onlarsa Türkçeden başka konu komşudan öğrendikleri kadarıyla çat pat Urumca da konuşuyorlardı.Mutfağımız, banyomuz, helamız ortak idi. Evin içinde su yoktu. Bahçedeki kuyudan kovalarla taşıyorduk.Geldiğimizin ikinci günüydü. Anam elinin altında buyuracağı beni bulmuş olacak ki elime bir kova ile bir güğüm tutuşturdu. Kuyunun yerini öğreniver de şunları doldurup getiriver, dedi. Elimde kovayla güğüm bahçeye çıktım. Kuyunun yerini sorabileceğim karşıma çıkan ilk kişi yandaki evin küçük kızı idi: Ayşe, bizim yerleştiğimiz evin hanımının kız kardeşinin kızı…Karşı karşıya gelince birbirimize bakakaldık. Konuşamadım önce… İnsanın içine bir görüşte sevda ateşinin düşmesi buymuş meğer…Toparlanıp kuyunun yerini sordum. “Gel benimle, seni götüreyim”, dedi. Meyve ağaçlarının arasından geçtik. Büyükçe bahçenin bir köşesindeki kuyuya gittik. Bana yardım etti. Kuyunun başındaki kovayla çektiğimiz suyu benim götürdüğüm kovaya, güğüme doldurduk.Bahçedeki ağaçtan kopardığı iki incirin birini bana verdi.“Şu incir ağacını kıskanıyorum biliyor musun?” dedim.“Niye?” diye sorduğunda, “O kadar sağlam kökleri var ki onu toprağından söküp başka bir yere dikmek imkansız,” dedim. “Oysa biz!?..”Gözlerine baktım. Merakla bana bakan, hayatımda gördüğüm, görebileceğim bu en güzel gözlerde hüzün vardı.“Biz de kendimizi toprağımızda köklü zannediyorduk, ama koparıldık. İşte şimdi buradayız,” diye devam ettim.Bana hak veren bir ifade ile başını salladı :“Kuşlar bile istediği dala konar. Sen bu dala konma, şu dala kon denebilir mi?” dedi.O günden sonra Ayşe’yi görebilmek için kuyudan su taşıma işini gönüllü olarak üstlendim. Ayşe de öyle. Su taşımak bahanemiz, kuyunun başı buluşma yerimiz oldu. Haliyle de evimiz hiç susuz kalmadı.Bir süre sonra aileler birbirine alıştı. Kaynaştık. Farklı toprakların insanları olsak da aynı kaderi, aynı evi paylaşan iki aileydik sonuçta. Daha önemlisi hepimiz mağdur olan taraftaydık.Bazı akşamlar aynı evin içinde birbirimize misafirliğe giderdik. Konu hep memleket hikayeleriydi.Bizimkilerin hali haraptı… Memleketimizden ayrıldığımıza, doğduğumuz büyüdüğümüz, sevdalandığımız toprakları belki de bir daha hiç göremeyeceğimize hala inanamıyorduk. Onlarsa bizi avutmaya, gönlümüzü almaya çalışıyorlardı; ama yakın bir zamanda aynı akıbetin onların da başına geleceği akıllarına gelince üzerlerine bir hüzün çöküyordu.Halimiz haraptı, ama onların durumu da bizden farklı değildi. Ayrılık günleri yaklaştıkça kara kara düşünüyorlardı.Ayşe’nin babası komşumuz Salim Aga’ya bir haller olmuştu. O koca gövdeli, sert görünüşlü adam yumuşamış, dokunsan ağlayacak bir halde geziniyordu. Sabah erkenden, gün ağarmadan evinden çıkıyor; önce camiye gidip namazını kılıyor, sonra da dağ tepe dolaşıyordu. İlkin bahçesinde dolanıyor; ağaçlarına bakıyor, sarılıyor okşuyor; kümesindeki, ahırındaki hayvanlarına, ineklerine, eşeğine tavuklarına bir şeyler söylüyordu. Sanki onlarla vedalaşıyordu. Sonra da dağ tepe gezmeye başlıyordu. Karacaova’da sarılıp, okşamadığı, vedalaşmadığı tek bir ağaç kalmamıştı.Ben, o vakitler on dokuz yaşındaydım. Onların da Mehmet isimli ben akran bir oğulları vardı. Arkadaşları ne demekse ona Şuşut Mehmet derlerdi. Lakabı öyleydi. Boyumuz posumuz, yüzümüz birbirine pek benzerdi.Benim ilk görüşte sevdalandığım komşu kızı Ayşe, evin oğlu Mehmet’in teyze kızı idi.Zamanla Mehmet’le iyi ahbap olmuştuk. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyordu.Sık sık yaptığımız gibi bir gün yine kaçamak yapıp, mahalledeki diğer arkadaşlarımızla, Kokoz Ali, Burunsuz Yorgo, Baydak Salih’le birlikte Selanik’e gittiğimizde ırakı içip, çok sarhoş olduk. Yol üstünde rastladığımız bir şipşakçıda Mehmet’le ikimiz resim çektirdik.. Sana gösterdiğim bir resim var ya, o resmi işte…Beyaz Kule’ye yakın bir yerde denizin kenarına oturduk.Saatin ilerlediğine aldırmadan tatlı bir muhabbetin koynuna bırakıverdik kendimizi. O yaştaki erkek çocuklar bir araya gelince ne yapar? Karı kız muhabbeti işte…Mehmet, bir türkü tutturdu. Sonra ağlamaya başladı. Sarhoşluk işte. Meğer kara sevdalı imiş. Komşu köyden bir Hıristiyan kızını severmiş. Adı Eleni imiş. Ben de Mehmet’in teyzesinin kızına, Ayşe’ye gizliden sevdalanmıştım, ama açık etmiyordum.Efkar dağıtmaya gitmiştik, ama iyice efkarlandık.O gece eve döndüğümüzde aklıma bir cin fikir geldi: Mehmet’le kimliklerimizi değiştirecektik.Ben Mehmet’in ailesiyle memlekete geri dönecektim, Mehmet de benim kimliğimle Dimitri adını alarak Yunanistan’da kalacaktı; böylece hiç kimse memleketinden ve sevdiğinden ayrılmayacaktı.Sevda ateşi yüreğe düşünce akıl senelik izne çıkarmış, ama benim kafam çalışmıştı be yahu…Mehmet’in bu fikri seveceğinden nerdeyse emindim. Eleni’den ayrılmak istemezdi. Ailesini de ara sıra görmeye gelirdi. Ya ben? Niyetim sadece Mehmet’e kıyak yapmak değildi. Anamdan babamdan, kardeşlerimden ayrılmak kolay değildi, ama öbür tarafta da Ayşe’ye olan sevdam, daha da ötesi memleket hasreti vardı. Kafam karmakarışıktı.Ertesi sabahı zor ettim. Sabahın köründe Mehmet’i uyandırdım; planımı anlattım. Önce anlamsız anlamsız yüzüme baktı, olur mu gibilerinden.“Yahu, dedim biz birbirimize benzemiyor muyuz? Yaşlarımız da aynı sayılır. Bizi tanımayan kim bilebilir ki benim Dimitri, senin de Mehmet olduğunu? Yeter kiailelerimizi ikna edelim; onlar he derse bu iş olur.”“Delilik ulan bu!” dedi.“Tamam be biraderim, biz de delikanlı değil miyiz zaten!”“Peki ya ailelerimiz; sen ailenden ayrılabilecek misin?” dedi Mehmet.Ayrılmak zordu, ama başka çözüm yoktu ki.“Yahu Mehmet, gurbete çalışmaya gitsek ya da askere gitsek ailemizden ayrılmayacak mıyız?.. Ne farkı var ki?” dedim.Mehmet, ikna olmuş gibiydi. Sen ne uyanıksın, der gibi baktı:“Alavere dalavere …fan fini fiston fistana…” dedi ve güldü.Sırtıma muzırca vurduktan sonra,“Bak bu işi yapacaksak senin de sünnet olman lazım. Ne olur ne olmaz, önünde askerlik falan olacak, sünnetsiz olduğun fark edilirse başın derde girer,” dedi.Gırgır geçme der gibi gülmüştüm, ama o sıralarda yapılan bir sünnet düğününde sünnetçiyi ayarlayıp gizliden beni sünnet ettirdi. Eee tabii kolay olmadı. Kimseye çaktırmadan idare etmek daha zordu.***İki ailenin bir araya geldiği bir akşam konuyu açtık. Herkes şaşırmıştı. Önce itirazlandılar. Ama Mehmet’le benim kararlı olduğumuzu görünce çaresiz kabullendiler.Bir sabah erkenden kalktık. Ayrılık zamanı gelmişti… Mehmet, at arabasını hazırladı. Birkaç kap kacak, yatak döşeği,denklerimizi arabaya yükledik. Ayşe, bir daha böyle güzel şeftali bulup yiyemeyiz diye bir sepet rodakino almıştı yanına.Yorucu bir yolculuktan sonra Selanik’e geldik. Bizi götürecek vaporu beklerken, birkaç gün eğleştik.Ayrılık zor oldu. Mehmet’in ailesi, iki teyzesinin aileleriyle vapora, meşhur Gülcemal’e binip İzmir’e geldik.Böyle olmasını ben istemiş ve planlamıştım, ama garip duygular içindeydim. Hem seviniyor, hem hüzünleniyordum; yüreğimde anaforlar vardı. Memleketime yeniden kavuşmuştum, sevdalandığım kızla beraberdim; ama geride öz ailemi bırakmıştım. Anamı, babamı, kardeşlerimi bir daha ne zaman görebilecektim? Ayrılık-kavuşma, kavuşma-ayrılık; her şey iç içe idi.Mehmet’in ailesi, daha doğrusu benim yeni ailem nereye yerleşeceklerini bilmez, kararsız haldeydiler.Bir süre oradan oraya dolandırıldıktan sonra Ayşe’nin ailesiyle aynı kasabaya yerleştirildiler. Bir ay onlarla kaldım. Mehmet’in kimliği ile güvendeydim. Kendi köyüme gidemezdim. Tanınır, yakalanır, yeniden Yunanistan’a gönderilirdim.Sık sık Mehmet’in ailesini ziyaret ediyordum.İşin ikinci safhası benim için daha da zordu. En az yüz okka çeken, her zaman ciddi ve sert görünümlü olan Salim Aga’dan kızını istemek kolay iş değildi. Bir gün ziyaretlerine gittiğimde Ayşe’yi babasından istedim.Ortalık yeniden karıştı. Ama beni seviyorlar ve aileden sayıyorlardı. Biraz nazlandıktan sonra Ayşe’yi bana vermeyi kabul ettiler. Böylece kağıt üzerinde Mehmet teyzesinin kızı Ayşe ile evlenmiş oldu.***“Yaaa, dede kafam karıştı. Kim Dimitri, kim Mehmet?”“Yahu be evladimu, ne var karışacak! Ben Dimitri idim, Mehmet oldum; Mehmet de Dimitri oldu. Mehmet memleketinde kaldı, ben de memleketime geri döndüm.”“Offf, yine çok karışık. Peki sonra?”“Sonrası işte, bildiğin gibi…Büyük aşkımla, Ayşe ninenle evlendim, çocuklarım oldu, güzel torunlarım oldu.”Nineme baktım. Bizim konuşmalarımızı dinlerken tebessüm ediyordu. “Canım ninecim, tontoşum,” diye sarıldım.“Peki ya gerçek Mehmet’e ne oldu?”“Uzun zaman birbirimizden haber alamadık. Zor zamanlardı…Bir gün bir adam geldi bizim oraya. Dükkandaydım. Adım Dimitri, dedi. O kadar sene birbirimizi görememiştik, ama hemen anladım. Sarıldık birbirimize...Eleni’yle evlenmişti. Yanında karısı ve oğlu vardı. Bak, dedi karısını ve oğlunu gösterip, kaldığım iyi olmuş değil mi, dedi.Eve götürdüm. Ayşe nineni, teyzesini, anasını babasını, kardeşini görünce ağlamaya başladı. Sarılıp, karşılıklı ağlaştılar.Sonra ara sıra mektuplaştık. Birbirimizden haber aldık. Bir ara mektupların arası kesildi. Karısından mektup aldık. Meğer Alman işgaline karşı komitacılarla birlikte dağa çıkıp direnişe katılmış. Yaralanmış.Seneler sonra yine çıkıp geldi. Bu sefer yanında beş yaşında bir kız çocuğu da vardı. Almanları, vatanımızdan kovduk, dedi gururla. Gömleğini sıyırıp yara izini gösterdi.Sonra bir süre haber alamadık. İç savaşta başını yine belaya sokmuş. Faşistlerin eline düşmüş, hapse atılmış. Daha sonraları birkaç kere anası babası kardeşi de görmeye gittiler. Ben gidemedim.”“En son ne zaman görüştünüz, dede?”“Albaylar Cuntasının iktidarda olduğu sıralardaydı oğlundan bir haber aldık. Bu kadar rezalete dayanamıyorum, diyormuş. Bir sabah kalp sektesinden vefat etmiş. Ölmeden önce de benden söz edermiş. Epeydir görüşemedik diye…Allah rahmet eylesin.”***Ha Mehmet, ha Dimitri ne fark eder ki? Dedem dedemdi işte… Aşkı uğruna muhteşem bir macerayı göze alan bir kahramandı benim için. Hem nineme, hem de memleketine, doğduğu topraklara sevdalı biri!.. Ya öbür Dimitri !? O da bir kahramandı. Evlendiği kıza sevdalı; doğduğu, vatan saydığı toprakları işgalcilere karşı savunmuş, halkının mutluluğu için mücadele etmiş bir kahraman.Ah dedecik sağ olsan ne çok sevinirdin senin o müthiş maceranın doktora tezi konuma ilham verdiğine…ALINTI
ANNEM'İN ANILARIN'DAN YUNAN İZMİR'E GİRDİĞİNDE..
Annemin anıları Yunan İzmir'e girdiğinde
Dedemler, (annemin babası)Girit'ten döndüklerinde Söke'ye yerleşmişler, kendilerinin yaşam tarzına uygun ve yaptıkları işe uygun olarakSöke'yi tercih etmişler. Dedemin lakabı Uzun İbrahim imiş,uzun boylu beyaz tenli boncuk gibi mavi gözlü bir adammış.( Dayımın torunlarından biri aynı dedeme benziyor biz dedemi görmediğimiz için gören dayı oğlum işte dedeniz böyle biriydi diye bize söylemiştir). Anaeannemin lakabı güzel Hatice imiş, ne yazıkki talihsiz kadın çok genç yaşta vefat etmiş annem 5 yaşındaymış altı aylıkta bir kız kardeşi varmış, doğal olarak dedem ikinci bir evlilik yapmış 5 çocuğa kim bakacak ne yapsın adamcağız...Dedemin yemiş bahçesi ve bağı Kuşadası ile Söke arasında bir yerdeymiş.(tam yerini bilemiyorum ne yazıkki)Her yaz doğal olarak bahçedeki eve göç ederlermiş. Bağ ve bahçe komşuları yunanlı (rum) bir aile imiş. aralarında hiçbir husumet yokmuş(annemin anlattığına göre) gül gümüş geçinirlermiş.Gel zaman git zaman harp başlamış ve Yunan İzmir'e girmiş ve içlere doğru ilerlemeye başlayınca Dedem annemin analığına" hanım toparlanalım bizde buralardan daha iç kısımlara gidelim demiş.Zaten birçok aile göç'e başlamış (Dinar taraflarına doğru) annemler hazırlık içindeyken bahçe komşuları rum ailenin büyük kızı anneme " fato biraz bize gel bak sana ne göstereceğim" demiş.annemde çocuk ne de olsa takılmış peşine gitmiş.Eve girince rum kızı yüklükteki dizili yorganların arasından yunan bayrağını çıkarıp" bak Fato görüyormusun artık bizimkiler geliyor çok yakında bayraklarımızı çıkarıp asacağız, bütün buralar bizim olacak" demiş. Annem korku ile hemen oradan koşarak kendi evlerine gelip dedeme ve analığına olanları anlatmışdedem çok üzülmüş ve ataların söylediği demekki doğru imiş "Ayıdan post, düşmandan dost olmazmış" demiş.not: Biz küçükken annem bize bu yaşadıklarını masal gibi anlatırdı, ileride hatırladıklarımı sizinle paylaşacağım, sevgiler.
Dedemler, (annemin babası)Girit'ten döndüklerinde Söke'ye yerleşmişler, kendilerinin yaşam tarzına uygun ve yaptıkları işe uygun olarakSöke'yi tercih etmişler. Dedemin lakabı Uzun İbrahim imiş,uzun boylu beyaz tenli boncuk gibi mavi gözlü bir adammış.( Dayımın torunlarından biri aynı dedeme benziyor biz dedemi görmediğimiz için gören dayı oğlum işte dedeniz böyle biriydi diye bize söylemiştir). Anaeannemin lakabı güzel Hatice imiş, ne yazıkki talihsiz kadın çok genç yaşta vefat etmiş annem 5 yaşındaymış altı aylıkta bir kız kardeşi varmış, doğal olarak dedem ikinci bir evlilik yapmış 5 çocuğa kim bakacak ne yapsın adamcağız...Dedemin yemiş bahçesi ve bağı Kuşadası ile Söke arasında bir yerdeymiş.(tam yerini bilemiyorum ne yazıkki)Her yaz doğal olarak bahçedeki eve göç ederlermiş. Bağ ve bahçe komşuları yunanlı (rum) bir aile imiş. aralarında hiçbir husumet yokmuş(annemin anlattığına göre) gül gümüş geçinirlermiş.Gel zaman git zaman harp başlamış ve Yunan İzmir'e girmiş ve içlere doğru ilerlemeye başlayınca Dedem annemin analığına" hanım toparlanalım bizde buralardan daha iç kısımlara gidelim demiş.Zaten birçok aile göç'e başlamış (Dinar taraflarına doğru) annemler hazırlık içindeyken bahçe komşuları rum ailenin büyük kızı anneme " fato biraz bize gel bak sana ne göstereceğim" demiş.annemde çocuk ne de olsa takılmış peşine gitmiş.Eve girince rum kızı yüklükteki dizili yorganların arasından yunan bayrağını çıkarıp" bak Fato görüyormusun artık bizimkiler geliyor çok yakında bayraklarımızı çıkarıp asacağız, bütün buralar bizim olacak" demiş. Annem korku ile hemen oradan koşarak kendi evlerine gelip dedeme ve analığına olanları anlatmışdedem çok üzülmüş ve ataların söylediği demekki doğru imiş "Ayıdan post, düşmandan dost olmazmış" demiş.not: Biz küçükken annem bize bu yaşadıklarını masal gibi anlatırdı, ileride hatırladıklarımı sizinle paylaşacağım, sevgiler.
GİRİT'TEN, GİRİTLİLİK ,LE BİR YAŞANMIŞLIK HİKAYESİ...
Girit'ten, Giritlilik ile bir yaşanmışlık hikayesi...
Girit adasının Resmo kentinde,Ahmet Çilingiraki’nin 1915 yılında,bir oğlu olur.İbrahim koyarlar adını.1924 yılında,mübadele göçü olunca,9 yaşında İbrahim Çilingiraki,Giritten Ayvalık’a gelir.Giritliler,hep yeniliklere meraklıdırlar.İbrahim Çilingiraki de,o günlerin yeniliği otomobiller olduğundan,Ayvalık’taki otomobilcilerden şöförlük öğrenir.Genç yaşta Ayvalık Osmanlı Bankasının şöförü olur.Devrin harcı alem otomobilleri o günlerde,4 kişilik,bir ileri, bir geri ve freni olan,bu yüzden de, (bir ileri bir geri ) diye adlandırılan otomobilleri devamlı kullanırdı.Bir ileri,bir gerilere,ayni zamanda,üstte açılır kapanır tavanları olduğundan körüklü de denirdi.O zamanlar,Ayvalık’tan İzmir’e iki günde gidilirdi.Gediz nehrinde henüz köprü yapılmadığından,otomobillerle beraber sala binilir,salla Gediz geçilirdi.Kabakum beldesi yakınlarında, yol denize çok yakın geçerdi.Bu yüzden de kuvvetli lodos rüzgârı estığinde yol çoğu kez,sular altında kalırdı.Günlerden bir gün,şöför Çilingiraki İbrahim,Ayvalık’tan iki yolcu ile birlikte,Osmanlı Bankasının Fransız müfettişini de,İzmir’e getirme talimatını alır.Kabakum’a vardıklarında,bakarlar ki;Lodos,kıyıya fazla miktarda çakıl yığmıştır.Nasıl olsa körüklü,bu çakılları aşar diye,körüklüyü çakıllı yola vururlar.Gelin görün ki:Körüklü çakıllı yola saplanmış,ileri,geri bir türlü çıkamaz çakıllardan.Çilingiraki İbrahim kan ter içerisinde,çaresizlikten,ne yapacağını şaşırmış,dinlenirken,ayni yoldan geçmek için,bir deve kervanı yanlarına yaklaşır.Deveci ne oldu diye sorar.Şöför İbrahim,Körüklüyü çakıla saplattık.Nasıl çıkacağımızı bilmiyoruz,der.Deveci,bir urganın,yani kalın ipin varmı? Diye sorar.İbrahim urganı deveciye uzatır.Deveci,en kuvvetli pehlivan deveyi alır,kıh der,yere çökertir.Urganın bir ucunu,körüklüye,bir ucunu da pehlivan devenin semerine bağlar,Fransız müfettiş te olanları hayretle izler.Biryandan da elinde kamera,olayları filme almağa çalışır.Deveci pehlivan deveye yaklaşır.Pehlivan deveye kalk dedimiydi,pehlivan deve lök cüssesi ile ayağa kalktığında,körüklü de karaya çıkıvermişti,bile.Bundan böyle de ,çilingiraki şöför İbrahim’in ve Ayvalık’taki adı,DEVECİ olacaktır artık.Onun sülâlesi de DEVECİ olarak anılacaktır.Çilingiraki şöför İbrahim,bugün,91 yaşında olayları dün gibi hatırlıyor.Osmanlı Bankası müdürü,bir gün,banka odacısı Arap Mustafa’ya,git bana Deveci İbrahim’i bul,getir,demiş.Arap Mustafa gitmiş,gelmiş,ben şimdi,hangi ahırda Deveci İbrahim’i arayayım? Diye,müdüre geri gelmiş.Müdür de demiş ki:yok be oğlum,git bizim şöför İbrahim’i al getir.İşte odur,Deveci İbrahim.). Tarihimizi biraz hatırlamakta yarar var. Şapka devrimi olduğu gün "Şapka devriminde Ayvalık eşrafı" adı altında bir fotoğraf çekildi. Bu fotoğrafı görmeyen varsa görmesini tavsiye ederim. Çünkü çok gurur verici bir resim Orada yer alan babalarımız, dedelerimiz melon şapkaları ile şık temiz kıyafet-leri ile İngiltere Lordlar Kamarasına taş çıkarıyorlar sanki. Celal Bayar başbakan ve cumhurbaşkanı olduğu dönemlerde Ali Cömert beyin bugün IDA restorant diye işletilen evinde konuk edilirdi. İsmet İnönü başbakan veya cumhurbaşkanı olduğu dönemde yatla Ayvalığı ziyiaret eder; Motorla karaya çıkarken kendisini karşılayan Ayvalıklıları görünce "Çabuk beni yata geri getirin" der. Yatta en güzel esvaplarını giydikten sonra karaya çıkar; Çünkü rıhtımdaki ahali öylesine temiz kıyafetli ve şıktı ki; İsmet İnönü eziklik duymak istemedi. Yine Celal Bayar başbakan olunca memleketi olan Gemliğe bir iyilik, son zamala-rın tabiri ile bir kıyak yapmak ister; Gemliğe bir sardalya konserve fabrikası kurulacaktır. Fabrikaya okumuş bir sahip aranır; Koskoca gemlikte aranır taranır okumuş olarak ancak ilkokul mezunu Ala'eddin bey bulunabilir ve Alaeddin Sardalya fabrika-sı kurulur. Oysa ki: Aynı dönemde Ayvalık Belediye Başkanı olan MUHİP ÖZYİĞİT Liege Üniversitesi mezunudur. Bütün bu tarihsel örnekler Midilliden, Rumeliden, Giritten gelen kültürümüzün ve insanımızın zenginliğini gösterir. Onun için Kayseri-liler "ÖĞÜNMEK GİBİ OLMASIN AMMA KAYSERİLİYİZ" demesinler. Öğünülecek bir şey varsa onu da bize bıraksınlar.Anadolu'da Trakya'da yürekten söylenen yanık bir türkü vardır.Dağlar dağladı beni / Gören Ağladı beni / Merak ta etme / Nazlı da Cemilem / Sevda bağladı beni /Sevda bağladı beni........ Yüce dağlar / Cüce dağlar /Duyduk duymadık demeyin / Boşuna böbürlenmeyin /Boşuna heveslenmeyin....BİZ AYVALIK BİR AİLEYİZ; BİZ AYVALIK BİR AİLEYİZ; BİZ AYVALIK BİR AİLEYİZ.... Antropoloji - Arkeolojik kazılar bize gösteriyor ki.: İnsanoğlu yeryüzünde 250.000 yıldan beri vardır. Bu 250.000 yılın son 50.000 yılında insan ancak mağaraya girebilmiştir. İnsan bu ellibin yılın kırkbin yılını mağarada geçirdi; Ancak onbin yıl önce neslimiz mağara-dan çıkabildi. İnsanoğlunun bütün serüveni hep bu onbin yıla sığar; Yeryüzünde ne oldu ise hep insanların emeği ile oldu. İnsanoğlu doğarken de, ölürken de birbirine eşittir. Herşeyi çalışmayla, eğitimle kazanır. ARISTO "Dehamı dahi çalışarak kazandım" dİyor.Dr.Hasan HORTOalıntıdır..
Girit adasının Resmo kentinde,Ahmet Çilingiraki’nin 1915 yılında,bir oğlu olur.İbrahim koyarlar adını.1924 yılında,mübadele göçü olunca,9 yaşında İbrahim Çilingiraki,Giritten Ayvalık’a gelir.Giritliler,hep yeniliklere meraklıdırlar.İbrahim Çilingiraki de,o günlerin yeniliği otomobiller olduğundan,Ayvalık’taki otomobilcilerden şöförlük öğrenir.Genç yaşta Ayvalık Osmanlı Bankasının şöförü olur.Devrin harcı alem otomobilleri o günlerde,4 kişilik,bir ileri, bir geri ve freni olan,bu yüzden de, (bir ileri bir geri ) diye adlandırılan otomobilleri devamlı kullanırdı.Bir ileri,bir gerilere,ayni zamanda,üstte açılır kapanır tavanları olduğundan körüklü de denirdi.O zamanlar,Ayvalık’tan İzmir’e iki günde gidilirdi.Gediz nehrinde henüz köprü yapılmadığından,otomobillerle beraber sala binilir,salla Gediz geçilirdi.Kabakum beldesi yakınlarında, yol denize çok yakın geçerdi.Bu yüzden de kuvvetli lodos rüzgârı estığinde yol çoğu kez,sular altında kalırdı.Günlerden bir gün,şöför Çilingiraki İbrahim,Ayvalık’tan iki yolcu ile birlikte,Osmanlı Bankasının Fransız müfettişini de,İzmir’e getirme talimatını alır.Kabakum’a vardıklarında,bakarlar ki;Lodos,kıyıya fazla miktarda çakıl yığmıştır.Nasıl olsa körüklü,bu çakılları aşar diye,körüklüyü çakıllı yola vururlar.Gelin görün ki:Körüklü çakıllı yola saplanmış,ileri,geri bir türlü çıkamaz çakıllardan.Çilingiraki İbrahim kan ter içerisinde,çaresizlikten,ne yapacağını şaşırmış,dinlenirken,ayni yoldan geçmek için,bir deve kervanı yanlarına yaklaşır.Deveci ne oldu diye sorar.Şöför İbrahim,Körüklüyü çakıla saplattık.Nasıl çıkacağımızı bilmiyoruz,der.Deveci,bir urganın,yani kalın ipin varmı? Diye sorar.İbrahim urganı deveciye uzatır.Deveci,en kuvvetli pehlivan deveyi alır,kıh der,yere çökertir.Urganın bir ucunu,körüklüye,bir ucunu da pehlivan devenin semerine bağlar,Fransız müfettiş te olanları hayretle izler.Biryandan da elinde kamera,olayları filme almağa çalışır.Deveci pehlivan deveye yaklaşır.Pehlivan deveye kalk dedimiydi,pehlivan deve lök cüssesi ile ayağa kalktığında,körüklü de karaya çıkıvermişti,bile.Bundan böyle de ,çilingiraki şöför İbrahim’in ve Ayvalık’taki adı,DEVECİ olacaktır artık.Onun sülâlesi de DEVECİ olarak anılacaktır.Çilingiraki şöför İbrahim,bugün,91 yaşında olayları dün gibi hatırlıyor.Osmanlı Bankası müdürü,bir gün,banka odacısı Arap Mustafa’ya,git bana Deveci İbrahim’i bul,getir,demiş.Arap Mustafa gitmiş,gelmiş,ben şimdi,hangi ahırda Deveci İbrahim’i arayayım? Diye,müdüre geri gelmiş.Müdür de demiş ki:yok be oğlum,git bizim şöför İbrahim’i al getir.İşte odur,Deveci İbrahim.). Tarihimizi biraz hatırlamakta yarar var. Şapka devrimi olduğu gün "Şapka devriminde Ayvalık eşrafı" adı altında bir fotoğraf çekildi. Bu fotoğrafı görmeyen varsa görmesini tavsiye ederim. Çünkü çok gurur verici bir resim Orada yer alan babalarımız, dedelerimiz melon şapkaları ile şık temiz kıyafet-leri ile İngiltere Lordlar Kamarasına taş çıkarıyorlar sanki. Celal Bayar başbakan ve cumhurbaşkanı olduğu dönemlerde Ali Cömert beyin bugün IDA restorant diye işletilen evinde konuk edilirdi. İsmet İnönü başbakan veya cumhurbaşkanı olduğu dönemde yatla Ayvalığı ziyiaret eder; Motorla karaya çıkarken kendisini karşılayan Ayvalıklıları görünce "Çabuk beni yata geri getirin" der. Yatta en güzel esvaplarını giydikten sonra karaya çıkar; Çünkü rıhtımdaki ahali öylesine temiz kıyafetli ve şıktı ki; İsmet İnönü eziklik duymak istemedi. Yine Celal Bayar başbakan olunca memleketi olan Gemliğe bir iyilik, son zamala-rın tabiri ile bir kıyak yapmak ister; Gemliğe bir sardalya konserve fabrikası kurulacaktır. Fabrikaya okumuş bir sahip aranır; Koskoca gemlikte aranır taranır okumuş olarak ancak ilkokul mezunu Ala'eddin bey bulunabilir ve Alaeddin Sardalya fabrika-sı kurulur. Oysa ki: Aynı dönemde Ayvalık Belediye Başkanı olan MUHİP ÖZYİĞİT Liege Üniversitesi mezunudur. Bütün bu tarihsel örnekler Midilliden, Rumeliden, Giritten gelen kültürümüzün ve insanımızın zenginliğini gösterir. Onun için Kayseri-liler "ÖĞÜNMEK GİBİ OLMASIN AMMA KAYSERİLİYİZ" demesinler. Öğünülecek bir şey varsa onu da bize bıraksınlar.Anadolu'da Trakya'da yürekten söylenen yanık bir türkü vardır.Dağlar dağladı beni / Gören Ağladı beni / Merak ta etme / Nazlı da Cemilem / Sevda bağladı beni /Sevda bağladı beni........ Yüce dağlar / Cüce dağlar /Duyduk duymadık demeyin / Boşuna böbürlenmeyin /Boşuna heveslenmeyin....BİZ AYVALIK BİR AİLEYİZ; BİZ AYVALIK BİR AİLEYİZ; BİZ AYVALIK BİR AİLEYİZ.... Antropoloji - Arkeolojik kazılar bize gösteriyor ki.: İnsanoğlu yeryüzünde 250.000 yıldan beri vardır. Bu 250.000 yılın son 50.000 yılında insan ancak mağaraya girebilmiştir. İnsan bu ellibin yılın kırkbin yılını mağarada geçirdi; Ancak onbin yıl önce neslimiz mağara-dan çıkabildi. İnsanoğlunun bütün serüveni hep bu onbin yıla sığar; Yeryüzünde ne oldu ise hep insanların emeği ile oldu. İnsanoğlu doğarken de, ölürken de birbirine eşittir. Herşeyi çalışmayla, eğitimle kazanır. ARISTO "Dehamı dahi çalışarak kazandım" dİyor.Dr.Hasan HORTOalıntıdır..
GİRİTLİ MAZLUME'NİN HATIRA DEFTERİN'DEN...
GİRİTLİ MAZLUME'NİN HATIRA DEFTERİN'DEN..
‘’ Oğlumun kanlı göğsüne sarıldım, hıçkırmaktan kendimi alamıyordum.O sırada kapının vurulduğunu, vurulma değil yumruklandığını duyunca birden doğruldum, tüylerim ürperdi, martini aldım kapı tarafına çevirdim, birkaç el attım.Zorlanan kapının çatırdayarak kırıldığını duyunca, evin arka odasına geçtim, kapıyı kilitledim.Sapa sokağa bakan pencereyi açarak kendimi aşağıya salıverdim.Dünyada varım yoğum bir tek oğlumdu…Serif Alaki’nin kızı ile evlenmeleri yakındı. Muradını kursağına kodular kahrolasıcalar.’’ Mahmut hıçkıra, hıçkıra ağlarken Mehmet söze başladı:Biliyorsun karım bugünleri görmeden ölmüştü.Çoluğum çocuğum yoktu.Ama yakınlarım vardı. Bana evlattan yakındılar. Onlarla avunup gidiyordum. Zavallıların hepsini ayrı, ayrı işkence yaparak gözlerimin önünde öldürdüler.Nasıl can çekiştiklerini gördüm. Dayanamadım silahımı çektim, beş on haydudu yere serdim.Sonra intikamımızı almaya daha elverişli zaman olur ümidi ile kendimi karanlığa attım!..Acı çekmiş zulüm görmüş bu iki bahtsız böyle dertleşerek çekingen ve ürkek ilerledikleri sırada ortalık ağarmaya başlamıştı. Beş altı saatlik daha gidecek yolları vardı. Ancak iyice yorulmuşlar adım atacak halleri kalmamıştı.Açlıktan ve yorgunluktan bitkin düşmüş vücutları ne olursa olsun uzanıp uyumak için çırpınıyor gibiydi. Bir ağaç parçasını yastık yaptılar. Mahmut’un sırtındaki kilim ikisine birden yorgan oldu; kıvrılıp yattılar!.. Biz gelelim Defne Köyüne, daha doğrusu Defne yıkıntısına! Köy evlerinin hepsi yanmış, damlar çökmüş yarı yıkılmış isli duvarlar iskeletler gibi sırıtıyordu.Ötede beride kana bulanmış insan cesetleriyle hayvan leşleri koyun koyuna yatıyorlardı. Köyde ses seda yok, mezarlık gibi bir sessizlik her tarafı sarmıştı!..Ne o? Yanıp yıkılmış bir evin devrilmiş kapısı içinde bir gölge kıpırdanıyor. Bir kaputa sarılmış, başı örtülü ilk bakışta erkeğe benziyor ama biraz dikkat edince kadın olduğu fark ediliyor! Yürümeye çabalıyor ama zayıf bacakları bitkin vücudunu taşıyamıyor.Etrafı gözden geçiriyor. Birden gözleri parlıyor yıkıntılar arasında yanmış kurumuş bir ekmek parçası bulmuştur..Onu kapıyor; karnı doymasa da oyalanarak aklı başına gelir gibi oluyor. Söylenmeye başlıyor: ‘’ Yarabbi! Allahım! Merhameti sonsuz Tanrım Nedir bu başımıza gelenler? Nedir bu başıma gelecekler? İşte koca köyden ayakta kalan tek insan benim. Babam, anam, kardeşlerim toprak altında kaldılar! Ben olduğum yerden kendilerini duyuyordum da kendimi öldüm sanıyordum!...Eyvah! Nişanlım da ilk kurşunlardan birinin kurbanı oldu. Bir tek ümidim var: Ağabeyim yakındaki şehirde; bari onu bulmak kısmet olsa!.. Orası da kim bilir ne haldedir? İşte güneş yakında batacak; baştanbaşa yanmış yakılmış köyde ne bir ışık, ne bir ses, ne bir lokma yiyecek!..’’Kızcağız bir köşede donup kalmasa, başını yıkık duvar yığınlarına çarparak delirmese keşke!..‘’ Şerif Aleki ‘’ diye adını, haydutlardan kaçıp kurtulan Mahmut ve Mehmet’ten duyduğumuz zengin adamın kızı bu. Babası Şerif efendi, Defne köyünün en zengini ve en iyi kalpli adamı idi.Defne köyünün yıkıntıları arasında bir başına kalan kızı Mazlume ise köy kızları arasında güzelliği ile nam salmıştı. Az çok okuması ve yazması da vardı. Daha okul sıralarında iken Mahmut’un oğlu Behçet ile birbirlerine yakınlaşmışlardı. Büyümüşlerdi artık; görüşemiyorlardı. Mazlume çarşafa girmişti. Behçet’in de bıyıkları terlemişti.Artık evlenmelerinin sırasıydı.Babaları anlaşmışlar bir iki ay sonra düğün hazırlığına başlanacaktı...Mazlume o korkunç gecede bile çeyizlerini hazırlamak için epeyi zaman uyanık kalmıştı.Nihayet yorgun, bitkin ama memnun uyuyakalmıştı. Rüyasında Behçeti’ne kavuştuğunu görüyordu. Kollarını onun boynuna dolamak için uzatır gibi olmuştu. Büyük bir gürültü ile uyandı.Evi alevler sarmış ön odalardan iniltiler geliyordu! Babası Şerif efendi hemen duvarda asılı martinine sarıldı. Pencereden dışarıya ateş etmeye başladı. Karısı ve çocuklar evi saran alevleri söndürmek için çırpınarak, haykırarak odada dönüp duruyorlardı. Bu sırada dolabın birinde saklı barut dolu bir kap birden ateş aldı. Dehşetli bir gürültü ile patladı.Yarı yanmış evin bir yanını birden çökertti. Mazlume’yi bu basınç ileri fırlattı; ötekilerini yıkılan duvar, altına alıvermişti!..Ya Behçet ne halde idi? Babası Mahmut’un anlattığı gibi köyü basan alçakların attığı kurşunlardan biri ile göğsünden fışkıran kan ile yere serilivermişti. Evde tek sağ kalan babası ciğeri yana, yana pencereden atlamış yollara düşmüş, ormanlarda gecelemiş, rastladığı köylüsü Mehmet ile yoluna devam etmişti. Behçet’ini gömmeye bile vakit yoktu!..Halbuki Behçet yaşıyordu, göğsünden giren kurşun kalbin biraz ötesinden sıyırarak çıktığı için, kan içinde yere yığılmış ama ölmemişti.Yani Mazlume’de nişanlısı Behçet’te yaşıyordu. Birbirlerinin yaşadığından habersiz olan bu iki gence kavuşmak nasip olacak mıydı?Mazlume, yarı ölü-diri bir gece daha geçirdiği köyünde, daha sonra yakılıp yıkılan köye gelerek eski dostlarını arayan 60 yaşlarında bir ihtiyar tarafından bulunarak Yenişehir’e götürüldü.Oradaki komitecilerden bir tanıdığına durumu anlattı. Kızı onlara kılına dokunulmamak kaydı ile teslim etti.Girit, artık asilerin eline geçmiş, bir çok köyleri harabeye dönmüş, büyük şehirleri birer, birer Osmanlı idaresi zamanındaki huzuru kaybetmişti.Bu arada; Hanya çevreden kaçıp kurtulabilmiş zavallı Türk’lerle doluvermişti. Bu yüzdendir ki palikaryalar gözlerini her şehirden çok Hanya’ya dikmişlerdi.Yunanistan’dan getirilen toplar ve asilerin başına geçen Yunan subayları Hanya’yı saranlara kuvvet ve cüret kaynağı oluyordu! Hanya kalesi içinde sıkışıp kalan Girit’li Türkler etraflarını saran düşmanların üstünlüğüne aldırmadan zaman, zaman kaleden çıkıyorlar, asilere gerekli darbeyi vurup tekrar kaleye dönerek aslanca savunmalarına devam ediyorlardı. Özellikle bunlar arasında ölümü çoktan göze almış en büyük yararlıkları gösteren orta boylu düzgün endamlı bir yiğit vardı. Defne köyü baskınından yaralı olarak kurtulmuş olan ve bir kayık ile Hanya’ya gelen Behçet’ti bu kahraman. Her rastladığına nişanlısı Mazlume’yi ve babası Mahmut’u soruyordu..Türk ve Müslüman Giritliler, yiyecekten-giyecekten yoksun, çaresiz ve bitkin düşmüşlerdi. İstanbul’a Sultan Abdülhamit’e gönderilen ricacılar nihayet Sultanın değil de milletin kalbini harekete geçirebilmişlerdi. Girit’e erzak yardımı başlamıştı. Daha önce ekilen tarlaları hasat için giden Türkler, Rum asilerin kurşunlarına hedef oluyorlardı.Girit isyanının baş teşvikçisi, cephane ve erzak bakımından tek besleyicisi Avrupa’nın şımarık çocuğu küçük Yunanistan hükümetiydi!.Osmanlı sınırına asker yığmaya başlamış ve ilk kazanacağı yeni zafer ile Girit’in bağımsızlığını tasdik ettirmek kaydı ile sulh yapmayı planlıyordu.Sonuçta bu planlarında başarıya ulaştılar..Abdülhamit’in korkaklığı, halkın çaresizliği, Hristiyan devletlerin Yunan tarafını tutması Osmanlı askerinin büsbütün Girit’ten çekilmesine sebep oldu. Artık Girit Türk vatanı, İslam vatanı olamaz hale gelmişti. Girit Türklerinin hepsi kan ağlıyordu..Bu arada; birbiri ile buluşan baba oğul: Mahmut’la Behçet, Mazlume’ye de rastlamış olmakla, bu dertlilerin içinde, az çok mutlu olan üç müstesna insandı. Hatta bir aralık Behçet ile Mazlume’nin evlendirilmesi bile kararlaşır gibi oldu ama, kızın kardeşinin dediği gibi bu, mezarlıkta şenlik yapmaya benzeyeceği için geriye bırakıldı.Artık Girit’i terk etmekten başka çare yoktu. Vatanlarını yabancı ayaklara çiğnetmemek için ölümleri hiçe saymış, bu kadar çile çekmiş, cefa görmüş insanların şimdi bir başka bayrak altında bir düşman hükümetinin tebaası olarak yaşamaya gönülleri nasıl razı olabilirdi? İçleri bir tek gün rahat olmayacaktı. Her gün biraz ölerek yaşamanın sürünmekten ve yavaş, yavaş intihar etmekten ne farkı vardı?Ah, fakat Girit nasıl bırakılırdı? Her karışı bir avuç Türk Kanı ile sulanmış bir aziz topraktı burası; suyu, havası, ürünleri birbirinden eşsizdi. İlk savaşlar hesaba katılmasa bile Osmanlılar yalnız son üç senelik kavgada 135 bin Şehit vermişlerdi. Girit’i bırakmak zordu, günahtı, ayıptı! Şuydu-buydu ama çilekeşler artık yorulmuşlardı, canları burunlarına gelmişti. Burada kalıp ölmektense bir yerlere göçüp yaşayıp toparlanmak ve ilk fırsatta tekrar vatana dönmek, o zaman için tek akıllı çare görünüyordu.1897 yılının bir sonbahar günü, Akdeniz’in pek uysal günlerinden biri idi; tatlı bir rüzgar esiyor ve su üstündeki gemilerin yelkenlerini iyice şişiriyordu. Bu gemilerden biri Girit’ten hemen yeni açılmıştı. Güvertede birbirine sokulmuş üç-beş kişi dolu, dolu gözlerle Girit güzelliklerine dalmışlardı. İçlerinden bir erkek, bir kız birbirlerine sokulmuşlardı. Ötekilerin bir elleri böğürlerinde, bir elleri yaşlı gözlerinde idi. Bunlar Mazlume’nin Anı defterinin son sayfasına kaydettiği hikayemizin sağ kalan kahramanları idi; Behçet, Mazlume, Şerif ve Mahmut...Girit dağları adadaki Türk’lerin talihleri ve istikballeri gibi koyu bulutlarla kaplı idi. Girit örtünüyor, yasa boğuluyor ve diri, diri gömülmeye razı oluyor gibiydi.Gemi adadan uzaklaştıkça bizimkilerin derdi artıyordu. Hepsi bir ağızdan, bir ağıtın nakaratı gibi bir cümleciği yürekleri parçalanarak tekrar edip duruyorlardı: ‘’ Ah vatan, ah vatan!..’Pazar gün alışılmışın dışına çıkıyorum. Çayınızı yudumlarken bana azıcık fazla zaman ayırmanızı dilerim. Kıbrıs Barış Harekatına katılan ve bir daha Kıbrıs tutkusunu terkedemeyen dostum,Komutan Atillâ Çilingir, “Girit-Kibrıs” bağından hareket eden bir derleme yaptı. Şâir Behçet Kemal Çağlar’ın 23 Aralık 1963’de Kıbrıs olaylarının patlak verdiği günlerde ders alınması için “Kıbrıs Türklerine armağan ettiği”, Osmanlıcadan dilimize çevirdiği ve Giritli kız “Mazlûme’ye” ait olan bu hatıra defterinden bir bölüm sundu. Kıbrıs Türk Kültür Derneği Istanbul Şûbesi de bunu 2008 yılında kitaplaştırdı. Tam da zamanı diyerek Komutan Çilingir’e tekekkür ederek, onun yazısından alıntı yaparak, bu yazımı, Giritli Türk Kızı Mazlûme’nin anılarına ayırdım. Belki KKTC’de Rum tellâllığı yapanlar uyanırlar! İşte yiğit Türk Kızı Girit’li Mazlume’nin hatıra defteri:alıntı
‘’ Oğlumun kanlı göğsüne sarıldım, hıçkırmaktan kendimi alamıyordum.O sırada kapının vurulduğunu, vurulma değil yumruklandığını duyunca birden doğruldum, tüylerim ürperdi, martini aldım kapı tarafına çevirdim, birkaç el attım.Zorlanan kapının çatırdayarak kırıldığını duyunca, evin arka odasına geçtim, kapıyı kilitledim.Sapa sokağa bakan pencereyi açarak kendimi aşağıya salıverdim.Dünyada varım yoğum bir tek oğlumdu…Serif Alaki’nin kızı ile evlenmeleri yakındı. Muradını kursağına kodular kahrolasıcalar.’’ Mahmut hıçkıra, hıçkıra ağlarken Mehmet söze başladı:Biliyorsun karım bugünleri görmeden ölmüştü.Çoluğum çocuğum yoktu.Ama yakınlarım vardı. Bana evlattan yakındılar. Onlarla avunup gidiyordum. Zavallıların hepsini ayrı, ayrı işkence yaparak gözlerimin önünde öldürdüler.Nasıl can çekiştiklerini gördüm. Dayanamadım silahımı çektim, beş on haydudu yere serdim.Sonra intikamımızı almaya daha elverişli zaman olur ümidi ile kendimi karanlığa attım!..Acı çekmiş zulüm görmüş bu iki bahtsız böyle dertleşerek çekingen ve ürkek ilerledikleri sırada ortalık ağarmaya başlamıştı. Beş altı saatlik daha gidecek yolları vardı. Ancak iyice yorulmuşlar adım atacak halleri kalmamıştı.Açlıktan ve yorgunluktan bitkin düşmüş vücutları ne olursa olsun uzanıp uyumak için çırpınıyor gibiydi. Bir ağaç parçasını yastık yaptılar. Mahmut’un sırtındaki kilim ikisine birden yorgan oldu; kıvrılıp yattılar!.. Biz gelelim Defne Köyüne, daha doğrusu Defne yıkıntısına! Köy evlerinin hepsi yanmış, damlar çökmüş yarı yıkılmış isli duvarlar iskeletler gibi sırıtıyordu.Ötede beride kana bulanmış insan cesetleriyle hayvan leşleri koyun koyuna yatıyorlardı. Köyde ses seda yok, mezarlık gibi bir sessizlik her tarafı sarmıştı!..Ne o? Yanıp yıkılmış bir evin devrilmiş kapısı içinde bir gölge kıpırdanıyor. Bir kaputa sarılmış, başı örtülü ilk bakışta erkeğe benziyor ama biraz dikkat edince kadın olduğu fark ediliyor! Yürümeye çabalıyor ama zayıf bacakları bitkin vücudunu taşıyamıyor.Etrafı gözden geçiriyor. Birden gözleri parlıyor yıkıntılar arasında yanmış kurumuş bir ekmek parçası bulmuştur..Onu kapıyor; karnı doymasa da oyalanarak aklı başına gelir gibi oluyor. Söylenmeye başlıyor: ‘’ Yarabbi! Allahım! Merhameti sonsuz Tanrım Nedir bu başımıza gelenler? Nedir bu başıma gelecekler? İşte koca köyden ayakta kalan tek insan benim. Babam, anam, kardeşlerim toprak altında kaldılar! Ben olduğum yerden kendilerini duyuyordum da kendimi öldüm sanıyordum!...Eyvah! Nişanlım da ilk kurşunlardan birinin kurbanı oldu. Bir tek ümidim var: Ağabeyim yakındaki şehirde; bari onu bulmak kısmet olsa!.. Orası da kim bilir ne haldedir? İşte güneş yakında batacak; baştanbaşa yanmış yakılmış köyde ne bir ışık, ne bir ses, ne bir lokma yiyecek!..’’Kızcağız bir köşede donup kalmasa, başını yıkık duvar yığınlarına çarparak delirmese keşke!..‘’ Şerif Aleki ‘’ diye adını, haydutlardan kaçıp kurtulan Mahmut ve Mehmet’ten duyduğumuz zengin adamın kızı bu. Babası Şerif efendi, Defne köyünün en zengini ve en iyi kalpli adamı idi.Defne köyünün yıkıntıları arasında bir başına kalan kızı Mazlume ise köy kızları arasında güzelliği ile nam salmıştı. Az çok okuması ve yazması da vardı. Daha okul sıralarında iken Mahmut’un oğlu Behçet ile birbirlerine yakınlaşmışlardı. Büyümüşlerdi artık; görüşemiyorlardı. Mazlume çarşafa girmişti. Behçet’in de bıyıkları terlemişti.Artık evlenmelerinin sırasıydı.Babaları anlaşmışlar bir iki ay sonra düğün hazırlığına başlanacaktı...Mazlume o korkunç gecede bile çeyizlerini hazırlamak için epeyi zaman uyanık kalmıştı.Nihayet yorgun, bitkin ama memnun uyuyakalmıştı. Rüyasında Behçeti’ne kavuştuğunu görüyordu. Kollarını onun boynuna dolamak için uzatır gibi olmuştu. Büyük bir gürültü ile uyandı.Evi alevler sarmış ön odalardan iniltiler geliyordu! Babası Şerif efendi hemen duvarda asılı martinine sarıldı. Pencereden dışarıya ateş etmeye başladı. Karısı ve çocuklar evi saran alevleri söndürmek için çırpınarak, haykırarak odada dönüp duruyorlardı. Bu sırada dolabın birinde saklı barut dolu bir kap birden ateş aldı. Dehşetli bir gürültü ile patladı.Yarı yanmış evin bir yanını birden çökertti. Mazlume’yi bu basınç ileri fırlattı; ötekilerini yıkılan duvar, altına alıvermişti!..Ya Behçet ne halde idi? Babası Mahmut’un anlattığı gibi köyü basan alçakların attığı kurşunlardan biri ile göğsünden fışkıran kan ile yere serilivermişti. Evde tek sağ kalan babası ciğeri yana, yana pencereden atlamış yollara düşmüş, ormanlarda gecelemiş, rastladığı köylüsü Mehmet ile yoluna devam etmişti. Behçet’ini gömmeye bile vakit yoktu!..Halbuki Behçet yaşıyordu, göğsünden giren kurşun kalbin biraz ötesinden sıyırarak çıktığı için, kan içinde yere yığılmış ama ölmemişti.Yani Mazlume’de nişanlısı Behçet’te yaşıyordu. Birbirlerinin yaşadığından habersiz olan bu iki gence kavuşmak nasip olacak mıydı?Mazlume, yarı ölü-diri bir gece daha geçirdiği köyünde, daha sonra yakılıp yıkılan köye gelerek eski dostlarını arayan 60 yaşlarında bir ihtiyar tarafından bulunarak Yenişehir’e götürüldü.Oradaki komitecilerden bir tanıdığına durumu anlattı. Kızı onlara kılına dokunulmamak kaydı ile teslim etti.Girit, artık asilerin eline geçmiş, bir çok köyleri harabeye dönmüş, büyük şehirleri birer, birer Osmanlı idaresi zamanındaki huzuru kaybetmişti.Bu arada; Hanya çevreden kaçıp kurtulabilmiş zavallı Türk’lerle doluvermişti. Bu yüzdendir ki palikaryalar gözlerini her şehirden çok Hanya’ya dikmişlerdi.Yunanistan’dan getirilen toplar ve asilerin başına geçen Yunan subayları Hanya’yı saranlara kuvvet ve cüret kaynağı oluyordu! Hanya kalesi içinde sıkışıp kalan Girit’li Türkler etraflarını saran düşmanların üstünlüğüne aldırmadan zaman, zaman kaleden çıkıyorlar, asilere gerekli darbeyi vurup tekrar kaleye dönerek aslanca savunmalarına devam ediyorlardı. Özellikle bunlar arasında ölümü çoktan göze almış en büyük yararlıkları gösteren orta boylu düzgün endamlı bir yiğit vardı. Defne köyü baskınından yaralı olarak kurtulmuş olan ve bir kayık ile Hanya’ya gelen Behçet’ti bu kahraman. Her rastladığına nişanlısı Mazlume’yi ve babası Mahmut’u soruyordu..Türk ve Müslüman Giritliler, yiyecekten-giyecekten yoksun, çaresiz ve bitkin düşmüşlerdi. İstanbul’a Sultan Abdülhamit’e gönderilen ricacılar nihayet Sultanın değil de milletin kalbini harekete geçirebilmişlerdi. Girit’e erzak yardımı başlamıştı. Daha önce ekilen tarlaları hasat için giden Türkler, Rum asilerin kurşunlarına hedef oluyorlardı.Girit isyanının baş teşvikçisi, cephane ve erzak bakımından tek besleyicisi Avrupa’nın şımarık çocuğu küçük Yunanistan hükümetiydi!.Osmanlı sınırına asker yığmaya başlamış ve ilk kazanacağı yeni zafer ile Girit’in bağımsızlığını tasdik ettirmek kaydı ile sulh yapmayı planlıyordu.Sonuçta bu planlarında başarıya ulaştılar..Abdülhamit’in korkaklığı, halkın çaresizliği, Hristiyan devletlerin Yunan tarafını tutması Osmanlı askerinin büsbütün Girit’ten çekilmesine sebep oldu. Artık Girit Türk vatanı, İslam vatanı olamaz hale gelmişti. Girit Türklerinin hepsi kan ağlıyordu..Bu arada; birbiri ile buluşan baba oğul: Mahmut’la Behçet, Mazlume’ye de rastlamış olmakla, bu dertlilerin içinde, az çok mutlu olan üç müstesna insandı. Hatta bir aralık Behçet ile Mazlume’nin evlendirilmesi bile kararlaşır gibi oldu ama, kızın kardeşinin dediği gibi bu, mezarlıkta şenlik yapmaya benzeyeceği için geriye bırakıldı.Artık Girit’i terk etmekten başka çare yoktu. Vatanlarını yabancı ayaklara çiğnetmemek için ölümleri hiçe saymış, bu kadar çile çekmiş, cefa görmüş insanların şimdi bir başka bayrak altında bir düşman hükümetinin tebaası olarak yaşamaya gönülleri nasıl razı olabilirdi? İçleri bir tek gün rahat olmayacaktı. Her gün biraz ölerek yaşamanın sürünmekten ve yavaş, yavaş intihar etmekten ne farkı vardı?Ah, fakat Girit nasıl bırakılırdı? Her karışı bir avuç Türk Kanı ile sulanmış bir aziz topraktı burası; suyu, havası, ürünleri birbirinden eşsizdi. İlk savaşlar hesaba katılmasa bile Osmanlılar yalnız son üç senelik kavgada 135 bin Şehit vermişlerdi. Girit’i bırakmak zordu, günahtı, ayıptı! Şuydu-buydu ama çilekeşler artık yorulmuşlardı, canları burunlarına gelmişti. Burada kalıp ölmektense bir yerlere göçüp yaşayıp toparlanmak ve ilk fırsatta tekrar vatana dönmek, o zaman için tek akıllı çare görünüyordu.1897 yılının bir sonbahar günü, Akdeniz’in pek uysal günlerinden biri idi; tatlı bir rüzgar esiyor ve su üstündeki gemilerin yelkenlerini iyice şişiriyordu. Bu gemilerden biri Girit’ten hemen yeni açılmıştı. Güvertede birbirine sokulmuş üç-beş kişi dolu, dolu gözlerle Girit güzelliklerine dalmışlardı. İçlerinden bir erkek, bir kız birbirlerine sokulmuşlardı. Ötekilerin bir elleri böğürlerinde, bir elleri yaşlı gözlerinde idi. Bunlar Mazlume’nin Anı defterinin son sayfasına kaydettiği hikayemizin sağ kalan kahramanları idi; Behçet, Mazlume, Şerif ve Mahmut...Girit dağları adadaki Türk’lerin talihleri ve istikballeri gibi koyu bulutlarla kaplı idi. Girit örtünüyor, yasa boğuluyor ve diri, diri gömülmeye razı oluyor gibiydi.Gemi adadan uzaklaştıkça bizimkilerin derdi artıyordu. Hepsi bir ağızdan, bir ağıtın nakaratı gibi bir cümleciği yürekleri parçalanarak tekrar edip duruyorlardı: ‘’ Ah vatan, ah vatan!..’Pazar gün alışılmışın dışına çıkıyorum. Çayınızı yudumlarken bana azıcık fazla zaman ayırmanızı dilerim. Kıbrıs Barış Harekatına katılan ve bir daha Kıbrıs tutkusunu terkedemeyen dostum,Komutan Atillâ Çilingir, “Girit-Kibrıs” bağından hareket eden bir derleme yaptı. Şâir Behçet Kemal Çağlar’ın 23 Aralık 1963’de Kıbrıs olaylarının patlak verdiği günlerde ders alınması için “Kıbrıs Türklerine armağan ettiği”, Osmanlıcadan dilimize çevirdiği ve Giritli kız “Mazlûme’ye” ait olan bu hatıra defterinden bir bölüm sundu. Kıbrıs Türk Kültür Derneği Istanbul Şûbesi de bunu 2008 yılında kitaplaştırdı. Tam da zamanı diyerek Komutan Çilingir’e tekekkür ederek, onun yazısından alıntı yaparak, bu yazımı, Giritli Türk Kızı Mazlûme’nin anılarına ayırdım. Belki KKTC’de Rum tellâllığı yapanlar uyanırlar! İşte yiğit Türk Kızı Girit’li Mazlume’nin hatıra defteri:alıntı
GİRİT TOPRAĞINI HATIRLATAN OT YEMEKLERİ...
GİRİT TOPRAĞINI HATIRLATAN OT YEMEKLERİ*Aybala YentürkGirit mutfağını ve Giritlilerin yeme içme alışkanlıklarını diğer Anadolu mutfaklarından farklı kılan en temel özellik, yabani otlardan yapılan çok çeşitli yemeklerin varlığıdır. Büyük mübadele sonrasında Anadolu’nun çeşitli yerlerine yerleştirilen Giritli Müslüman halkın bundan böyle yaşayacakları topraklarda yeni ve güçlü bir kimlik oluşturmalarında, mutfak kültürleri büyük rol oynamış en önemli farklılaşmayı da yabani otların yoğun tüketimi ortaya koymuştur. Uygarlığının en belirgin temelleri Minoslular tarafından atılan Girit Adası, Romalılardan Araplara, Bizans’tan Venedik ve Osmanlılara dek birçok farklı idarenin egemenliği altına girmiş ve âdetleri farklı olan halkların yüzlerce yıl boyunca önemli yerleşim merkezlerinden biri olmuştur. Araplardan, Venediklilere, Rumlardan, Musevilere ve Türklere kadar bu çok farklı kültürler, ana vatanlarından getirdikleri yemek alışkanlıklarını Girit’teki malzemelerle yeniden biçimlendirmişler, kendilerinden önce adaya yerleşmiş kültürlerden etkilenirken, onları yer yer değiştirmiş, yer yer zenginleştirmiş ve kendine özgü bir “Girit mutfağı” meydana getirmişlerdir. Girit mutfağı, günümüzde benzersiz beslenme tarzı nedeniyle ilgi toplamakta ve özellikle sağlık alanında her geçen gün yeni araştırmalara kaynaklık etmektedir. Girit mutfağını biçimlendiren en önemli etmenlerden biri, kuşkusuz bizzat Girit adasının kendisidir. 5.5 milyon yıldır var olan bu ada, Akdeniz’de doğudan batıya uzanan bir hatta yer alırken, Akdeniz ve Kuzey Afrika iklim özelliklerini gösterir ve kendine özgü bir bitki örtüsüne sahiptir. Tarım dışında, çok gelişmiş olan zeytinciliğin yanı sıra, dağlık yapısının elverdiği ölçüde sakinlerine sayısız yabani ot seçeneği sunar ki, bu otlar ziraatlarının yapılmasına gerek kalmadan doğal ortamlarından toplanabilen otlardır. Ayrıca yine coğrafyasının sunduğu olanaklarla deniz ürünleri ve küçükbaş hayvanlar Girit mutfağının belli başlı bileşenlerindendir. Besin değerleri ve sağlık üzerine yararları açısından oldukça değerli olan yabani otların, Girit tarzı beslenmenin en önemli unsuru olduğu artık herkes tarafından bilinmektedir. Tüm bunlar belki de dünyada benzeri olmayan bir yemek kültürünün gelişmesine, yüzyıllarca ada sakinlerinin sağlıklı ve uzun ömürlü bir yaşam sürmelerine ve bu yüzden Girit mutfağının ününün yayılmasına katkı sağlamıştır.Farklı etnik köken ve dinden gelen ada sakinleri, yabani ot gibi ortak bir malzemede rahatlıkla buluşmuş ve onlarla çok lezzetli yemekler yaratmışlardır. Otlardan, kâh çiğ olarak ya da haşlanarak salata yapılır, kâh zeytinyağlı ya da etli yemekler; veya bazı otlar böreklere iç olarak katılır... Nasıl olursa olsun, neredeyse hemen her mevsim Giritlilerin sofralarında mutlaka yabani otlardan yapılmış bir yemek bulunur.Giritli Türkler topraklarından kopartılırlarken beraberlerinde yeme içme alışkanlıklarını da taşımışlar ve Girit mutfağının en sadık sürdürücüleri olmuşlardır. 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması çerçevesinde Yunanistan ve Türkiye arasında gerçekleştirilen zorunlu nüfus mübadelesi ile Anadolu topraklarına yerleşen Giritli Türklerin yaşadığı trajedinin değişik boyutlarının ortaya konulabilmesi için yapılması zorunlu çalışmalara maalesef çok geç başlanmıştır. Bırakın Giritli Türklerin yeme içme alışkanlıklarını sürdürme uğruna yaşadıklarını ve yerli halkın mutfak kültürlerine etkilerini, mübadele ile ilgili en temel araştırma ve çalışmalara bile ancak doksanlı yıllarda başlanabilmiştir. 80 yıl önce Anadolu’ya gelen birinci kuşak Giritlilerin yeme-içme alışkanlıklarında göze çarpan farklılıklar, yıllar içerisinde Girit mutfağını yakından tanımayanlarca “otları çok ve ayrım göstermeksizin tükettikleri” yargısına indirgenmiştir. Giritlilerin çok ot tüketmesi konusunda her vesile ile anlatılan meşhur inek ve Giritli hikayesi[1], Giritlilerin ot yemeklerine düşkünlüklerini ortaya koymaya çalışırken, sanki seçicilikten uzak bir şekilde her gördükleri otu oburca tükettikleri gibi bir yanlış gözlemi ve bence hafif bir küçümsemeyi de içerir. Evet, Giritlilerin mutfağı farklıdır; deniz ürünlerini çok tüketmekten, yemeklerde şarap içmeye, tutku derecesinde yabani ot sevgisine, Müslüman toplumuna çok yabancı gelen salyangoz yemeye kadar içinde çok sayıda farklılık barındırır.[2] Ancak, Türkçe bilmeyen “yarım gâvur” mübadiller, hem de Müslüman mahallesinde salyangoz pişiren Giritliler, bu yeme içme kültürlerinden bir kimlik yaratmayı başarabilmişlerdir ki, bu durum diğer bölgelerden gelen mübadiller ile karşılaştırıldığında başlı başına bir araştırma konusudur. Topraklarından kendi iradeleri dışında kopmak zorunda kalan Giritli Türkler, yaşadıkları büyük travmanın etkisini azaltmak istercesine devam ettirdikleri yemek alışkanlıkları ile Anadolu mutfağının zenginleşmesine şüphesiz önemli katkılarda bulunmuşlardır. Anadolu insanının da yemek olarak tükettiği otlar, azımsanmayacak çeşitliliktedir. Aslında Giritlilerin bu konudaki farklılığı, ot yemeklerine daha fazla düşkün olmaları bir yana, otları tüketme biçimlerinden ileri gelmektedir. Girit mutfağını, yabani otların tüketim sıklığı ile anlatmaya çalışmak yetersiz bir yaklaşımdır. Asıl önemli olan kendilerine özgü pişirme teknikleri, tüketim şekilleri ve yabani otlara sofrada verilen değerdir. Anadolu’da yabani ot tüketimi, bir iki ot istisna olmak üzere, genel olarak kırsala aittir; bu otların kullanımına mütevazı sofralarda rastlanır; örneğin, çoğu zaman konuğa ikram edilecek değerde görülmez; oysa parayla satın alınmadan da sofraya getirilebilecek bu otlar, Girit mutfağında baş köşede yer alır. Mübadele sonrası özellikle Ayvalık, Cunda, İzmir ve çevresine yerleşen Giritliler, iklim ve floranın Girit Adası’na benzerliğinden dolayı ihtiyaç duydukları otları bulmakta daha şanslı olduklarından yemek kültürlerini rahatlıkla devam ettirebilmişlerdir. Aynı durum, diğer bölgelere, örneğin İstanbul’a yerleşenler için maalesef pek söz konusu olamamıştır. Bu da, bazı yemek alışkanlıklarının terk edilmesine, kuşaklar arasında aktarımında bazı tariflerin unutulmasına yol açmıştır. Giritli ailelerin sofralarında yer verdikleri ot çeşitleri, Girit’te kentten kente bile farklılıklar gösterir: Hanyalıların bilip yaptığı bir ot yemeği, örneğin Resmo’da ya da Kandiye’de bilinmeyebilir. Zamanla yerli halkla yapılan evlilikler sonucunda damak tadı ve alışkanlıklar da değişmiş, aile içinde bazı yemeklerin sıkça yapılmasına, bazılarının ise unutulmasına yol açmıştır. Temelde tüketim şekilleri benzeşse de her Giritli ailenin özellikle severek ve sıklıkla pişirdiği ot yemekleri değişkenlik gösterebilmektedir.Yabani ot bilgileri çok gelişmiş olan Giritliler, Anadolu’ya yerleştikten sonra değişik otları da dağarcıklarına katmışlardır. Bugün Giritlilerin az da olsa sofralarında yer verdikleri ısırgan otu, buna en güzel örnektir.[3] Giritliler yabani otları, çiğ olarak veya haşladıktan sonra zeytinyağı ve limon ekleyip salatasını yaparak, kuzu etiyle ya da etsiz yemek ve börek içi olarak tüketirler. Anadolu geleneğinde otlar daha çok kavrularak tüketilirken, Giritliler sıklıkla haşlama tekniğini kullanırlar ya da kuzu eti ile pişirirler. Yemeği yapılırken otlar tencereye mutlaka çiğden konur.[4] Birkaçı istisna olmak üzere, otları kavurarak pişirmezler ve piştikten sonra özellikle salatalarda otların renginin ve şeklinin bozulmasını sevmezler. Otları orijinal görünümleri pek bozulmayacak şekilde büyükçe doğranmış olarak pişirir ve haşlandıktan sonra hafif diri kalmalarını tercih ederler. Girit mutfağında ince ince doğranmış ot yemeğine ya da salatasına hiç rastlanmaz. Örneğin turpotu veya radika salatası yapılırken otlar duruma göre en fazla ikiye ya da üçe bölünür. Otun taze yeşil rengini piştikten sonra da koruması, Girit mutfağının en vazgeçilmez değerlerindendir. Rengi kararmış bir ot salatası ya da yemeği, kelimenin tam anlamıyla felakettir, evin hanımı için utanç kaynağıdır.[5] Taze yeşil rengi korumak için salatası yapılacak otlar, tencereye su kaynadıktan sonra atılır ve tencerenin ağzı açık olarak haşlanır. Otlar sapları pişene kadar tutulur, pişer pişmez süzülerek servis tabağına alınır; zira saplardan daha çabuk pişen yaprakların şekillerinin bozulması ve özellikle de erimesi arzu edilmez. Ot yemeklerine, ıspanak da dahil olmak üzere, asla salça konulmaz ve bazı örnekler dışında (semizotu, bazı istifno ve çipohorta tarifleri) domates de konulmaz. Salça ve domatesin, otların rengini karartması istenmez. Ayrıca yemeklerde tatları karıştırmayı da pek sevmezler. Bu nedenle karışık ot hariç, yemekler ve salatalar az bileşenli ve yalındır. Gerek yemeklerde, gerekse salatalarda baharat, bir iki yemek dışında neredeyse hiç kullanılmaz. Bir ot yemeğini ya da en basitinden salatasını ilk kez pişirmek isteyenlere, Ege pazarlarında mevsimine göre bazı otları bulabileceklerini hatırlatalım. Her otun ayıklanması, yıkanması, kısacası pişirilmek için hazırlanması çok da zahmetli değildir. Otları tanımak, otları satan köylülerin yardımıyla hiç de zor olmayacaktır. Bir sebzenin tazeliğini ve körpeliğini anlayabilen gözler, otların da iyisini ayırt etmekte gecikmeyeceklerdir. Ancak İzmir gibi talebin büyük olduğu yerlerin ot ihtiyacını karşılamak üzere bazı otların ziraatı yapıldığından, yabani ile ekme otu birbirinden ayırmak biraz zaman alabilir. Kuşkusuz her otun doğada kendiliğinden yetişeni makbuldür. Aradaki lezzet farkı, kesinlikle çok belirgindir. Çocukluğumda İzmir’de sokak aralarında “turpotu, radika” diye bağırarak gezen “otçu” kadınlardan annemin sık sık alışveriş yaptığını hatırlıyorum. Zira haftada bir gün pazardan birer pişirimlik alınan otlar bize yetmez, birkaç gün bile buzdolabında bekletilemeleri arzu edilmez; mümkünse alındıkları gün tüketilirlerdi. Buzdolabına girmiş ot pörsüyebilir, renk değiştirtebilir, lezzetini ve besin değerini kaybedebilirdi. Çocukluğumda otların çoğaldığı ve çeşitlendiği aylarda pazarlar da bir başkaydı. Bugün ne yazık ki, pazarlara eskisi kadar çok ot gelmiyor ve arzu edilen otu bulmak da her zaman pek mümkün olmuyor. Tabii kırlara çıkıp kendi otunuzu kendiniz toplamanız da diğer bir seçenek…Haşlanarak salatası yapılan otların başında turpotu ve radika gelir ve Girit’in hangi bölgesinden olurlarsa olsunlar tüm Giritlilerin tartışmasız en yaygın tükettikleri otlardandır. Bunların yanı sıra cibez, hardal, helvacık, koyu yeşil küçük Girit kabakları ile birlikte haşlanarak salatası yapılan istifnoyu sayabiliriz. Bu salatalar bol limon ve zeytinyağı ile servis yapılır. Limon ve zeytinyağı, salata sofraya getirilirken konmalıdır, aksi takdirde haşlarken o kadar özen gösterdiğiniz otun rengi kararır. Daha önce de belirttiğim gibi, Girit haşlama ot salatalarında arzu edilen en önemli özellik, parlak yeşil renkte olmalarıdır. Giritlilerin haşlama ot salatalarını ılık olarak sofraya getirmeleri de, dikkati çeken bir başka tüketim şeklidir. Bu nedenle bazen otlar sofraya oturmazdan kısa süre önce haşlanır ve ılık tüketilirler. Aynı şekilde Giritliler, zeytinyağlı ot ya da sebze yemeklerini soğuk değil, sıcak tüketmeyi severler. Bir lokantada buzdolabından çıkartılan ot haşlamasına itiraz edilmeyebilir ama evde hazırlanan iyi bir Girit sofrasında otlar dolaptan çıkmamalıdır.Girit mutfağının en tipik ve önemli ot yemeklerinden biri de çipohortadır. Mevsimine göre bulunabilen yabani otların bazı eklemelerle bir arada pişirildiği çipohorta ya da kipohorta (kipos: bahçe, horta: yenilen yabani ot) zeytinyağlı karışık bir ot yemeğidir. Köylülerin yine mevsimine göre sattığı karışık otlar ayrıca kavrularak da tüketilebilirler. Çipohortayı yapmak için, pazarda köylülerce hazırlanmış karışık otlardan alıp, içine arzuya göre eklemeler yapmak mümkündür. Örneğin, Hanya usulü çipohortanın malzemeleri: arapsaçı, ebegümeci, yabani semizotu, kabak çiçeği, dağ pırasası (yabani pırasa), gelincik, ıspanak (kökleri kırmızı ve küçük olan dağ ıspanağı), vlita (tilki kuyruğu), maydanoz, dereotu, Girit kabağı, taze soğan, domates ve 1-2 adet orta boy patatesten oluşmaktadır.Bu tarif için köylüler tarafından satılan karışık otun içerisine mutlaka dışarıdan bazı eklemeler yapmak gerekmektedir. Örneğin kabak çiçeği, semizotu, yarım kilo karışık ot için bir demet maydanoz, bir demet dereotu, taze soğanı az ise taze soğan ya da kuru soğan, arzu edilirse ısırgan otu, arapsaçı ve yabani pırasa, bir küçük kabak eklenir. Bu karışıma özellikle semizotu çok yakışır. Çipohorta pişirilirken bütün malzemeler çiğden konur. Tencereye konan zeytinyağına doğranan soğan ve domatesler üzerine otlar ve en üstede dörde bölünen patatesler eklenir. Tuz ve zeytinyağı eklenerek pişirilir. Su konulmaz. Kış aylarında yapılan çipohortaya ise, mevsimi olmadığından domates, kabak, semizotu ve patates konulmaz. Karışımda genelde ebegümeci, ısırganotu, gelincik, arapsaçı, yabani pırasa bulunur.Çipohorta bazen kaliçunya[6] adı verilen böreklerde iç olarak da kullanılmaktadır. Girit mutfağında yabani otların diğer bir kullanım alanı da börek içleridir. Ispanak, pazı, gelincik bazen de ısırgan otu börek içi olarak en yaygın kullanılan otlardır.Girit mutfağının önemli özelliklerinden birisi de yabani otların kuzu eti ile pişirilmesidir. Kuzu etli arapsaçı ve şevketibostan, en sevilen etli yemeklerdendir. Bugün Girit’te yapılan kuzu etli radika yemeği, ilginçtir ki Giritli Türkler arasında bilinmez. Turpotu, helvacık, hardal gibi otların ise etli ya da etsiz yemeği yapılmaz, haşlanıp salata olarak tüketilirler. Anadolu’da Girit mutfağının bu ısrarlı sürdürücülerinin bir özelliklerinin altını çizerek yazımı bitirmek istiyorum. Aslında esnek ve yeniliklere açık insanlar olan Giritliler, yemekleri söz konusu olduğunda kurallara son derece bağlı ve tutucu davranırlar. Onları mevcut bir tarifi değiştirmeye, ufak bir ekleme ya da çıkarma yapmaya ikna etmek mümkün değildir. Geldikleri topraklara ve geride bıraktıkları hayatlarına ait anılarını adeta yemeklerinde muhafaza eden Giritlilerin yemek adetlerine yer yer aşırı bulduğum bağlılıkları, zorla koparıldıkları topraklarına duydukları özlemden ileri gelir sanki. Ben ailemde de diğer birçok Giritli ailede de gözlediğim yemeğe ve mutfağa düşkünlüğün, bu konudaki titizliğin ve kuralcılığın kökeninde hep bu duygunun yattığını düşünürüm.İzmir, 2005Çalışmamı son kez gözden geçirirken kendilerine başvurduğum, ikinci kuşak Resmo mübadili annem Birsen Özkan’a, teyzelerim Şen Orcan ve Birnur Kubilay’a, ikinci kuşak Hanya mübadili Emine Gencer’e, üçüncü kuşak Kandiye mübadili Çiğdem Erkal İpek’e, ikinci kuşak Resmo mübadili Nevin Yemni’ye, yine ikinci kuşak Resmo mübadili Nevin Erken’e teşekkür eder ve artık aramızda olmayan birinci kuşak Resmo mübadili anneannem Leman Orcan
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)