29 Ağustos 2010 Pazar
25 Ağustos 2010 Çarşamba
Ekşili Girit kabağı...
Ekşili Girit Kabağı Tarifi İçin Malzemeler:
500 gr küçük girit kabağı
6-7 adet ortaboy yeşil biber
3 yemek kaşığı sızma zeytiyağ
1 büyük limonun suyu
1 tutam tuz
3 diş iri sarımsak
Hazırlanışı:
Kabakları ve biberleri temizleyerek istediğiniz şekilde doğrayın. Yıkayıp tencereye koyarak üzerini biraz geçecek kadar su ve tuz koyup hafif yumuşayana dek haşlayın. Süzüp soğutarak sevis tabağına alın. Ayrı bir yerde rondoya ayıkladığınız sarımsakları, tuzu yağı ve limon suyunu koyup beyazlaşana kadar çırpın. Elde ettiğiniz karışımı kabakların üzerine dökerek buzdolabında 4-5 saat bekleterek servis yapabilirsiniz.
Afiyet olsun…
alıntı
500 gr küçük girit kabağı
6-7 adet ortaboy yeşil biber
3 yemek kaşığı sızma zeytiyağ
1 büyük limonun suyu
1 tutam tuz
3 diş iri sarımsak
Hazırlanışı:
Kabakları ve biberleri temizleyerek istediğiniz şekilde doğrayın. Yıkayıp tencereye koyarak üzerini biraz geçecek kadar su ve tuz koyup hafif yumuşayana dek haşlayın. Süzüp soğutarak sevis tabağına alın. Ayrı bir yerde rondoya ayıkladığınız sarımsakları, tuzu yağı ve limon suyunu koyup beyazlaşana kadar çırpın. Elde ettiğiniz karışımı kabakların üzerine dökerek buzdolabında 4-5 saat bekleterek servis yapabilirsiniz.
Afiyet olsun…
alıntı
KIŞIN BAŞINDA GİRİT... alıntı
Mehmet YAŞİN myasin@hurriyet.com.tr
Kışın başında Girit
Yine mevsimsiz bir yolculuğa çıkıp, kışın başlangıcında, yaz aylarının sevgilisi Girit Adası'na gittim.
Gitmeden önce arşivleri karıştırıp, benden önce kim ne yazmış diye bir göz atmak istedim. Bol kaynak bulacağımı umuyordum. Çünkü etrafımda kime sorsam, anadan veya babadan Giritli çıkıyor, adalı olmakla övünüyordu. Konuştuklarımın çoğu, daha dün gitmişçesine Girit mutfağını anlata anlata bitiremiyordu. Girit asıllıların sayısı çoktu ama, arşivde, ada hakkında yazılmış yazı bulamadım. Yani eli kalem tutanlar arasında, atalarının topraklarına gidip de oraları anlatan olmamıştı. Sadece Ahmet Yorulmaz, ‘Girit'ten Cunda'ya' adlı kitabında, adanın 1940'lı yıllarını bir aşk masalıyla birlikte gözler önüne sermişti.
Aslında Girit daha çok ilgiyi hak ediyordu. Adadaki Türk izlerinin başlangıcı 1669 yılına dayanıyordu. O tarihte adayı işgal eden Osmanlı, tam 150 yıl boyunca huzurlu bir yaşam sürdürülmesini sağlamıştı. Bir rivayete göre Girit'in işgaline, Kızlar Ağası Sünbül Ağa'nın Mısır'a giderken, Girit yakınlarında Maltalı korsanlar tarafından öldürülmesi neden olmuştu. Ağanın kalyonunu ele geçiren korsanlar, malları, paraları yağmalamış, ağanın güzel cariyelerini Hanya pazarında satmışlardı. Durumu haber alan Kaptan-ı Derya Yusuf Paşa Sultan İbrahim'in huzuruna çıkıp: ‘Padişahım Girit keferesinden intikam almak gerek' demişti. Yusuf Paşa, Cinci Hoca'nın da yardımıyla padişahı ikna etmeyi başarmıştı. 106 harp gemisi, 300 Karamürsel denen nakliye gemisinden oluşan donanma Girit'e doğru yola çıkmıştı. Donanmadaki askerlerin sayısı bir rivayete göre 50 bin bir rivayete göre ise 101.000 kişi idi. Osmanlı ordusu Girit'i fethetmek için tam 24 yıl 4 ay 16 gün savaşmıştı.
GEZ GEZ BİTMEDİ
Fethin öyküsünden birkaç roman yazmak mümkündü. Anadolu'dan Girit'e gidenler, doğanlar, büyüyenler, orayı vatan bilenler ve sonunda zorunlu sürgünlükle vatanlarını terk edenlerin sayısı o kadar çoktu ki, bu önemli adanın şimdiye kadar dört başı mamur niçin yazılmadığına anlam veremedim.
Defterimde bölük pörçük birkaç not, birkaç restoran adresi, kafamda birçok soru işareti ile Atina uçağına bindim. Aslında Girit pek uzakta değildi. İstanbul'dan bir saatte Atina'ya, oradan da 35 dakikada İraklion'a (Kandiye) varılıyordu. Şengen vizesini Alman konsolosluğundan aldığım için, içimde bir tedirginlik vardı. Ama hiç sorgu sual olmadı.
İraklion'a vardığımda vakit öğleyi bulmuştu. Alandan kiraladığım arabayı ve yol tarifini alıp, kendimi Girit'in sıcak kollarına attım. Amacım kalacağım beş gün boyunca, girdisiyle çıktısıyla tüm adayı görmekti. Ama hesabım çarşıya uymadı. Uzunluğu 245, genişliği en dar yerde 12, en geniş yerde 56 kilometre olan adayı geze geze bitiremedim. Üstünde araba kullanmadığım birkaç yol, kıyısında, kahvesinde oturup hayal kurmadığım birkaç şehir başka bir zamana kaldı.
Kaybola kaybola İraklion'un 14 kilometre güneyindeki Arhenas kasabasına vardım. Avrupa Birliği'nin ‘Model Köy' seçtiği bu şirin kasabada, 1890 yılında yapılmış bir villada kalacaktım. Turistik yerlerdeki beş yıldızlı oteller, bana çok 'plastik' geldiğinden bu villayı seçmiştim. Mevsim dışı olduğu için de çok iyi fiyat vermişlerdi.
SÜRPRİZ TAMİRAT
Kasabanın zirvesindeki 'Villa Arhanes'ı güç bela buldum. Beni kapıda yönetici Niko karşıladı. Koluma girip, avludaki havuzun kenarında küçük bir masaya oturttu. Bir yandan hal hatır sorup, bir yandan da masaya küçük bir şişe rakı, küçük kadehler, bir de mercimekten biraz büyük yeşil zeytin koydu. Bir, iki kadeh derken Niko ağzındaki baklayı çıkardı: ‘Burada küçük bir tamirat var. Gürültüden rahatsız olursun. Sana İraklion'da, deniz kıyısında beş yıldızlı bir otelde yer ayırttım. Aynı para, üstelik ful pansiyon...' Birden keyfim kaçtı. Ama yapacak bir şey yoktu. Nasıl olsa araba kullanmayacağım diye art arda yuvarladığım rakıyı kesip Niko ile vedalaştım. Bana küçük bir kazık atmış olsa da Niko candan adamdı. Veya Girit rakısı beni hoşgörülü yapmıştı.
Hem biraz ayılmak hem de bu şirin kasabayı görebilmek için, arabayı park ettiğim yerde bırakıp dar sokaklara daldım. Neo-klasik dönem Girit ve Venedik mimarisiyle inşa edilmiş bu şirin sokaklar bana Şirince'yi, Cunda'yı, Alaçatı'yı, eski Foça'yı anımsattı. Mor, kırmızı, beyaz çiçekli begonviller burada da taş duvarlarla sarmaş dolaş olmuştu. Balkon kenarlarında, pencere pervazlarında teneke kutulara dikilmiş sardunyalar, gölgeliklerde cam güzelleri, begonyalar, balkonlarda uçuşan renkli çamaşırlar tanıdık görüntülerdi. Yaşlı bir kadın kapının önüne oturmuş, karşıdaki Kutsal Giouchtas dağını seyrediyordu.
TABLO GİBİ TABELA
Yorulunca bir kahveye oturup, sade bir Yunan kahvesi söyledim -Türk kahvesi denmiyordu. Kahveyi yudumlarken, kendimi Türkiye'nin bir sahil kasabasında hissettim. Her şey araya bir karbon kağıt konup çizilmişçesine birbirine benziyordu. Arabaya doğru yürürken, dükkanların tabelaları gözüme çarptı. Resimlerle, süslü yazılarla her biri bir tablo gibiydi. Kasabayla ilgili broşürde yörenin yaprak sarmasının, taş fırında pişen sebzeli pizzasının, beyaz şarabının çok ünlü olduğunu okumuştum. Tüm bu lezzetlerin peşine düşersem, kalacağım oteli bulmakta zorlanabilirdim. Onun için karanlık basmadan İraklion'a doğru dönüşe geçtim.
Gördüğüm bir tabela, yolumu değiştirmeme neden oldu. Tabela Girit'in en büyük yazarı
-belki de Yunanistan'ın- Kazancakis'in müzesinin bulunduğu yeri gösteriyordu. Buraya kadar gelmişken Zorba, Günaha Son Çağrı romanlarının yazarının doğduğu yeri görmeden geçmeyi vicdanıma yediremedim. Kazancakis'i sadece bu iki romanla anmak haksızlık olurdu. O, felsefi deneme, gezi, şiir, trajedi gibi bir çok türde eser yazmıştı. Birçok ünlü eseri de Yunanca'ya çevirmişti. Bağnaz Ortodoks kilisesince aforoz edilince, ‘Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum. Özgürüm' diyerek kiliseye başkaldırmıştı. Kazancakis'in doğum yeri olan Mirtia köyüne vardığımda, müzenin kapısında koca bir kilidin asılı olduğunu gördüm. Zamansız gezmelerin bu zararı vardı. Girit'te bu mevsimde müzelerin hemen hemen tamamı kapalı olduğu için birçok eseri göremedim.
ZEYTİNSİZ KAHVALTI
İraklion'un sahil kesiminde rutubet kokan termal oteldeki odama yerleştiğimde güneş çoktan görüntüden çekilmişti. Biraz dinlendikten sonra resepsiyona gidip, yerel yemek bulabileceğim restoran adresi sordum. Görevli hemen yakındaki bir yeri tavsiye etti. Ama saat 22.00'den önce servisin başlamadığını söyledi. Aslında Yunanlıların yaz aylarında akşam yemeklerini oldukça geç yediklerini biliyordum ama, kışın biraz daha erkene aldıklarını sanıyordum. Yanılmışım. Onlar için yaz-kış fark etmiyormuş. Keyiflerinden hiçbir şekilde taviz vermediklerini bir kez daha öğrendim. Akşam güzel bir yemek yedim. Ne yediğimi ‘Girit Yemekleri' faslında anlatacağım.
Sabahleyin tahmin ettiğim gibi, 'plastik' bir kahvaltıyla karşılaştım. Zeytini ile ünlü Girit'te, kahvaltıda zeytin vermediklerine hayret ettim. Halbuki buraya gelmeden önce ekmeğimi has zeytinyağına banacağımı, kalamata zeytinlerinden doya doya yiyeceğimi düşlemiştim.
Sabahın erken saatlerinde Hanya'ya doğru yola çıktım. Yol bazen tepelere doğru tırmanıyor, bazen sahile doğru iniyordu. Yol boyunca sıra sıra zakkum ağaçları dikilmişti. Yazın zakkumlar çiçek açınca, görüntünün çok keyifli olacağını düşündüm. Yolun hemen kıyısından yükselen dağ yamaçları ise zeytin ağaçlarıyla kaplıydı. Zeytin yeşili dağlarla, Akdeniz mavisi deniz birbirini tamamlıyordu. Koylardaki küçük yerleşim yerleri kimsesizdi. Yaz konukları elini eteğini çektiği için, etrafta yaşam belirtisi yoktu. Hanya'ya yolculuk yaklaşık bir saat sürdü. Antik çağdan beri Girit'in en gözde kentlerinden biri olan, Romalıların, Bizanslıların, Venediklilerin, Cenevizlilerin, Osmanlıların ve Mısırlıların uğruna kan döktüğü Hanya'nın anlatımına haftaya devam edeceğim.
Kışın başında Girit
Yine mevsimsiz bir yolculuğa çıkıp, kışın başlangıcında, yaz aylarının sevgilisi Girit Adası'na gittim.
Gitmeden önce arşivleri karıştırıp, benden önce kim ne yazmış diye bir göz atmak istedim. Bol kaynak bulacağımı umuyordum. Çünkü etrafımda kime sorsam, anadan veya babadan Giritli çıkıyor, adalı olmakla övünüyordu. Konuştuklarımın çoğu, daha dün gitmişçesine Girit mutfağını anlata anlata bitiremiyordu. Girit asıllıların sayısı çoktu ama, arşivde, ada hakkında yazılmış yazı bulamadım. Yani eli kalem tutanlar arasında, atalarının topraklarına gidip de oraları anlatan olmamıştı. Sadece Ahmet Yorulmaz, ‘Girit'ten Cunda'ya' adlı kitabında, adanın 1940'lı yıllarını bir aşk masalıyla birlikte gözler önüne sermişti.
Aslında Girit daha çok ilgiyi hak ediyordu. Adadaki Türk izlerinin başlangıcı 1669 yılına dayanıyordu. O tarihte adayı işgal eden Osmanlı, tam 150 yıl boyunca huzurlu bir yaşam sürdürülmesini sağlamıştı. Bir rivayete göre Girit'in işgaline, Kızlar Ağası Sünbül Ağa'nın Mısır'a giderken, Girit yakınlarında Maltalı korsanlar tarafından öldürülmesi neden olmuştu. Ağanın kalyonunu ele geçiren korsanlar, malları, paraları yağmalamış, ağanın güzel cariyelerini Hanya pazarında satmışlardı. Durumu haber alan Kaptan-ı Derya Yusuf Paşa Sultan İbrahim'in huzuruna çıkıp: ‘Padişahım Girit keferesinden intikam almak gerek' demişti. Yusuf Paşa, Cinci Hoca'nın da yardımıyla padişahı ikna etmeyi başarmıştı. 106 harp gemisi, 300 Karamürsel denen nakliye gemisinden oluşan donanma Girit'e doğru yola çıkmıştı. Donanmadaki askerlerin sayısı bir rivayete göre 50 bin bir rivayete göre ise 101.000 kişi idi. Osmanlı ordusu Girit'i fethetmek için tam 24 yıl 4 ay 16 gün savaşmıştı.
GEZ GEZ BİTMEDİ
Fethin öyküsünden birkaç roman yazmak mümkündü. Anadolu'dan Girit'e gidenler, doğanlar, büyüyenler, orayı vatan bilenler ve sonunda zorunlu sürgünlükle vatanlarını terk edenlerin sayısı o kadar çoktu ki, bu önemli adanın şimdiye kadar dört başı mamur niçin yazılmadığına anlam veremedim.
Defterimde bölük pörçük birkaç not, birkaç restoran adresi, kafamda birçok soru işareti ile Atina uçağına bindim. Aslında Girit pek uzakta değildi. İstanbul'dan bir saatte Atina'ya, oradan da 35 dakikada İraklion'a (Kandiye) varılıyordu. Şengen vizesini Alman konsolosluğundan aldığım için, içimde bir tedirginlik vardı. Ama hiç sorgu sual olmadı.
İraklion'a vardığımda vakit öğleyi bulmuştu. Alandan kiraladığım arabayı ve yol tarifini alıp, kendimi Girit'in sıcak kollarına attım. Amacım kalacağım beş gün boyunca, girdisiyle çıktısıyla tüm adayı görmekti. Ama hesabım çarşıya uymadı. Uzunluğu 245, genişliği en dar yerde 12, en geniş yerde 56 kilometre olan adayı geze geze bitiremedim. Üstünde araba kullanmadığım birkaç yol, kıyısında, kahvesinde oturup hayal kurmadığım birkaç şehir başka bir zamana kaldı.
Kaybola kaybola İraklion'un 14 kilometre güneyindeki Arhenas kasabasına vardım. Avrupa Birliği'nin ‘Model Köy' seçtiği bu şirin kasabada, 1890 yılında yapılmış bir villada kalacaktım. Turistik yerlerdeki beş yıldızlı oteller, bana çok 'plastik' geldiğinden bu villayı seçmiştim. Mevsim dışı olduğu için de çok iyi fiyat vermişlerdi.
SÜRPRİZ TAMİRAT
Kasabanın zirvesindeki 'Villa Arhanes'ı güç bela buldum. Beni kapıda yönetici Niko karşıladı. Koluma girip, avludaki havuzun kenarında küçük bir masaya oturttu. Bir yandan hal hatır sorup, bir yandan da masaya küçük bir şişe rakı, küçük kadehler, bir de mercimekten biraz büyük yeşil zeytin koydu. Bir, iki kadeh derken Niko ağzındaki baklayı çıkardı: ‘Burada küçük bir tamirat var. Gürültüden rahatsız olursun. Sana İraklion'da, deniz kıyısında beş yıldızlı bir otelde yer ayırttım. Aynı para, üstelik ful pansiyon...' Birden keyfim kaçtı. Ama yapacak bir şey yoktu. Nasıl olsa araba kullanmayacağım diye art arda yuvarladığım rakıyı kesip Niko ile vedalaştım. Bana küçük bir kazık atmış olsa da Niko candan adamdı. Veya Girit rakısı beni hoşgörülü yapmıştı.
Hem biraz ayılmak hem de bu şirin kasabayı görebilmek için, arabayı park ettiğim yerde bırakıp dar sokaklara daldım. Neo-klasik dönem Girit ve Venedik mimarisiyle inşa edilmiş bu şirin sokaklar bana Şirince'yi, Cunda'yı, Alaçatı'yı, eski Foça'yı anımsattı. Mor, kırmızı, beyaz çiçekli begonviller burada da taş duvarlarla sarmaş dolaş olmuştu. Balkon kenarlarında, pencere pervazlarında teneke kutulara dikilmiş sardunyalar, gölgeliklerde cam güzelleri, begonyalar, balkonlarda uçuşan renkli çamaşırlar tanıdık görüntülerdi. Yaşlı bir kadın kapının önüne oturmuş, karşıdaki Kutsal Giouchtas dağını seyrediyordu.
TABLO GİBİ TABELA
Yorulunca bir kahveye oturup, sade bir Yunan kahvesi söyledim -Türk kahvesi denmiyordu. Kahveyi yudumlarken, kendimi Türkiye'nin bir sahil kasabasında hissettim. Her şey araya bir karbon kağıt konup çizilmişçesine birbirine benziyordu. Arabaya doğru yürürken, dükkanların tabelaları gözüme çarptı. Resimlerle, süslü yazılarla her biri bir tablo gibiydi. Kasabayla ilgili broşürde yörenin yaprak sarmasının, taş fırında pişen sebzeli pizzasının, beyaz şarabının çok ünlü olduğunu okumuştum. Tüm bu lezzetlerin peşine düşersem, kalacağım oteli bulmakta zorlanabilirdim. Onun için karanlık basmadan İraklion'a doğru dönüşe geçtim.
Gördüğüm bir tabela, yolumu değiştirmeme neden oldu. Tabela Girit'in en büyük yazarı
-belki de Yunanistan'ın- Kazancakis'in müzesinin bulunduğu yeri gösteriyordu. Buraya kadar gelmişken Zorba, Günaha Son Çağrı romanlarının yazarının doğduğu yeri görmeden geçmeyi vicdanıma yediremedim. Kazancakis'i sadece bu iki romanla anmak haksızlık olurdu. O, felsefi deneme, gezi, şiir, trajedi gibi bir çok türde eser yazmıştı. Birçok ünlü eseri de Yunanca'ya çevirmişti. Bağnaz Ortodoks kilisesince aforoz edilince, ‘Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum. Özgürüm' diyerek kiliseye başkaldırmıştı. Kazancakis'in doğum yeri olan Mirtia köyüne vardığımda, müzenin kapısında koca bir kilidin asılı olduğunu gördüm. Zamansız gezmelerin bu zararı vardı. Girit'te bu mevsimde müzelerin hemen hemen tamamı kapalı olduğu için birçok eseri göremedim.
ZEYTİNSİZ KAHVALTI
İraklion'un sahil kesiminde rutubet kokan termal oteldeki odama yerleştiğimde güneş çoktan görüntüden çekilmişti. Biraz dinlendikten sonra resepsiyona gidip, yerel yemek bulabileceğim restoran adresi sordum. Görevli hemen yakındaki bir yeri tavsiye etti. Ama saat 22.00'den önce servisin başlamadığını söyledi. Aslında Yunanlıların yaz aylarında akşam yemeklerini oldukça geç yediklerini biliyordum ama, kışın biraz daha erkene aldıklarını sanıyordum. Yanılmışım. Onlar için yaz-kış fark etmiyormuş. Keyiflerinden hiçbir şekilde taviz vermediklerini bir kez daha öğrendim. Akşam güzel bir yemek yedim. Ne yediğimi ‘Girit Yemekleri' faslında anlatacağım.
Sabahleyin tahmin ettiğim gibi, 'plastik' bir kahvaltıyla karşılaştım. Zeytini ile ünlü Girit'te, kahvaltıda zeytin vermediklerine hayret ettim. Halbuki buraya gelmeden önce ekmeğimi has zeytinyağına banacağımı, kalamata zeytinlerinden doya doya yiyeceğimi düşlemiştim.
Sabahın erken saatlerinde Hanya'ya doğru yola çıktım. Yol bazen tepelere doğru tırmanıyor, bazen sahile doğru iniyordu. Yol boyunca sıra sıra zakkum ağaçları dikilmişti. Yazın zakkumlar çiçek açınca, görüntünün çok keyifli olacağını düşündüm. Yolun hemen kıyısından yükselen dağ yamaçları ise zeytin ağaçlarıyla kaplıydı. Zeytin yeşili dağlarla, Akdeniz mavisi deniz birbirini tamamlıyordu. Koylardaki küçük yerleşim yerleri kimsesizdi. Yaz konukları elini eteğini çektiği için, etrafta yaşam belirtisi yoktu. Hanya'ya yolculuk yaklaşık bir saat sürdü. Antik çağdan beri Girit'in en gözde kentlerinden biri olan, Romalıların, Bizanslıların, Venediklilerin, Cenevizlilerin, Osmanlıların ve Mısırlıların uğruna kan döktüğü Hanya'nın anlatımına haftaya devam edeceğim.
BAUGATSA...
Baugatsa
İdil Çimrin .
Bougatsa Girit mutfağının en popüler tatlılarından biri. Milföy hamurlarının içine bir çeşit muhallebi ve keçi peyniri ilave ediliyor.
Sonra hamurlar kapatılıp fırında pişiriliyor ve üzerine pudra şeker serpiliyor. Bougatsa poğaçadan hayli farklıdır; irmik kreması veya taze keçi peyniri ile yapılan bir tatlıdır..
alıntı
İdil Çimrin .
Bougatsa Girit mutfağının en popüler tatlılarından biri. Milföy hamurlarının içine bir çeşit muhallebi ve keçi peyniri ilave ediliyor.
Sonra hamurlar kapatılıp fırında pişiriliyor ve üzerine pudra şeker serpiliyor. Bougatsa poğaçadan hayli farklıdır; irmik kreması veya taze keçi peyniri ile yapılan bir tatlıdır..
alıntı
GİRİTLİ...
Bir tatBir yudumYemek kültürüAkdeniz.GİRİTLİ
İdil Çimrin .Herkese Merhaba,
Ben 1. Kuşak Girit mübadili ailelerden birinin kızıyım. İzmirli olan ailem hala Girit kültürünü takiben bir eğitim anlayışı ile benim bugünlere gelmeme yardımcı oldular diyebilrim.
Çocukluğumdan beri pilavın zeytinyağı ile yapıldığı, zeytinyağlı yemeklerin çoğunlukla bulunduğu, otların taze haşlanmış salata olarak ya da zeytinyağlı yemek olarak sunulduğu sofralarda Giritli yemek kültürünü gözlemledim.
Dolayısıyla bu kültürü özümsedikten sonra ileriki yaşlarımda yöresel mutfaklar ve dünya mutfaklarıyla ilgilenmeye başladım. Bu ilgim tutku haline dönüştüğünde ise mesleğim olan hukukçuluğun yanı sıra mutlaka mutfakla ilgili birşeyler yapmak zorunda olduğumu farkettim. Önüne geçemediğim ve hiçbir şeye değişemediğim bir aşk gibiydi. Sürekli okudum. Denedim. Yanıldım. Gelişimime ailemde ve çevremde kimse inanamıyordu. Tencereler ve tavalar ile o derece güçlü bir bağımız oluşmuştu. Bana ayrılan bu köşede sizinle bugüne kadar biriktirdiğim ve hala birktirmeye devam ettiğim bilgileri paylaşabilme ihtimalim şimdi beni inanılmaz mutlu ediyor.
Ben Giritli olmaktan gurur duyan Girit tutkunu biriyim. Hala devam eden yemek programımda da sürekli Girite olan aidiyet tutkumu hissettirdiğimi farkediyorum ancak elimde değil. Önümüzdeki haftalarda D-Smartta yayınlanmakta olan Yemek Kursu Programından görüntülerimi de sizinle paylaşacağım.
Daha küçücük yaşlarıma dönecek olursam, o yıllarda dahi haşlanmış otların üzerine zeytinyağı ve limon ilave etmem gerektiğini bilirdim. Bu ilk yazımda sizlere biraz Girit beslenme alışkanlığından bahsetmek istiyorum.
Belki aranzıda sıklıkla duyan olmuştur. Giritliler içni vazgeçilmez yiyecekler arasında en başta otlar gelir. Protein ve karbonhidrat bakımından fakir olan bu besinler pek az yağ içerdiklerinden su oranları yüksektir ve bu sebeple otlar, insanları beslemekte, sağlıklı tutmakta ve aynı zamanda onları doğayla bütünleştirmektedir. Giritlilerin bu nedenle en uzun yaşayan insanlar olduğu söylenir.
Çocukluğumda babaannemin yada annemin elinden tutup semt pazarlarında belirli yerlerde ve belirli kişilerce satılan ot pazarlarına gittiğimi hatırlıyorum. Otçulardan otları itina ile satın alırdık. Otçular, otları tanıyabilen ihtisas sahibi kişilerdi. Çoğu otları kendilerine toplarlar ve satarlardı.
Otların en bol olduğu mevsim ilkbahardı. İlkbaharda o kadar cok ot salataları ve yemekleri tüketirdik ki birbirimize fazla ot yediğimizden dolayı ‘Keçi’ lakabı takardık. Bazı Giritlilere hangi otlardan yedikleri sorulduğunda keçinin yediği her otu yediklerini söylerler, çünkü, keçi, ağzının tadını bilen, otları tanıyan ve seçen temiz ve titiz bir hayvandır.
Girit Türklerinin ota düşkünlükleri ile ilgili olarak çeşitli kıssalar anlatılmaktadır: Bir Giritli ile bir inek tarlaya girmişler. Tarla sahibinin oğlu babasına koşarak; - Baba, bir inekle bir Giritli tarlaya girmiş ne yapayım? diye sormuş. Babası da; ineğe dokunma doyunca çıkar. Fakat Giritli hepsini toplar gider. Onun için sen Giritliyi çıkar diye cevap vermiş.
Kuşaktan kuşağa, kulaktan kulağa bu kültür anlatılmış anlatılmakla ancak, Girit Mutfağının Geleneksel tarifleri bugüne kadar ne yazık ki kapsamlı bir biçimde ele alınmış değildir.
İş bu vaziyetten kendime görev bilip bir Girit Mutfağı kitabı hazırladım. Giritli ismini verdiğim bu kitapta balkabaklı tarifler, zeytinyağlı yemekler, balıklar, deniz ürünlü yemekler, zeytinyağında pişirilen et yemekleri, enginarlı yemekler, otlar, dolmalar, ekmekler, marmelatlardan oluşan toplam 240 Geleneksel Girit Mutfağı tariflerine yer verdim. Kitabım basıldığı zaman büyük bir heyecanla buradan sizinle paylaşacağım.
Umuyorum ki bu derlemem, yeni bir mutfak kültürü öğrenme arayışında olan kimi okuyuculara, Giritli olup kendi yemek kültürü hakkında fikir sahibi olmayanlara ve/ veya konuyla ilgili olsun olmasın, yalnızca merak eden insanlara bir nebzede olsun faydalı olacak.
Şimdilik benden bu kadar..
Sevgilerimle.
alıntı
İdil Çimrin .Herkese Merhaba,
Ben 1. Kuşak Girit mübadili ailelerden birinin kızıyım. İzmirli olan ailem hala Girit kültürünü takiben bir eğitim anlayışı ile benim bugünlere gelmeme yardımcı oldular diyebilrim.
Çocukluğumdan beri pilavın zeytinyağı ile yapıldığı, zeytinyağlı yemeklerin çoğunlukla bulunduğu, otların taze haşlanmış salata olarak ya da zeytinyağlı yemek olarak sunulduğu sofralarda Giritli yemek kültürünü gözlemledim.
Dolayısıyla bu kültürü özümsedikten sonra ileriki yaşlarımda yöresel mutfaklar ve dünya mutfaklarıyla ilgilenmeye başladım. Bu ilgim tutku haline dönüştüğünde ise mesleğim olan hukukçuluğun yanı sıra mutlaka mutfakla ilgili birşeyler yapmak zorunda olduğumu farkettim. Önüne geçemediğim ve hiçbir şeye değişemediğim bir aşk gibiydi. Sürekli okudum. Denedim. Yanıldım. Gelişimime ailemde ve çevremde kimse inanamıyordu. Tencereler ve tavalar ile o derece güçlü bir bağımız oluşmuştu. Bana ayrılan bu köşede sizinle bugüne kadar biriktirdiğim ve hala birktirmeye devam ettiğim bilgileri paylaşabilme ihtimalim şimdi beni inanılmaz mutlu ediyor.
Ben Giritli olmaktan gurur duyan Girit tutkunu biriyim. Hala devam eden yemek programımda da sürekli Girite olan aidiyet tutkumu hissettirdiğimi farkediyorum ancak elimde değil. Önümüzdeki haftalarda D-Smartta yayınlanmakta olan Yemek Kursu Programından görüntülerimi de sizinle paylaşacağım.
Daha küçücük yaşlarıma dönecek olursam, o yıllarda dahi haşlanmış otların üzerine zeytinyağı ve limon ilave etmem gerektiğini bilirdim. Bu ilk yazımda sizlere biraz Girit beslenme alışkanlığından bahsetmek istiyorum.
Belki aranzıda sıklıkla duyan olmuştur. Giritliler içni vazgeçilmez yiyecekler arasında en başta otlar gelir. Protein ve karbonhidrat bakımından fakir olan bu besinler pek az yağ içerdiklerinden su oranları yüksektir ve bu sebeple otlar, insanları beslemekte, sağlıklı tutmakta ve aynı zamanda onları doğayla bütünleştirmektedir. Giritlilerin bu nedenle en uzun yaşayan insanlar olduğu söylenir.
Çocukluğumda babaannemin yada annemin elinden tutup semt pazarlarında belirli yerlerde ve belirli kişilerce satılan ot pazarlarına gittiğimi hatırlıyorum. Otçulardan otları itina ile satın alırdık. Otçular, otları tanıyabilen ihtisas sahibi kişilerdi. Çoğu otları kendilerine toplarlar ve satarlardı.
Otların en bol olduğu mevsim ilkbahardı. İlkbaharda o kadar cok ot salataları ve yemekleri tüketirdik ki birbirimize fazla ot yediğimizden dolayı ‘Keçi’ lakabı takardık. Bazı Giritlilere hangi otlardan yedikleri sorulduğunda keçinin yediği her otu yediklerini söylerler, çünkü, keçi, ağzının tadını bilen, otları tanıyan ve seçen temiz ve titiz bir hayvandır.
Girit Türklerinin ota düşkünlükleri ile ilgili olarak çeşitli kıssalar anlatılmaktadır: Bir Giritli ile bir inek tarlaya girmişler. Tarla sahibinin oğlu babasına koşarak; - Baba, bir inekle bir Giritli tarlaya girmiş ne yapayım? diye sormuş. Babası da; ineğe dokunma doyunca çıkar. Fakat Giritli hepsini toplar gider. Onun için sen Giritliyi çıkar diye cevap vermiş.
Kuşaktan kuşağa, kulaktan kulağa bu kültür anlatılmış anlatılmakla ancak, Girit Mutfağının Geleneksel tarifleri bugüne kadar ne yazık ki kapsamlı bir biçimde ele alınmış değildir.
İş bu vaziyetten kendime görev bilip bir Girit Mutfağı kitabı hazırladım. Giritli ismini verdiğim bu kitapta balkabaklı tarifler, zeytinyağlı yemekler, balıklar, deniz ürünlü yemekler, zeytinyağında pişirilen et yemekleri, enginarlı yemekler, otlar, dolmalar, ekmekler, marmelatlardan oluşan toplam 240 Geleneksel Girit Mutfağı tariflerine yer verdim. Kitabım basıldığı zaman büyük bir heyecanla buradan sizinle paylaşacağım.
Umuyorum ki bu derlemem, yeni bir mutfak kültürü öğrenme arayışında olan kimi okuyuculara, Giritli olup kendi yemek kültürü hakkında fikir sahibi olmayanlara ve/ veya konuyla ilgili olsun olmasın, yalnızca merak eden insanlara bir nebzede olsun faydalı olacak.
Şimdilik benden bu kadar..
Sevgilerimle.
alıntı
Girit denen muamma.. Ne balık var ne de ot
Girit denen muamma.. Ne balık var ne de ot
29 Haziran 2010 Salı, 03:38:26
On yıldır Urla’da yaşıyorum...
Girit üzerine efsanelerin anlatılmadığı hiçbir günüm olmadı.
Duyduklarımın pekişen tesiriyle ufku geniş, tesiri derin bir Girit hastası oldum.
Dostum İbrahim Yüncü, her vesileyle bir Girit hayranlığı aktaran ve Girit kahramanlığı simgeleyen doruk isim olarak dikkatimi çekerdi.
Girit, bir şefkat ve şükran üslubu olarak adeta yüzlerce Zeus’u Çeşme’de, Alaçatı’da,Urla’da yaşayan bir mitolojinin anayurdu gibiydi...
Bu efsaneyi yakından görmek, havasını solumak, suyunu içmek, gölgesinde serinleyip, güneşinde ısınmak, tarihini okumak ve coğrafya farkını tanımak on yıldır kafamın içindeki yanardağdı...
*
Eski Kültür Bakanımız Profesör Suat Çağlayan ve başarılı sanayicimiz Kıyasettin Dündar’la birlikte geçtiğimiz haftayı Girit’te geçirdik...
Mükemmel bir seyahat kadrosu, birlikteliği, tecrübesi ve dostluğu yaşadım.
Pegasus Havayolları ile Atina’ya ve Aegean Havayolları ile Kandiya’ya (Heraklion’a) uçtuk.
Besim Uysal Bey’in aracılığı ile Bayan Melania bizi hava alanında karşıladı.
Kendisi, mübadele kapsamında Alaçatı’dan göçenlerin kurduğu derneğin başkanıydı.
Nazikti,müşfikti, konukseverdi ve hasretliydi...
Dönüş günümüzün keyfini sürmek için Kandiya’dan ayrılıp Resmo’ya (Rhetimnon) gittik.
Girit’in en gamlı ve en tesirli ilk izlenimi Resmo oldu.
Resmo 30 bin nüfuslu bir liman. Ama 60 bin nüfuslu izlenimi yaratıyor.
Kentin gözlerinde karanlığı eksiksiz görebildiğimiz bir dost bakışı var:
Sessiz, sabırlı, davetkar ve çapkın bir göz süzüşü...
Resmo’da liman, durgun, sakin ve biraz da korkulu bir bekleyişin sabırsızlığını hissettiriyor.
Telaştan hızla kaçan bir ürkek çocuk kadar saf görünüşlü kentin teninde geçmişin belikli heyecanlı ama yorgun izleri var.
Osmanlı’dan hiç iz kalmamış gibi tarihini bilerek ve isteyerek ihmalin hoyrat ve vefasız ellerine bırakmış...
Kara Musa Paşa Camii’nin konumunda insanı büyüleyen bir yer seçimi hemen dikkat çekiyor.
Diğer iki küçük mescit olduğu gibi bırakılmış.
Osmanlı camileri ve mescitleri Girit’te bırakınız ibadeti, ziyarete bile açık değil...
Yanından geçerken avlularını izlemek için yaklaşınca Türkiye’den geldiğinizi hemen anlayanlar sizi selamlıyor.
*
Girit kentleri temizlik, sükûnet ve özellikle yayalara gösterilen trafik nezaketiyle başka hiçbir Avrupa kentinde rastlayamayacağınız sıcaklık ve saygıyla terbiye edilmiş gibi...
Resmo, gezginini sevindiren şehir.
Gündüzleri, çarşılar rahatça gezip tozacağınız bir davet zenginliği ile gelenleri büyüleyen güzelliği sergiliyor.
Akşamları sahil araç trafiğine kapatılıyor.
Sahil boyu uzanan kafeteryalar, kafeşantanlar ve kahvelerle gece şenliğini aktarıyorlar.
Sokaklar genç insanların güleç, hafif üryan ve cömert kıyafetlerin cesaretiyle süsleniyor.
Göz alıcı bir gençlik ve güzellik şöleni yaşıyorsunuz.
*
Resmo’da “balık” yok. Liman ve kale terkibinin çevresindeki birkaç balıkçı lokantasında baygın bakışıyla sizi ürküten birkaç balığa rastlıyorsunuz ama bu manzara ısmarlama cesareti vermiyor. Istakoz boyutunda karidesler var; ama tazeliği konusu hemen yüreğinizin korkusu olarak çırpınmaya başlıyor.
Girit denince akla “ot” gelir diyorlar ya; bu biraz kuşkulu bir iddia ve kabul çizgisinde sınırlanmış kalmış.
Örneğin Urfa’da bir kebapçı dükkânında müşterinin önüne konulan yeşilliği onda biri bir Girit lokantasında bütün müşterilere dağılan servisten fazla...
*
Şu ünlü Girit kemençesini dinlemeniz maalesef hiçbir turistik zeminde sesini duyuramıyor...
Gitmeden önce, “Girit bir muammadır” diyorlardı; sanırım Girit, sırrını hemen açıklayan cömert ve çapkın bir tanrıçanın davetkârlığını anlatıyor...
YILMAZ KARAKOYUNLU'DAN
ALINTI
29 Haziran 2010 Salı, 03:38:26
On yıldır Urla’da yaşıyorum...
Girit üzerine efsanelerin anlatılmadığı hiçbir günüm olmadı.
Duyduklarımın pekişen tesiriyle ufku geniş, tesiri derin bir Girit hastası oldum.
Dostum İbrahim Yüncü, her vesileyle bir Girit hayranlığı aktaran ve Girit kahramanlığı simgeleyen doruk isim olarak dikkatimi çekerdi.
Girit, bir şefkat ve şükran üslubu olarak adeta yüzlerce Zeus’u Çeşme’de, Alaçatı’da,Urla’da yaşayan bir mitolojinin anayurdu gibiydi...
Bu efsaneyi yakından görmek, havasını solumak, suyunu içmek, gölgesinde serinleyip, güneşinde ısınmak, tarihini okumak ve coğrafya farkını tanımak on yıldır kafamın içindeki yanardağdı...
*
Eski Kültür Bakanımız Profesör Suat Çağlayan ve başarılı sanayicimiz Kıyasettin Dündar’la birlikte geçtiğimiz haftayı Girit’te geçirdik...
Mükemmel bir seyahat kadrosu, birlikteliği, tecrübesi ve dostluğu yaşadım.
Pegasus Havayolları ile Atina’ya ve Aegean Havayolları ile Kandiya’ya (Heraklion’a) uçtuk.
Besim Uysal Bey’in aracılığı ile Bayan Melania bizi hava alanında karşıladı.
Kendisi, mübadele kapsamında Alaçatı’dan göçenlerin kurduğu derneğin başkanıydı.
Nazikti,müşfikti, konukseverdi ve hasretliydi...
Dönüş günümüzün keyfini sürmek için Kandiya’dan ayrılıp Resmo’ya (Rhetimnon) gittik.
Girit’in en gamlı ve en tesirli ilk izlenimi Resmo oldu.
Resmo 30 bin nüfuslu bir liman. Ama 60 bin nüfuslu izlenimi yaratıyor.
Kentin gözlerinde karanlığı eksiksiz görebildiğimiz bir dost bakışı var:
Sessiz, sabırlı, davetkar ve çapkın bir göz süzüşü...
Resmo’da liman, durgun, sakin ve biraz da korkulu bir bekleyişin sabırsızlığını hissettiriyor.
Telaştan hızla kaçan bir ürkek çocuk kadar saf görünüşlü kentin teninde geçmişin belikli heyecanlı ama yorgun izleri var.
Osmanlı’dan hiç iz kalmamış gibi tarihini bilerek ve isteyerek ihmalin hoyrat ve vefasız ellerine bırakmış...
Kara Musa Paşa Camii’nin konumunda insanı büyüleyen bir yer seçimi hemen dikkat çekiyor.
Diğer iki küçük mescit olduğu gibi bırakılmış.
Osmanlı camileri ve mescitleri Girit’te bırakınız ibadeti, ziyarete bile açık değil...
Yanından geçerken avlularını izlemek için yaklaşınca Türkiye’den geldiğinizi hemen anlayanlar sizi selamlıyor.
*
Girit kentleri temizlik, sükûnet ve özellikle yayalara gösterilen trafik nezaketiyle başka hiçbir Avrupa kentinde rastlayamayacağınız sıcaklık ve saygıyla terbiye edilmiş gibi...
Resmo, gezginini sevindiren şehir.
Gündüzleri, çarşılar rahatça gezip tozacağınız bir davet zenginliği ile gelenleri büyüleyen güzelliği sergiliyor.
Akşamları sahil araç trafiğine kapatılıyor.
Sahil boyu uzanan kafeteryalar, kafeşantanlar ve kahvelerle gece şenliğini aktarıyorlar.
Sokaklar genç insanların güleç, hafif üryan ve cömert kıyafetlerin cesaretiyle süsleniyor.
Göz alıcı bir gençlik ve güzellik şöleni yaşıyorsunuz.
*
Resmo’da “balık” yok. Liman ve kale terkibinin çevresindeki birkaç balıkçı lokantasında baygın bakışıyla sizi ürküten birkaç balığa rastlıyorsunuz ama bu manzara ısmarlama cesareti vermiyor. Istakoz boyutunda karidesler var; ama tazeliği konusu hemen yüreğinizin korkusu olarak çırpınmaya başlıyor.
Girit denince akla “ot” gelir diyorlar ya; bu biraz kuşkulu bir iddia ve kabul çizgisinde sınırlanmış kalmış.
Örneğin Urfa’da bir kebapçı dükkânında müşterinin önüne konulan yeşilliği onda biri bir Girit lokantasında bütün müşterilere dağılan servisten fazla...
*
Şu ünlü Girit kemençesini dinlemeniz maalesef hiçbir turistik zeminde sesini duyuramıyor...
Gitmeden önce, “Girit bir muammadır” diyorlardı; sanırım Girit, sırrını hemen açıklayan cömert ve çapkın bir tanrıçanın davetkârlığını anlatıyor...
YILMAZ KARAKOYUNLU'DAN
ALINTI
Fırında Kuru Fasulye...
Kuru fasulyenin fırınlanmışını da ilk kez Girit’te yemiştim.
Fırında Kuru Fasulye için;
•500 gr. bulabildiğiniz en iri boy kuru fasulye (akşamdan suya koymuş olmalısınız)
•2 orta boy kuru soğan
•2-3 yeşil ya da kırmızı biber
•4-5 diş sarmısak
•4-5 olgun domates
•1 yemek kaşığı biber salçası
•Birkaç sap kereviz yaprağı*
•Zeytinyağı, tuz, karabiber
* Yunanistan’da yalnız uzun sapları ve bol yeşilliği olan sap kereviz bulunuyor. Öylesi varsa birkaç sapın en filiz kısımlarıyla yeşil yapraklarını kullanın, yoksa bildiğimiz kerevizlerin en yeşil yapraklarından kullanın.
Önceki geceden suda beklettğiniz kuru fasulyeleri dağılmayacak kadar haşlıyoruz (Ben düdüklü tencere kullanıyorum, 20 dakika yeterli oluyor). Başka bir tencerede ince ince doğranmış soğanlarla biberleri ve diş diş sarmısakları zeytinyağında kavuruyoruz. Daha sonra 1 kaşık biber salçasını ekleyip biraz kavurduktan sonra rendelediğimiz olgun domatesleri ekliyoruz. Çok değil, hani eskiler bir taşım kaynat derler ya, o kadar kaynatıyoruz. Tuzunu, karabiberini ekleyip, en son ince doğranmış kereviz yapraklarını ekleyip, ateşten alıyoruz. Bu arada fasulyelerimizin haşlama suyundan az bir miktar saklıyoruz, yemeğimizin sosuna eklemek üzere.
Fasulyeler haşlandıktan sonra, süzüp pişirmek için kullanacağımız fırın kabına yayıyoruz. Ben dikdörtgen cam fırın kabı kullandım. İsterseniz topraktan çömlekler de kullanılabilir. Fasulyelerin üstüne hazırladığımız sosu döküyoruz. Ayırdığımız haşlama suyundan biraz ekleyip, önceden 180-200 derecede ısıttığımız fırında pişiriyoruz.
KOMŞUDA PİŞER'DEN ALINTI
Fırında Kuru Fasulye için;
•500 gr. bulabildiğiniz en iri boy kuru fasulye (akşamdan suya koymuş olmalısınız)
•2 orta boy kuru soğan
•2-3 yeşil ya da kırmızı biber
•4-5 diş sarmısak
•4-5 olgun domates
•1 yemek kaşığı biber salçası
•Birkaç sap kereviz yaprağı*
•Zeytinyağı, tuz, karabiber
* Yunanistan’da yalnız uzun sapları ve bol yeşilliği olan sap kereviz bulunuyor. Öylesi varsa birkaç sapın en filiz kısımlarıyla yeşil yapraklarını kullanın, yoksa bildiğimiz kerevizlerin en yeşil yapraklarından kullanın.
Önceki geceden suda beklettğiniz kuru fasulyeleri dağılmayacak kadar haşlıyoruz (Ben düdüklü tencere kullanıyorum, 20 dakika yeterli oluyor). Başka bir tencerede ince ince doğranmış soğanlarla biberleri ve diş diş sarmısakları zeytinyağında kavuruyoruz. Daha sonra 1 kaşık biber salçasını ekleyip biraz kavurduktan sonra rendelediğimiz olgun domatesleri ekliyoruz. Çok değil, hani eskiler bir taşım kaynat derler ya, o kadar kaynatıyoruz. Tuzunu, karabiberini ekleyip, en son ince doğranmış kereviz yapraklarını ekleyip, ateşten alıyoruz. Bu arada fasulyelerimizin haşlama suyundan az bir miktar saklıyoruz, yemeğimizin sosuna eklemek üzere.
Fasulyeler haşlandıktan sonra, süzüp pişirmek için kullanacağımız fırın kabına yayıyoruz. Ben dikdörtgen cam fırın kabı kullandım. İsterseniz topraktan çömlekler de kullanılabilir. Fasulyelerin üstüne hazırladığımız sosu döküyoruz. Ayırdığımız haşlama suyundan biraz ekleyip, önceden 180-200 derecede ısıttığımız fırında pişiriyoruz.
KOMŞUDA PİŞER'DEN ALINTI
Kuzu etli stamnagati
Stamnagati, Girit’te oldukça yaygın bir çeşit radika. Acımsı tadından hoşlananlar çiğ yemeyi tercih ediyor, bazıları da haşlayıp tüketmeyi. Bir de buralara özgü olarak kuzu, hatta tercihen keçi etiyle yapılan yemeği oluyor. Arapsaçı neyse ama radika cinslerini kuzu etiyle pişirmek Ege’de pek yaygın olmadığı için bu tarif bana değişik gelmişti ama nedense merak edip de etlisini pişirmek bunca yıl sonra aklıma geldi. Otları tek başlarına bile öyle çok seviyorum ki, başka bir lezzetle denemek yerine hemen zeytinyağı ve limona gidiyor elim nedense
Tarif oldukça yalın ve kolay. Üstelik bazı kitaplarda stamnagati yerine bildiğimiz radikayla da yapılabildiğini okuduğumu da eklemek istiyorum.
•Yarım kilo stamnagati (ya da bulabildiğiniz bir cins radika)
•Yarım kilo kuzu/keçi eti
•2 limonun suyu
•1 yumurta
•kara biber, tuz
•zeytinyağı
Stamnagati’leri ayıklayıp güzelce yıkadıktan sonra kaynar suda 5 dakika kadar haşlayıp süzüyoruz. Bu işlem aynı zamanda otların acılığını da alıyor.
Yemeklik parçalara doğranmış eti zeytinyağında 4-5 dakika kadar kavuruyoruz.(Bazı tariflerde bu aşamada eti 2 yemek kaşığı kadar şarapla söndürüyordu. Ben kullanmadım.)
Yarım bardak kadar sıcak su ekledikten sonra kapağı kapalı kısık ateşte yarım saat pişiriyoruz. Yarım saat sonra haşlayıp süzdüğümüz otları ekleyip yavaşça karıştırıyoruz. Tuzunu ve kaara biberini ekleyip 20 dakika daha kısık ateşte pişirmeye devam ediyoruz. Pişmenin sonunda limon suyu ve çırpılmış yumurtayla yaptığımız terbiyeyi -yemeğin suyundan alıp yavaş yavaş alıştırarak- yemeğimize ekliyoruz.
Sıcak servis yapıyoruz.
Komşuda pişerden ALINTIDIR...
Tarif oldukça yalın ve kolay. Üstelik bazı kitaplarda stamnagati yerine bildiğimiz radikayla da yapılabildiğini okuduğumu da eklemek istiyorum.
•Yarım kilo stamnagati (ya da bulabildiğiniz bir cins radika)
•Yarım kilo kuzu/keçi eti
•2 limonun suyu
•1 yumurta
•kara biber, tuz
•zeytinyağı
Stamnagati’leri ayıklayıp güzelce yıkadıktan sonra kaynar suda 5 dakika kadar haşlayıp süzüyoruz. Bu işlem aynı zamanda otların acılığını da alıyor.
Yemeklik parçalara doğranmış eti zeytinyağında 4-5 dakika kadar kavuruyoruz.(Bazı tariflerde bu aşamada eti 2 yemek kaşığı kadar şarapla söndürüyordu. Ben kullanmadım.)
Yarım bardak kadar sıcak su ekledikten sonra kapağı kapalı kısık ateşte yarım saat pişiriyoruz. Yarım saat sonra haşlayıp süzdüğümüz otları ekleyip yavaşça karıştırıyoruz. Tuzunu ve kaara biberini ekleyip 20 dakika daha kısık ateşte pişirmeye devam ediyoruz. Pişmenin sonunda limon suyu ve çırpılmış yumurtayla yaptığımız terbiyeyi -yemeğin suyundan alıp yavaş yavaş alıştırarak- yemeğimize ekliyoruz.
Sıcak servis yapıyoruz.
Komşuda pişerden ALINTIDIR...
BALIK ÇORBASI...
•Çorbalığa uygun cinsten, büyükse bir balık, küçükse bir kaç balık
•5-6 orta boy patates, iri parçalara bölünmüş
•4-5 orta boy havuç, iri parçalara bölünmüş
•1 kuru soğan, bütün ya da ikiye bölünmüş
•1 demet kereviz sapı, yarıya bölünmüş
•1 limon
•1 yumurta
Şehriye ya da pirinç (Bu kez kızım için harfli şehriye koymuştum. Kardeşim için glutensiz olsun istersem pirinç koyuyorum)
Limon dışındaki bütün sebzeler, çorba için yeterli miktarda suyla kaynatılır. İyice pişmelerine yakın, balık bütün halde (ya da en fazla kafasıyla gövdesi ayrılmış olarak) kaynayan sebzelere eklenir. Balığı parçalamamakla çorbanın suyuna daha az kılçık dökülmesini sağlamış oluyoruz. Balığı koyduktan sonra çorbanın başından ayrılmamak gerekir. Çünkü oldukça kısa bir süre sonra, balığın iyice yumuşadığını gördüğümüzde, onu dağılmadan çıkarmamız gereklidir. Balığı bir kenara koyduktan sonra, içindeki sebzeleri de süzgeçli bir kepçeyle ayrı bir kaba ayırdığımızda geriye yalnızca sebzelerin ve balığın suyu kalır. Her ihtimale karşı bu suyu da süzüp içinde kılçık olmadığından emin olduktan sonra, tekrar tencereye alıp, içine yeterli miktarda pirincini/şehriyesini atıp kaynatılır. Pirinci kabardıktan sonrası malum. Alıştıra alıştıra yumurtalı-limonlu terbiyesiyle çorbamız hazır olur. Önceden ayrı ayrı servis tabaklarına konan balıklar ve sebzelerle birlikte sofraya gelir.
komşuda pişer'den alıntı
•5-6 orta boy patates, iri parçalara bölünmüş
•4-5 orta boy havuç, iri parçalara bölünmüş
•1 kuru soğan, bütün ya da ikiye bölünmüş
•1 demet kereviz sapı, yarıya bölünmüş
•1 limon
•1 yumurta
Şehriye ya da pirinç (Bu kez kızım için harfli şehriye koymuştum. Kardeşim için glutensiz olsun istersem pirinç koyuyorum)
Limon dışındaki bütün sebzeler, çorba için yeterli miktarda suyla kaynatılır. İyice pişmelerine yakın, balık bütün halde (ya da en fazla kafasıyla gövdesi ayrılmış olarak) kaynayan sebzelere eklenir. Balığı parçalamamakla çorbanın suyuna daha az kılçık dökülmesini sağlamış oluyoruz. Balığı koyduktan sonra çorbanın başından ayrılmamak gerekir. Çünkü oldukça kısa bir süre sonra, balığın iyice yumuşadığını gördüğümüzde, onu dağılmadan çıkarmamız gereklidir. Balığı bir kenara koyduktan sonra, içindeki sebzeleri de süzgeçli bir kepçeyle ayrı bir kaba ayırdığımızda geriye yalnızca sebzelerin ve balığın suyu kalır. Her ihtimale karşı bu suyu da süzüp içinde kılçık olmadığından emin olduktan sonra, tekrar tencereye alıp, içine yeterli miktarda pirincini/şehriyesini atıp kaynatılır. Pirinci kabardıktan sonrası malum. Alıştıra alıştıra yumurtalı-limonlu terbiyesiyle çorbamız hazır olur. Önceden ayrı ayrı servis tabaklarına konan balıklar ve sebzelerle birlikte sofraya gelir.
komşuda pişer'den alıntı
Girit böreği nasıl hazırlanır...
Girit Böreği için Gerekli Malzemeler:
3 adet yufka,
200 gr balkabağı,
2 adet pırasa (beyaz kısımları),
1 adet havuç,
50 gr peynir (kaşar peynir),
karabiber,
2 yemek kaşığı zeytinyağı,
yarım su bardağı su,
böreğin üzeri için 1 yumurta sarısı.
Girit Böreği Yapılışı:
Pırasaları incecik doğrayın, bal kabağını ve havuçları rendeleyin. Derin bir tavada kızgın yağda pırasaları soteleyin. Pırasalar şeffaflaşmaya başladıktan sonra yarım su bardağı su ilave edin. Bütün karışımı karabiberle tatlandırıp kapağını kapatarak, kısık ateşte 5-10 dakika pişirin. Hazırladığınız karışımı 6 eşit parçaya bölünmüş yufkaların içine koyarak kalın boyutlarda sigara böreği gibi sarın. Börekleri sarmadan önce rendelenmiş peyniri de karışımın içine katmayı unutmayın.
Hazırladığınız börekleri fırın tepsisine dizdikten sonra üzerine yumurta sarısını sürün ve önceden ısıtılmış fırında 180 derecede 20 dakika pişirin.
alıntı
3 adet yufka,
200 gr balkabağı,
2 adet pırasa (beyaz kısımları),
1 adet havuç,
50 gr peynir (kaşar peynir),
karabiber,
2 yemek kaşığı zeytinyağı,
yarım su bardağı su,
böreğin üzeri için 1 yumurta sarısı.
Girit Böreği Yapılışı:
Pırasaları incecik doğrayın, bal kabağını ve havuçları rendeleyin. Derin bir tavada kızgın yağda pırasaları soteleyin. Pırasalar şeffaflaşmaya başladıktan sonra yarım su bardağı su ilave edin. Bütün karışımı karabiberle tatlandırıp kapağını kapatarak, kısık ateşte 5-10 dakika pişirin. Hazırladığınız karışımı 6 eşit parçaya bölünmüş yufkaların içine koyarak kalın boyutlarda sigara böreği gibi sarın. Börekleri sarmadan önce rendelenmiş peyniri de karışımın içine katmayı unutmayın.
Hazırladığınız börekleri fırın tepsisine dizdikten sonra üzerine yumurta sarısını sürün ve önceden ısıtılmış fırında 180 derecede 20 dakika pişirin.
alıntı
ENGİNARLI GİRİT KEBABI...
Enginarlı Girit Kebabı
(4 Kişilik)
Malzemeler:
•300 g dana kuşbaşı et
•3 adet enginar
•1 adet kurusoğan
•1 adet domates
•2 adet sivri biber
•1/2 çay bardağı sıvıyağ
•1 su bardağı su
•Tuz, karabiber
Yapılışı:
1. Dondurulmuş enginarları limonlu suya atın; yumuşadıkları zaman irice doğrayın ve limonlu suda bekletmeye devam edin.
2. Tencereye sıvıyağı ve etleri koyun. Etler suyunu salıp tekrar çekinceye kadar orta ateşte pişirin. Suyunu çeken ve kavrulmaya başlayan etlere küp küp doğradığınız kuru soğanı ekleyin ve kavurmaya devam edin.
3. İrice doğradığınız enginarları ve sivri biberleri ilave edip 3-4 kere tahta kaşıkla çevirin. Doğranmış domatesleri de ekleyip 3-4 kere daha çevirerek kavurun.
4. Tuz ve karabiber ekleyin. Üzerine 1 su bardağı su ilave edip, suyu bitinceye kadar kısık ateşte pişirin. Dereotuyla süsleyip, pirinç pilavının yanında servis yapabilirsiniz.
Afiyet olsun…
alıntı
(4 Kişilik)
Malzemeler:
•300 g dana kuşbaşı et
•3 adet enginar
•1 adet kurusoğan
•1 adet domates
•2 adet sivri biber
•1/2 çay bardağı sıvıyağ
•1 su bardağı su
•Tuz, karabiber
Yapılışı:
1. Dondurulmuş enginarları limonlu suya atın; yumuşadıkları zaman irice doğrayın ve limonlu suda bekletmeye devam edin.
2. Tencereye sıvıyağı ve etleri koyun. Etler suyunu salıp tekrar çekinceye kadar orta ateşte pişirin. Suyunu çeken ve kavrulmaya başlayan etlere küp küp doğradığınız kuru soğanı ekleyin ve kavurmaya devam edin.
3. İrice doğradığınız enginarları ve sivri biberleri ilave edip 3-4 kere tahta kaşıkla çevirin. Doğranmış domatesleri de ekleyip 3-4 kere daha çevirerek kavurun.
4. Tuz ve karabiber ekleyin. Üzerine 1 su bardağı su ilave edip, suyu bitinceye kadar kısık ateşte pişirin. Dereotuyla süsleyip, pirinç pilavının yanında servis yapabilirsiniz.
Afiyet olsun…
alıntı
GİRİT GERÇEĞİ...
Avrupalı güçlerin Osmanlı Devletinin hakimiyeti altında iken, Avrupalı dostlarının Yunanistan’a masa başında hibe ettikleri Girit Adasında yaşayan insanların büyük bölümünün kökenleri özbeöz Türk’tür.
Bu insanlar yüz yıl önce bir Yunan katliamından kurtulmak için Hıristiyanlığı kabul etmiş ve bugüne ulaşmışlardır. Yunanistan Girit adası üzerinde yaşayan Türk kökenli vatandaşlarının !.. içlerinde yanan bağımsızlık ateşinin sönmediğini bildiği için bu insanlara her zaman ikinci sınıf vatandaş muamelesi etmiştir. Girit’te Kıbrıs’ın Rum kesiminde olduğu gibi Venedik, Ceneviz, Arnavut vs kökenli insanlar da yaşar
2004’e gelindiğinde Girit benzeri kirli bir oyunun Kıbrıs Türkleri üzerinde oynandığını görüyoruz. Rauf Denktaş ve Türk aydınları her fırsatta, bu benzerliği hatırlatmaları, Kıbrıs Türk insanını etkileyince Yunan propagandası devreye girerek, CTP’nin yayın organı “Yeni Düzen” Gazetesinden, Türkiye’ye karşı düşmanlığı ve Rumlarla olan yakınlığı ile tanınan yazarı Sevgül Uludağ’ı Girit’e götürerek bir dizi yazı yazdırdı. “Ege’nin Mavisi, Girit’in Yeşili” başlıklı yazı Yunan hakimiyeti altında yaşayan Girit halkının mutlu olduğunu ve refah içinde yaşadığını anlatıyor, Yunan propagandası yapıyor.
Sevgül Uludağ birkaç ay önce gene Girit’e götürülmüş ve benzeri yazılar yazmıştı. “Girit Gerçeği” birilerinin canını yaktığı için biz de “Girit Dosyasını” burada açmaya karar verdik.
GİRİT DOSYASI
Girit Adası, Ege Denizi’nin güneyinde, Akdeniz’in çok stratejik bir mevkiinde üzerinde yaklaşık 500 bin kişinin yaşadığı 8.258 kilometre karelik bir adadır. Yunan işgali altında bulunan bu adanın insanları kendilerini hiçbir zaman Yunanlı olarak hissetmemiş,Yunanlılara karşı daima mesafeli durmuş, onlara adeta düşman gözüyle bakmışlardır. Yunanlı araştırmacılara göre Milattan binlerce yıl önce Anadolu’dan göç eden esmer kısa boylu Dolikosefal kafa teşekküllü insanlar, Giritlilerin kökenini oluşturuyorlar. Girit’e Kuzey Afrika’dan gelip yerleşen Arap kavimler de olmuştur. Girit Adası’nın Karadeniz’in, Ege Denizi kanalıyla Akdeniz’e bağlandığı bir noktada bulunması tarih boyunca yabancıların hakimiyetleri altında kalmasına sebep olmuştur. Adayı Araplar 135, Venedikliler 450, Türkler 250 yıl yönetmişlerdir. Halen yaklaşık 80 yıldan beri Yunanistan’ın hakimiyeti altında bulunan Girit Adasının insanlarına, Yunan yönetimleri her zaman diğer azınlıklara olduğu gibi ikinci sınıf insan muamelesi yapmışlardır.
Yunanistan’ın Girit’i bir oldu bitti ile Girit’i sınırları içine almasından 30 yıl sonra 1938’de Ada’da kurulan “Filiki Eteria” isimli bir örgüt Yunanistan’a karşı ilk kez başkaldırı hareketinin başlangıcını teşkil etmektedir.
II. Dünya savaşı yıllarında 12-14 Kasım 1944’de Almanya savaşı kaybettiği günlerde, Girit’te Almanlara karşı savaş veren çeteler bağımsızlık ilan etmeye hazırlanırlarken, İngiltere’nin askeri müdahelesi ile hareket bastırılmış, Ada gene Yunanistan’a teslim edilmişti.
1970’li yıllarda Yunan Siyasi Polisi’nin “Kızıl Papaz” adını taktığı Mihalis Damanakis, Girit’i köy köy dolaşarak halkı Özgürlük mücadelesine hazırlamaya başlamıştı. Papaz Damanakis bir gün birden bire ortadan kayboldu. Onu tanıyanlar, Damanakis’i Yunan İstihbarat Örgütü’nün (EIP) kaçırıp öldürdüğüne inanıyor.
1973’de Yunan Deniz Kuvvetleri’nin “Velos” muhribinin ülkeyi o dönemde yöneten Cunta yönetimine karşı isyan ettiği ve bir İtalyan limanına demir attığına dair haber dünya basınında yer almıştı. Muhribin komutanı Albay Pappas’ın isyanının asıl nedeni, Cunta Yönetimini yıkmak değil, Girit Adasında Bağımsızlık ilan etmekti.
Bir diğer olay, Yunanistan’ın “Enosis” amacıyla 1974’ün Temmuz ayında Kıbrıs’ta yaptığı askeri müdahele günlerinde de, Girit Adasında üslenmiş bulunan 5.Piyade Tümeni’nde patlak vermişti. Bağımsızlığın ilanı an meselesiyken bir papaz Girit halkına ihanette bulunarak hareketi Atina’ya ihbar etmişti. Sonuçta Tümenin Girit kökenli subaylarının bir bölümü emekli edilmiş, diğer bölümü de Trakya’da Türk sınırındaki askeri birliklere adeta sürgün edilmişlerdi. Tümen komutanı General Shinas, emekli edilenler arasında bulunuyordu.
Girit’te yayınlanan gazeteler zaman zaman bağımsızlık inancını ada halkına aşılamaya çalışırlar. 24 Ekim 1974 tarihli “Kirikas” gazetesinde yer alan bir makale, “Yunan işgali altında yaşayıp onurumuzu, kültürümüzü ve varlığımızı ezdirmektense yabancı bir ülkede sürünmeyi tercih ederiz..” diyen Giritlilerin hislerinin kağıda dökülmüş şeklidir.
Söz konusu makalede;
“Genç Giritliler denize açılıp talihlerini başka diyarlarda aramaya gitmeden önce Girit’i ve burada yaşayan insanların varlığını yok etmeyi hedef alan, örgütlenmiş bir düzenin varlığını öğrenmeleri gerekir. Biz Giritliler’in, Yunanlıların sömürge uşakları durumuna gelmemesi için, özellikle çok dikkatli olması gerekiyor. Madem ki Elefterios Venizelos, ileri medeniyete sahip Girit’in, eşkiya Yunanistanla “DEĞİŞİK İKİ DÜNYANIN İNSANLARINI BİRLEŞTİRME” hatasını 1910’da işledikten sonra, üstün karakterimizle, Yunanlıları tahrik etmememiz gerekiyor. Bu yazıyı kesip saklayın. Çünkü bir gün siz de kendinizi “Bask”lar, “Kroat”lar gibi hissedeceksiniz. Bu acıyı içinizde hissettiğiniz zaman, belki çok geç olacak. Ve siz Girit halkına karşı kıskançlık ve antipati dolu insanlar tarafından yönetilen akımlara kapılarak hayatınızı yitireceksiniz." Denilmektedir.
1976’da Girit’li dört Bağımsızlık Savaşçısı New-York’tan, Dallas’a giden bir uçağı kaçırmış, içindeki yolcuları üç gün rehin tutmuşlardı. Amerika’daki Yunan elçisi bu olayın önemini silmek için uçağı kaçıranların Giritli özgürlükçü değil, polisin aradığı ruh hastası Yunanlılar olduklarını iddia ederek kendilerine teslim edilmelerini istemişti. Giritli hava korsanlarını muayene eden Dallas Hastanesi Ruh Sağlığı Bölümünün şefi Prof. Hubert, hazırladığı raporda onlar için “son derece normal, nazik ve ne istediklerini bilen insanlar” teşhisinde bulunmuştu. Kaçırılan uçakta bulunan yolcular da, polise verdikleri ifadelerinde, “Bu insanlar hür yaşama mücadelesi veriyorlar. Bize karşı son derece nazik davrandılar, onlardan şikayetçi değiliz, af edilmelerini istiyoruz.” demişlerdi.
Girit Bağımsızlık hareketine karşı kullanılan kurumlardan biri de Yunan kilisesidir. 1980’li yıllarda Girit Metropoliti İrineos, kendisine bağlı Giritli olmayan 29 papazı otonomi hakkında bilgi toplamaları ve aleyhine vaazlar vermeleri için adaya dağıtmıştı. Bunların topladıkları bilgileri İrineos Yunan Siyasi polisine aktarıyordu. Bu yüzden yüzlerce Giritli tutuklanmış, işkence görmüştü.
Tüm bunlara rağmen, Atina ve Girit sokaklarında, “Yunanlılar sizi Girit’te istemiyoruz” şeklinde duvar yazılarına rastlanmakta, Libya, Suriye, Yemen ve Lübnan’daki terör kamplarında Giritli gençlerin terörist olarak eğitildiklerine dair duyumlar alınmaktaydı.
Girit insanı, yıllardan beri, Atina’nın onların adına aldığı her karara direniyor, sokaklara dökülüp gösteriler yapıyor. Bu gösteriler bazı zamanlar kanlı olaylarla son buluyor. 1989’da Yunanistan’ın onlara danışmadan topraklarında ABD’ye üsler vermesini kabul etmeyen Giritliler, Yunanistan aleyhine gösteriler yapmış, devlet dairelerini işgal ve tahrip etmiş, bir mahalli radyo istasyonu “Silahlarını alıp yollara çıkın..” şeklinde çağrılar yapmıştı. Bu harekette 30 bin kadar Giritli sokaklara dökülmüş, ada tam bir savaş alanına dönmüştü. Silahlar patlamış yüzlerce kişi yaralanmıştı. Durum polisin kontrolünden çıkınca Atina ve Selanik’ten Hazır Kuvvetler askeri uçaklarla Girit’e götürülmüştü. Yunan gazeteleri bu olayı manşetlerinde “Girit’te Ayaklanma” başlıklarıyla vermişlerdi.
Girit’in bağımsızlığı için Yunanistan’a karşı mücadele eden örgütler yayınladıkları,“Girit halkının Yunan işgaline karşı başlatacağı silahlı mücadeleyi destekleyin” şeklindeki bildirilerle dünya kamuoyundan destek istiyorlar.
“Cretan Liberation Committee-Girit Özgürlük Komitesi” geçen yıl yayınladığı bildirisini büyük ülkelerin Dışişleri Bakanlarına ve basına yolladı. Bu bildirinin metni şöyleydi:
“Bizler, dünyanın en eski ve soylu medeniyeti olan Girit Medeniyeti’nin varisleriyiz.
Girit halkına ikinci sınıf muamelesi eden yayılmacı Yunanistan’a karşı silahlı bir bağımsızlık savaşı açmaya karar vermiş bulunuyoruz.
Bugüne kadar demokratik ölçüler çerçevesi içinde sürdürdüğümüz mücadelede bize arka çıkan ve güç veren dostlarımızın başlatma hazırlığı yaptığımız mücadelede bize destek vermelerini rica ediyoruz.
YAŞASIN HÜR VE BAĞIMSIZ GİRİT DEVLETİ
KAHROLSUN YUNAN EMPERYALİZMİ
GİRİT ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KAZANINCAYA KADAR YUNANİSTANI KANA BOĞACAK…
“Girit Özgürlük Komitesi”
Bu bildiri ne yazık ki pek ciddiye alınmadı, ancak gene Girit adı etrafında kaydedilen bir dizi olay artık yabancı basının dikkatlerini toplamaya başladı. Bu olaylar, Girit ordu ve polis depolarından çalınan silahlar, adaya kaçak sokulan silah trafiğinin artması, Girit’teki Yunan resmi kuruluşlarına yönelik bombalama ve yangın eylemleri şeklinde gelişti.
Son günlerde bazı Giritlilerin, Arnavutlukta Ordu depolarından yağmalanan silahları satan kişilerle temas sağlayıp çok sayıda silah ve cephane satın aldıkları yolunda alınan bilgiler Yunan yönetimini ciddi bir şekilde huzursuz etmeye başladı.
Bu arada Atina’da yayınlanan “Elefterotipia” gazetesinde yer alan bir haber bu konuda alının bilgileri teyid ediyor. Haberde iki Giritli’nin özel aracında 40 adet “Kalaşnikof” tüfek, 17 adet süngü ve çok sayıda merminin ele geçirildiği belirtiliyordu. Yakalanan Giritliler, polise verdikleri ifadelerinde silahları bir Arnavut’tan Girit’te satmak amacıyla aldıklarını söylemişler.
Son zamanlarda Girit Adasına yönelik silah kaçakçılığında önemli bir artık gözleniyor. Örneğin birkaç yıl önce Girit açıklarında yakalanan Güney Kıbrıs-Girit-İspanya arasında sefer yapan “Cedar” adlı bir gemide, konserve kutuları içine yerleştirilmiş 220 kilo plastik patlayıcı bulundu. Gemi mürettebatından üç Lübnanlı’nın “Hizbullah” örgütünün militanları oldukları Interpol’den alınan bilgilerle tesbit edildi. Gemida yolcu olarak dört de Iraklı bulunuyordu. Bunlardan ikisi Yunan polisi tarafından serbest bırakıldıktan sonra döndükleri İspanya’da terörist olarak tutuklanmışlardı. Gene bu dönemde Girit’in Kandiye şehrindeki askeri depo soyulmuş, çelik kasalar içinde muhafaza edilen tüfeklerin büyük bir bölümü çalınmıştır. Silahları çalanlar depoların alarm sistemini etkisiz hale getirmiş, deponun şifreli çelik kapısını açmışlardı.
Girit Bağımsızlık hareketleriyle ilgili olarak Yunan İstihbarat Örgütü’nün (EIP) “Çok Gizli” bir raporunda, ayaklanmada bazı politikacıların, subay, öğrenci ve gazetecilerin faal olarak görev aldıkları da belirtiliyor.
Girit Bağımsızlık hareketinin henüz herhangi bir kanlı terör eylemine tesbit edilmedi. Ancak örgütün dış ülkelerde yaşayan üyeleri mücadeleleri için uluslararası alanda destek kazanmak için faaliyetlerini sürdürüyorlar. Girit’in bağımsızlık savaşını destekleyen ülkeler arasında İtalya, Japonya, İsrail, Brezilya ve Libya en ön sırayı alıyorlar. Bu ülkeler Girit’e sık sık temsilcilerini yollayarak hareket hakkında bilgi topluyorlar.
Girit’teki bağımsızlık hareketleriyle ilgili olarak dünya basınında yer alan haberler Yunanlıları çok sinirlendiriyor. Bu haberleri yalanlamalarına rağmen Yunan basınında da bu konuda sıkça çıkan haberler teyid edici bir anlam taşıyorlar.
Bir savaş durumunda çekilebileceği en son savunma hattı olması itibarıyle, Girit Adası’nın, Yunanistan için stratejik değeri çok büyüktür. Bu nedenle, Girit üzerindeki emellerinden hiç vazgeçmeyen Yunanistan ile, özgür yaşama mücadelesinden ödün vermeyecek olan Girit halkı arasındaki gerilim uzun yıllar devam edecek gibi gözüküyor.
<!--[if !vml]-->
<!--[endif]-->
“Girit Özgürlük Komitesi” tarafından dağıtılan bildirilerde yer alan resimde Yunanistan’a “Elini Girit’ten” çek mesajı veriliyor. Zincirini koparmış kolun üzerindeki yazıda Girit sözcüğü yer alıyor.
alıntı
Bu insanlar yüz yıl önce bir Yunan katliamından kurtulmak için Hıristiyanlığı kabul etmiş ve bugüne ulaşmışlardır. Yunanistan Girit adası üzerinde yaşayan Türk kökenli vatandaşlarının !.. içlerinde yanan bağımsızlık ateşinin sönmediğini bildiği için bu insanlara her zaman ikinci sınıf vatandaş muamelesi etmiştir. Girit’te Kıbrıs’ın Rum kesiminde olduğu gibi Venedik, Ceneviz, Arnavut vs kökenli insanlar da yaşar
2004’e gelindiğinde Girit benzeri kirli bir oyunun Kıbrıs Türkleri üzerinde oynandığını görüyoruz. Rauf Denktaş ve Türk aydınları her fırsatta, bu benzerliği hatırlatmaları, Kıbrıs Türk insanını etkileyince Yunan propagandası devreye girerek, CTP’nin yayın organı “Yeni Düzen” Gazetesinden, Türkiye’ye karşı düşmanlığı ve Rumlarla olan yakınlığı ile tanınan yazarı Sevgül Uludağ’ı Girit’e götürerek bir dizi yazı yazdırdı. “Ege’nin Mavisi, Girit’in Yeşili” başlıklı yazı Yunan hakimiyeti altında yaşayan Girit halkının mutlu olduğunu ve refah içinde yaşadığını anlatıyor, Yunan propagandası yapıyor.
Sevgül Uludağ birkaç ay önce gene Girit’e götürülmüş ve benzeri yazılar yazmıştı. “Girit Gerçeği” birilerinin canını yaktığı için biz de “Girit Dosyasını” burada açmaya karar verdik.
GİRİT DOSYASI
Girit Adası, Ege Denizi’nin güneyinde, Akdeniz’in çok stratejik bir mevkiinde üzerinde yaklaşık 500 bin kişinin yaşadığı 8.258 kilometre karelik bir adadır. Yunan işgali altında bulunan bu adanın insanları kendilerini hiçbir zaman Yunanlı olarak hissetmemiş,Yunanlılara karşı daima mesafeli durmuş, onlara adeta düşman gözüyle bakmışlardır. Yunanlı araştırmacılara göre Milattan binlerce yıl önce Anadolu’dan göç eden esmer kısa boylu Dolikosefal kafa teşekküllü insanlar, Giritlilerin kökenini oluşturuyorlar. Girit’e Kuzey Afrika’dan gelip yerleşen Arap kavimler de olmuştur. Girit Adası’nın Karadeniz’in, Ege Denizi kanalıyla Akdeniz’e bağlandığı bir noktada bulunması tarih boyunca yabancıların hakimiyetleri altında kalmasına sebep olmuştur. Adayı Araplar 135, Venedikliler 450, Türkler 250 yıl yönetmişlerdir. Halen yaklaşık 80 yıldan beri Yunanistan’ın hakimiyeti altında bulunan Girit Adasının insanlarına, Yunan yönetimleri her zaman diğer azınlıklara olduğu gibi ikinci sınıf insan muamelesi yapmışlardır.
Yunanistan’ın Girit’i bir oldu bitti ile Girit’i sınırları içine almasından 30 yıl sonra 1938’de Ada’da kurulan “Filiki Eteria” isimli bir örgüt Yunanistan’a karşı ilk kez başkaldırı hareketinin başlangıcını teşkil etmektedir.
II. Dünya savaşı yıllarında 12-14 Kasım 1944’de Almanya savaşı kaybettiği günlerde, Girit’te Almanlara karşı savaş veren çeteler bağımsızlık ilan etmeye hazırlanırlarken, İngiltere’nin askeri müdahelesi ile hareket bastırılmış, Ada gene Yunanistan’a teslim edilmişti.
1970’li yıllarda Yunan Siyasi Polisi’nin “Kızıl Papaz” adını taktığı Mihalis Damanakis, Girit’i köy köy dolaşarak halkı Özgürlük mücadelesine hazırlamaya başlamıştı. Papaz Damanakis bir gün birden bire ortadan kayboldu. Onu tanıyanlar, Damanakis’i Yunan İstihbarat Örgütü’nün (EIP) kaçırıp öldürdüğüne inanıyor.
1973’de Yunan Deniz Kuvvetleri’nin “Velos” muhribinin ülkeyi o dönemde yöneten Cunta yönetimine karşı isyan ettiği ve bir İtalyan limanına demir attığına dair haber dünya basınında yer almıştı. Muhribin komutanı Albay Pappas’ın isyanının asıl nedeni, Cunta Yönetimini yıkmak değil, Girit Adasında Bağımsızlık ilan etmekti.
Bir diğer olay, Yunanistan’ın “Enosis” amacıyla 1974’ün Temmuz ayında Kıbrıs’ta yaptığı askeri müdahele günlerinde de, Girit Adasında üslenmiş bulunan 5.Piyade Tümeni’nde patlak vermişti. Bağımsızlığın ilanı an meselesiyken bir papaz Girit halkına ihanette bulunarak hareketi Atina’ya ihbar etmişti. Sonuçta Tümenin Girit kökenli subaylarının bir bölümü emekli edilmiş, diğer bölümü de Trakya’da Türk sınırındaki askeri birliklere adeta sürgün edilmişlerdi. Tümen komutanı General Shinas, emekli edilenler arasında bulunuyordu.
Girit’te yayınlanan gazeteler zaman zaman bağımsızlık inancını ada halkına aşılamaya çalışırlar. 24 Ekim 1974 tarihli “Kirikas” gazetesinde yer alan bir makale, “Yunan işgali altında yaşayıp onurumuzu, kültürümüzü ve varlığımızı ezdirmektense yabancı bir ülkede sürünmeyi tercih ederiz..” diyen Giritlilerin hislerinin kağıda dökülmüş şeklidir.
Söz konusu makalede;
“Genç Giritliler denize açılıp talihlerini başka diyarlarda aramaya gitmeden önce Girit’i ve burada yaşayan insanların varlığını yok etmeyi hedef alan, örgütlenmiş bir düzenin varlığını öğrenmeleri gerekir. Biz Giritliler’in, Yunanlıların sömürge uşakları durumuna gelmemesi için, özellikle çok dikkatli olması gerekiyor. Madem ki Elefterios Venizelos, ileri medeniyete sahip Girit’in, eşkiya Yunanistanla “DEĞİŞİK İKİ DÜNYANIN İNSANLARINI BİRLEŞTİRME” hatasını 1910’da işledikten sonra, üstün karakterimizle, Yunanlıları tahrik etmememiz gerekiyor. Bu yazıyı kesip saklayın. Çünkü bir gün siz de kendinizi “Bask”lar, “Kroat”lar gibi hissedeceksiniz. Bu acıyı içinizde hissettiğiniz zaman, belki çok geç olacak. Ve siz Girit halkına karşı kıskançlık ve antipati dolu insanlar tarafından yönetilen akımlara kapılarak hayatınızı yitireceksiniz." Denilmektedir.
1976’da Girit’li dört Bağımsızlık Savaşçısı New-York’tan, Dallas’a giden bir uçağı kaçırmış, içindeki yolcuları üç gün rehin tutmuşlardı. Amerika’daki Yunan elçisi bu olayın önemini silmek için uçağı kaçıranların Giritli özgürlükçü değil, polisin aradığı ruh hastası Yunanlılar olduklarını iddia ederek kendilerine teslim edilmelerini istemişti. Giritli hava korsanlarını muayene eden Dallas Hastanesi Ruh Sağlığı Bölümünün şefi Prof. Hubert, hazırladığı raporda onlar için “son derece normal, nazik ve ne istediklerini bilen insanlar” teşhisinde bulunmuştu. Kaçırılan uçakta bulunan yolcular da, polise verdikleri ifadelerinde, “Bu insanlar hür yaşama mücadelesi veriyorlar. Bize karşı son derece nazik davrandılar, onlardan şikayetçi değiliz, af edilmelerini istiyoruz.” demişlerdi.
Girit Bağımsızlık hareketine karşı kullanılan kurumlardan biri de Yunan kilisesidir. 1980’li yıllarda Girit Metropoliti İrineos, kendisine bağlı Giritli olmayan 29 papazı otonomi hakkında bilgi toplamaları ve aleyhine vaazlar vermeleri için adaya dağıtmıştı. Bunların topladıkları bilgileri İrineos Yunan Siyasi polisine aktarıyordu. Bu yüzden yüzlerce Giritli tutuklanmış, işkence görmüştü.
Tüm bunlara rağmen, Atina ve Girit sokaklarında, “Yunanlılar sizi Girit’te istemiyoruz” şeklinde duvar yazılarına rastlanmakta, Libya, Suriye, Yemen ve Lübnan’daki terör kamplarında Giritli gençlerin terörist olarak eğitildiklerine dair duyumlar alınmaktaydı.
Girit insanı, yıllardan beri, Atina’nın onların adına aldığı her karara direniyor, sokaklara dökülüp gösteriler yapıyor. Bu gösteriler bazı zamanlar kanlı olaylarla son buluyor. 1989’da Yunanistan’ın onlara danışmadan topraklarında ABD’ye üsler vermesini kabul etmeyen Giritliler, Yunanistan aleyhine gösteriler yapmış, devlet dairelerini işgal ve tahrip etmiş, bir mahalli radyo istasyonu “Silahlarını alıp yollara çıkın..” şeklinde çağrılar yapmıştı. Bu harekette 30 bin kadar Giritli sokaklara dökülmüş, ada tam bir savaş alanına dönmüştü. Silahlar patlamış yüzlerce kişi yaralanmıştı. Durum polisin kontrolünden çıkınca Atina ve Selanik’ten Hazır Kuvvetler askeri uçaklarla Girit’e götürülmüştü. Yunan gazeteleri bu olayı manşetlerinde “Girit’te Ayaklanma” başlıklarıyla vermişlerdi.
Girit’in bağımsızlığı için Yunanistan’a karşı mücadele eden örgütler yayınladıkları,“Girit halkının Yunan işgaline karşı başlatacağı silahlı mücadeleyi destekleyin” şeklindeki bildirilerle dünya kamuoyundan destek istiyorlar.
“Cretan Liberation Committee-Girit Özgürlük Komitesi” geçen yıl yayınladığı bildirisini büyük ülkelerin Dışişleri Bakanlarına ve basına yolladı. Bu bildirinin metni şöyleydi:
“Bizler, dünyanın en eski ve soylu medeniyeti olan Girit Medeniyeti’nin varisleriyiz.
Girit halkına ikinci sınıf muamelesi eden yayılmacı Yunanistan’a karşı silahlı bir bağımsızlık savaşı açmaya karar vermiş bulunuyoruz.
Bugüne kadar demokratik ölçüler çerçevesi içinde sürdürdüğümüz mücadelede bize arka çıkan ve güç veren dostlarımızın başlatma hazırlığı yaptığımız mücadelede bize destek vermelerini rica ediyoruz.
YAŞASIN HÜR VE BAĞIMSIZ GİRİT DEVLETİ
KAHROLSUN YUNAN EMPERYALİZMİ
GİRİT ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KAZANINCAYA KADAR YUNANİSTANI KANA BOĞACAK…
“Girit Özgürlük Komitesi”
Bu bildiri ne yazık ki pek ciddiye alınmadı, ancak gene Girit adı etrafında kaydedilen bir dizi olay artık yabancı basının dikkatlerini toplamaya başladı. Bu olaylar, Girit ordu ve polis depolarından çalınan silahlar, adaya kaçak sokulan silah trafiğinin artması, Girit’teki Yunan resmi kuruluşlarına yönelik bombalama ve yangın eylemleri şeklinde gelişti.
Son günlerde bazı Giritlilerin, Arnavutlukta Ordu depolarından yağmalanan silahları satan kişilerle temas sağlayıp çok sayıda silah ve cephane satın aldıkları yolunda alınan bilgiler Yunan yönetimini ciddi bir şekilde huzursuz etmeye başladı.
Bu arada Atina’da yayınlanan “Elefterotipia” gazetesinde yer alan bir haber bu konuda alının bilgileri teyid ediyor. Haberde iki Giritli’nin özel aracında 40 adet “Kalaşnikof” tüfek, 17 adet süngü ve çok sayıda merminin ele geçirildiği belirtiliyordu. Yakalanan Giritliler, polise verdikleri ifadelerinde silahları bir Arnavut’tan Girit’te satmak amacıyla aldıklarını söylemişler.
Son zamanlarda Girit Adasına yönelik silah kaçakçılığında önemli bir artık gözleniyor. Örneğin birkaç yıl önce Girit açıklarında yakalanan Güney Kıbrıs-Girit-İspanya arasında sefer yapan “Cedar” adlı bir gemide, konserve kutuları içine yerleştirilmiş 220 kilo plastik patlayıcı bulundu. Gemi mürettebatından üç Lübnanlı’nın “Hizbullah” örgütünün militanları oldukları Interpol’den alınan bilgilerle tesbit edildi. Gemida yolcu olarak dört de Iraklı bulunuyordu. Bunlardan ikisi Yunan polisi tarafından serbest bırakıldıktan sonra döndükleri İspanya’da terörist olarak tutuklanmışlardı. Gene bu dönemde Girit’in Kandiye şehrindeki askeri depo soyulmuş, çelik kasalar içinde muhafaza edilen tüfeklerin büyük bir bölümü çalınmıştır. Silahları çalanlar depoların alarm sistemini etkisiz hale getirmiş, deponun şifreli çelik kapısını açmışlardı.
Girit Bağımsızlık hareketleriyle ilgili olarak Yunan İstihbarat Örgütü’nün (EIP) “Çok Gizli” bir raporunda, ayaklanmada bazı politikacıların, subay, öğrenci ve gazetecilerin faal olarak görev aldıkları da belirtiliyor.
Girit Bağımsızlık hareketinin henüz herhangi bir kanlı terör eylemine tesbit edilmedi. Ancak örgütün dış ülkelerde yaşayan üyeleri mücadeleleri için uluslararası alanda destek kazanmak için faaliyetlerini sürdürüyorlar. Girit’in bağımsızlık savaşını destekleyen ülkeler arasında İtalya, Japonya, İsrail, Brezilya ve Libya en ön sırayı alıyorlar. Bu ülkeler Girit’e sık sık temsilcilerini yollayarak hareket hakkında bilgi topluyorlar.
Girit’teki bağımsızlık hareketleriyle ilgili olarak dünya basınında yer alan haberler Yunanlıları çok sinirlendiriyor. Bu haberleri yalanlamalarına rağmen Yunan basınında da bu konuda sıkça çıkan haberler teyid edici bir anlam taşıyorlar.
Bir savaş durumunda çekilebileceği en son savunma hattı olması itibarıyle, Girit Adası’nın, Yunanistan için stratejik değeri çok büyüktür. Bu nedenle, Girit üzerindeki emellerinden hiç vazgeçmeyen Yunanistan ile, özgür yaşama mücadelesinden ödün vermeyecek olan Girit halkı arasındaki gerilim uzun yıllar devam edecek gibi gözüküyor.
<!--[if !vml]-->
<!--[endif]-->
“Girit Özgürlük Komitesi” tarafından dağıtılan bildirilerde yer alan resimde Yunanistan’a “Elini Girit’ten” çek mesajı veriliyor. Zincirini koparmış kolun üzerindeki yazıda Girit sözcüğü yer alıyor.
alıntı
GİRİT HİÇBİR YERE BENZEMEZ...
Girit hiçbir yere benzemez…
Pek değerli dostlar;
Charles Perry adlı zatı yakından izlerim, gerçekten de memleketimizin iyi dostudur. Ama bir insanın memleket dostu olması gerçekleri saptırdığında, ya da kendisine yanlış verilmiş bilgiyi aynen aktardığında ona hoşgörü ile yaklaşmamızı gerektirir mi?
Benim asıl derdim, Girit meselesine gelince;
Girit hiçbir yere benzemez... Girit kökenli bir ailenin ferdi olarak aktarayım: Antik çağdan Venediklilere, Osmanlılara ve bugünkü Rumlara kadar uzanan süreçte yemek birikimlerinin birbirine karışması kaçınılmazdı. Köklerini, Minoenlere kadar uzandıranlarla tanıştım Sitia kentinde. Girit'te hala adanın Yunanistan'dan ayrılması için kurulmuş legal bir parti yaşamını sürdürüyor. İllegal ayrılıkçıkların II. Dünya Savaşı'nda Almanlara karşı verilen mücadeleden beri varlıklarını sürdürdüğüne inanılır. Ayrıca dikkatli bir göz bugünkü Heraklionluların kıta Yunanistan’ında yaşayanlardan da, bizim komşu Ege adalarındakilerden de hayli farklı davranış biçimlerine, farklı yemek biçimlerine sahip olduğunu hemen görebilir. Hanya biraz daha Venediklidir, Resmo biraz daha Türktür, ama Ag. Nikolas ve Sitia kentleri Yunanlıdır...
Öte yandan- kıyasıya özetle-;
Osmanlı'nın Girit'e gönderdiği aileler -genellikle- klasik Sünniler değildi. Hanya'da Bektaşi, Resmo'da Mevlevi, Kandiye'de (Şimdilerde Heraklion) ise Mevlevi ve Bektaşiler vardı. (Kandiye'deki Mevlevi Dergahı bugün Neaalasata- Yeni Alaçatı derneği olarak kullanılıyor) Yani Osmanlıda "kendi karakoyunlarını" göndermişti Girit'e... Onlar da yemek kültürlerini taşıdı adaya... Ama aralarında Türk kadını pek azdı, erkek gruplar gitti (erkekler ne kadar yemek kültürü taşıyabildilerse...) Girit'e ve oradaki Venedikli Katolikler ile Ortodoks Rum kadınlarla hayatlarını birleştirdiler. Çocuklar ise "ana" dillerini konuşan Müslümanlardı... O zamana kadar tere-sadeyağı, susam yağı kullanan Türkler aniden yoğun olarak zeytinyağı kullanmaya başladılar... Özellikle Karaman tarafından gelenler zeytin ağacını ilk kez Girit'te görmüşlerdi...
Bugün de 1923'te gelmiş Anadolu kökenli Ortodokslarla, yerli Ortodokslar birbirinden farklı kültürleri temsil ederler... Bu yemeklerine de yansır... Örneğin geçen yıl ilk kez gittiğim Nea Halikarnassa'da (Bodrum kökenli Rumların kurduğu köy) Mazı'daki, Gümüşlük'teki gibi zerdeçal ile pişiriyorlardı yemeklerini... Hanya'da bizim Ayvalık'taki, Cunda'daki ot yemeklerini aynen görürsünüz, Heraklion'da asla aramayın bulamazsınız...
Bu konu çok uzun bir tartışmaya yol açabilir. Ama sonuçta Anadolu'daki gibi Girit'te de bütün kültürler birbirine karışırken nadir örneklerde de olsa bazı tatlar bölgesel olarak korunabilmiştir. Kuzey İtalya'dan, Anadolu'nun göbeğine uzanan geniş bir coğrafyanın tüm izlerini görebilmek mümkündür Girit'te... Zaten öncelikli belirleyici de coğrafya değil midir?
Sağlıklı, lezzetli, mutlu yıllar dileklerimle...
Nedim Atilla
Pek değerli dostlar;
Charles Perry adlı zatı yakından izlerim, gerçekten de memleketimizin iyi dostudur. Ama bir insanın memleket dostu olması gerçekleri saptırdığında, ya da kendisine yanlış verilmiş bilgiyi aynen aktardığında ona hoşgörü ile yaklaşmamızı gerektirir mi?
Benim asıl derdim, Girit meselesine gelince;
Girit hiçbir yere benzemez... Girit kökenli bir ailenin ferdi olarak aktarayım: Antik çağdan Venediklilere, Osmanlılara ve bugünkü Rumlara kadar uzanan süreçte yemek birikimlerinin birbirine karışması kaçınılmazdı. Köklerini, Minoenlere kadar uzandıranlarla tanıştım Sitia kentinde. Girit'te hala adanın Yunanistan'dan ayrılması için kurulmuş legal bir parti yaşamını sürdürüyor. İllegal ayrılıkçıkların II. Dünya Savaşı'nda Almanlara karşı verilen mücadeleden beri varlıklarını sürdürdüğüne inanılır. Ayrıca dikkatli bir göz bugünkü Heraklionluların kıta Yunanistan’ında yaşayanlardan da, bizim komşu Ege adalarındakilerden de hayli farklı davranış biçimlerine, farklı yemek biçimlerine sahip olduğunu hemen görebilir. Hanya biraz daha Venediklidir, Resmo biraz daha Türktür, ama Ag. Nikolas ve Sitia kentleri Yunanlıdır...
Öte yandan- kıyasıya özetle-;
Osmanlı'nın Girit'e gönderdiği aileler -genellikle- klasik Sünniler değildi. Hanya'da Bektaşi, Resmo'da Mevlevi, Kandiye'de (Şimdilerde Heraklion) ise Mevlevi ve Bektaşiler vardı. (Kandiye'deki Mevlevi Dergahı bugün Neaalasata- Yeni Alaçatı derneği olarak kullanılıyor) Yani Osmanlıda "kendi karakoyunlarını" göndermişti Girit'e... Onlar da yemek kültürlerini taşıdı adaya... Ama aralarında Türk kadını pek azdı, erkek gruplar gitti (erkekler ne kadar yemek kültürü taşıyabildilerse...) Girit'e ve oradaki Venedikli Katolikler ile Ortodoks Rum kadınlarla hayatlarını birleştirdiler. Çocuklar ise "ana" dillerini konuşan Müslümanlardı... O zamana kadar tere-sadeyağı, susam yağı kullanan Türkler aniden yoğun olarak zeytinyağı kullanmaya başladılar... Özellikle Karaman tarafından gelenler zeytin ağacını ilk kez Girit'te görmüşlerdi...
Bugün de 1923'te gelmiş Anadolu kökenli Ortodokslarla, yerli Ortodokslar birbirinden farklı kültürleri temsil ederler... Bu yemeklerine de yansır... Örneğin geçen yıl ilk kez gittiğim Nea Halikarnassa'da (Bodrum kökenli Rumların kurduğu köy) Mazı'daki, Gümüşlük'teki gibi zerdeçal ile pişiriyorlardı yemeklerini... Hanya'da bizim Ayvalık'taki, Cunda'daki ot yemeklerini aynen görürsünüz, Heraklion'da asla aramayın bulamazsınız...
Bu konu çok uzun bir tartışmaya yol açabilir. Ama sonuçta Anadolu'daki gibi Girit'te de bütün kültürler birbirine karışırken nadir örneklerde de olsa bazı tatlar bölgesel olarak korunabilmiştir. Kuzey İtalya'dan, Anadolu'nun göbeğine uzanan geniş bir coğrafyanın tüm izlerini görebilmek mümkündür Girit'te... Zaten öncelikli belirleyici de coğrafya değil midir?
Sağlıklı, lezzetli, mutlu yıllar dileklerimle...
Nedim Atilla
GİRİT USULÜ ÇULLAMA...
Girit Usulü Çullama
Hamur İçin Malzemeler:
- yarım kilo un
- 2 çorba kaşığı zeytinyağı
- yarım su bardağı eritilmiş tereyağı
- 1,5 su bardağı su
- tuz
İçi İçin Malzemeler:
- yarım kg haşlanmış tavuk eti
- 2-3 parça tavuk veya hindi ciğeri
- 15 gr tereyağı
- 1 su bardağı tavuk suyu
- yarım su bardağı su
- 1,5 su bardağı pirinç
- 1 su bardağı küçük, çekirdeksiz kuru üzüm
- 1 su bardağı badem
- yarım tatlı kaşığı ezilmiş karanfil
- 1 tatlı kaşığı karabiber
- 1 tatlı kaşığı tarçın
- 1 tatlı kaşığı kimyon
- yarım tatlı kaşığı muskat
- yarım su bardağı toz şeker
- 1 tatlı kaşığı tarçın
- 1 çorba kaşığı tuz
Hazırlanışı:
Tavuk etini ve ciğerleri küp küp doğrayın. Bir tavada tereyağını kızdırıp, ciğerleri kavurun. Tavuk suyu, su, pirinç, tuz ile karabiberi ekleyin ve 15 dakika pişirin. Tavuk eti, kuru üzüm, badem, karanfil, kimyon ve muskatı da ilave ederek karıştırın. Un, zeytinyağı, su ve tuzu bir kapta karıştırarak yoğurun. Hamurun ikisi eşit büyüklükte üçüncüsü ise biraz küçük olacak şekilde bezelere ayırın. Büyük bezeleri kalın küçük olanı ise ince açın. Yağlanmış tepsiye kalın yufkalardan birini yerleştirerek harcın yarısını ekleyip, üzerine yarım kaşık tarçın ve yarım su bardağı şekeri serpin. İnce yufkayı üzerine yerleştirip, tereyağı sürün ve kalan harcı yayın. Son yufkayı da yaydıktan sonra yeniden tereyağı sürüp, 1-2 kaşık tavuk suyu gezdirin ve tarçın ile şeker serpin. Önceden ısıtılmış fırında 180 derecede pişirin. Sıcak olarak servis yapın.
alıntı
Hamur İçin Malzemeler:
- yarım kilo un
- 2 çorba kaşığı zeytinyağı
- yarım su bardağı eritilmiş tereyağı
- 1,5 su bardağı su
- tuz
İçi İçin Malzemeler:
- yarım kg haşlanmış tavuk eti
- 2-3 parça tavuk veya hindi ciğeri
- 15 gr tereyağı
- 1 su bardağı tavuk suyu
- yarım su bardağı su
- 1,5 su bardağı pirinç
- 1 su bardağı küçük, çekirdeksiz kuru üzüm
- 1 su bardağı badem
- yarım tatlı kaşığı ezilmiş karanfil
- 1 tatlı kaşığı karabiber
- 1 tatlı kaşığı tarçın
- 1 tatlı kaşığı kimyon
- yarım tatlı kaşığı muskat
- yarım su bardağı toz şeker
- 1 tatlı kaşığı tarçın
- 1 çorba kaşığı tuz
Hazırlanışı:
Tavuk etini ve ciğerleri küp küp doğrayın. Bir tavada tereyağını kızdırıp, ciğerleri kavurun. Tavuk suyu, su, pirinç, tuz ile karabiberi ekleyin ve 15 dakika pişirin. Tavuk eti, kuru üzüm, badem, karanfil, kimyon ve muskatı da ilave ederek karıştırın. Un, zeytinyağı, su ve tuzu bir kapta karıştırarak yoğurun. Hamurun ikisi eşit büyüklükte üçüncüsü ise biraz küçük olacak şekilde bezelere ayırın. Büyük bezeleri kalın küçük olanı ise ince açın. Yağlanmış tepsiye kalın yufkalardan birini yerleştirerek harcın yarısını ekleyip, üzerine yarım kaşık tarçın ve yarım su bardağı şekeri serpin. İnce yufkayı üzerine yerleştirip, tereyağı sürün ve kalan harcı yayın. Son yufkayı da yaydıktan sonra yeniden tereyağı sürüp, 1-2 kaşık tavuk suyu gezdirin ve tarçın ile şeker serpin. Önceden ısıtılmış fırında 180 derecede pişirin. Sıcak olarak servis yapın.
alıntı
GİRİT gezisinde yenilen GİRİT yemekleri...
Hanya’yı Konya’yı görmek diye bir laf vardır. Daha Konya’yı göremedik ama Hanya’yı gördük. Gerçi bu benim kendi ayıbım ama deniz çocuğu olduğumuzdan kara iklimi (kırmızı et) pek sarmıyor. Hanya Osmanlı döneminde adanın yönetim merkezi olmuş, o yüzden tarihi bir dokusu vardı, ayrıca Heraklion’a göre çok daha şirin ve turistikti.
Sabahtan güzel bir kahvaltı yapıp liman civarında dolandık. Denizin hemen dibideki Hasan Paşa Cami’de bayram dolayısıyla gelen Türklerle bayramlaştık. Mendireğin ucuna kadar yürüyüp deniz fenerinden uçsuz bucaksız ege denizine baktık.
Öğlene doğru internetten yaptığım araştırmayla bulduğum Girit’in içerlerinde gizli saklı bir cennet olan Milia’ya gittik. Hanya’ya 50 km uzaklıkyaki Vlatos’ta bulunuyor. Kolay kolay yoldan geçerken görülüp girilecek bir yer değil. Ormanın içerisinde gizlenmiş bir ekoturizm merkezi burası. Zaten web sayfalarında da görüldüğü gibi sloganları “Sessizlik, doğal kaynak suyu, temiz hava ve organik gıda”.
Milia’da denizden 500 metre yüksekte olduğumuz için hava oldukça serindi. Ormanda kısa bir yürüyüş yaparak, hem ciğerlerimizi tertemiz oksijen ile doldurduk hem de acıkmaya çalıştık. Çalıştık diyorum çünkü mutlaka acıkmalıydık ve bu çiftlikte yaşayan insanların dandik bir yemek yapma şansı olmadığına adım gibi emindim.
Restaurant’a oturduğumuzda Jorgos menü ile birlikte “Rakı”ları getirdi. “Hoppala bu da nedir” acaba derken buz gibi soğutulmuş rakıları (Tsikoudia’da deniliyor) bir dikişte mideye indirdik. Jorgos’ta bizimle birlikte bir tane kafaya dikti ve yunanca “İlaç bu ilaaaç” gibisinden bir şeyler söyledi. Dediğine göre göre, Yunan’lılar ouzo içermiş, Girit’liler ise Tsikoudia içerlermiş. Bizim rakıya tadi hiç benzemese de anason dışında içeriği ve üretim prosedürü aynıymış.
Milia’da yediğimiz yemekten sonra damağımızda unutulmaz bir tad kaldı. Hesabı ödeyip, teşekkür ederek ayrılırken, Jorgos peşimizden koşa koşa gelip bize kendi yaptığı Tsikoudia’dan yolluk olarak bir şişe verdi.
Doğa ile başbaşa kalmak, adanın yerel yemeklerini organik sebzeler ile yemek, hayatında hiç yem yememiş kuzuların tadına bakmak isterseniz Girit’teki adresiniz Milia olmadı. Yemek için yaklaşık 20-25€ ödediğimiz Milia’da isterseniz konaklama şansınız da mevcut.
Yemekten sonra adanın güneybatısındaki Elafonissi’ye gittik. Şehri hiç dolaşmadan, kendimizi bembeyaz kumların olduğu plaja attık. Eylül ayının son günlerinde Akdeniz’in keyfini çıkarttık. Karnımız pekte aç olmadığı için deniz kenarında kalamar&bira olayına bile giremedik.
Akşam Hanya’ya döndüğümüzde Kondilaki sokağında dolaşıp dükkanlara bakındık. Bodrum barlar sokağı gibi bir yer, fakat esnaf kesinlikle insanların üzerine atlamıyor. Çok fazla müzik sesi yok, huzurlu ve sakin bir yer.
Akşam yemeğimizi Hanya’nın en eski ve meşhur lokantalarından birinde Tamam Taverna’da yemek üzere maalesef rezervasyon saatimizden 10 dakika sonra gittik. Garson çocuk hiç umursamadan “Lokantamızda yemek yemek bir çok insan var, o yüzden zamanında gelmediğiniz için masanızı başkasına verdik” dedi. Şimdi orada hır gür çıkartmanın hiç alemi yok, hata bizde. Ama Türkiye’de olsa, aman efendim hemen ayarlarız diyip bir yerlere oturturdu orası ayrı. Neyse 15 dakikalık bir beklemeden sonra kenar köşe bir yerde masa gösterdiler.
Tıklım tıklım dolu olan Tamam Taverna’ya bu kadar toleranslı davranmamızın bir sebebi vardı, oda elbetteki muhteşem yemekleri,özelliklede deniz ürünleri.
Meğer ahtapotun 8 bacağı kesilip, hiç su koymadan kendi suyu ile 30-40 dakika kısık ateşte pişermiş. Daha sonra toprak güveçte zeytinyağında ince kıyılmış soğan ve sarımsak öldürülürmüş. Sonra 2 domates rendelenip, kırmızı şarapla birlikte kaynatılırmış. Sos kaynadıktan sonra ahtapot bacakları ve 2-3 defne yaprağı atılırmış. İster fırında istersen kısık ateşte 1 saat daha pişirdikten sonra sos koyulaşıp ahtapotun içine işlemeye başlıyor, önce burnunuz, sonra gözünüzü, son olarakta dilinizi damağınızı mutlu ediyor.
Tamam Taverna yolu Hanya’ya düşenler için gidilesi bir yer. Fakat mutlaka rezervasyon yapın, rezervasyon saatinize de sadık kalın, bizim gibi kapıda kalmayın! Fiyatlar normal, kişi başı 15-20 €.
30/09/2008 Hora Sfakia
Löplöp SİTESİNDEN ALINTIDIR...
Sabahtan güzel bir kahvaltı yapıp liman civarında dolandık. Denizin hemen dibideki Hasan Paşa Cami’de bayram dolayısıyla gelen Türklerle bayramlaştık. Mendireğin ucuna kadar yürüyüp deniz fenerinden uçsuz bucaksız ege denizine baktık.
Öğlene doğru internetten yaptığım araştırmayla bulduğum Girit’in içerlerinde gizli saklı bir cennet olan Milia’ya gittik. Hanya’ya 50 km uzaklıkyaki Vlatos’ta bulunuyor. Kolay kolay yoldan geçerken görülüp girilecek bir yer değil. Ormanın içerisinde gizlenmiş bir ekoturizm merkezi burası. Zaten web sayfalarında da görüldüğü gibi sloganları “Sessizlik, doğal kaynak suyu, temiz hava ve organik gıda”.
Milia’da denizden 500 metre yüksekte olduğumuz için hava oldukça serindi. Ormanda kısa bir yürüyüş yaparak, hem ciğerlerimizi tertemiz oksijen ile doldurduk hem de acıkmaya çalıştık. Çalıştık diyorum çünkü mutlaka acıkmalıydık ve bu çiftlikte yaşayan insanların dandik bir yemek yapma şansı olmadığına adım gibi emindim.
Restaurant’a oturduğumuzda Jorgos menü ile birlikte “Rakı”ları getirdi. “Hoppala bu da nedir” acaba derken buz gibi soğutulmuş rakıları (Tsikoudia’da deniliyor) bir dikişte mideye indirdik. Jorgos’ta bizimle birlikte bir tane kafaya dikti ve yunanca “İlaç bu ilaaaç” gibisinden bir şeyler söyledi. Dediğine göre göre, Yunan’lılar ouzo içermiş, Girit’liler ise Tsikoudia içerlermiş. Bizim rakıya tadi hiç benzemese de anason dışında içeriği ve üretim prosedürü aynıymış.
Girit rakısı bize biraz sert geldiği için kırmızı şarap istedik. Buz gibi koca bir sürahi su ile birlikte siparişlerimizde gelmeye başladı. Ekşi mayadan kendi yaptıkları ekmek, salata, peynir ve dakos ile şölene başladık.
İlk masamıza gelen peynir tabağında 3 çeşit peynir bulunuyordu. Mizitra bizim lor peynirine benziyor. Hatta onlarda da hem tuzlu hem de tatlı mizitra olarak ikiye ayrılıyormuş. Feta ise Yunan’lılaın medai iftiharı beyaz peynir. Fakat Feta koyun sütünde yapılırmış, bazı yerlerde de az bir oranda keçi sütü eklenirmiş. Graviera sanırım bizim kars gravyeri gibi bir diyeceğim ama bu yediğimiz bizim İzmir tulumuna daha çok benziyordu. Peynirlerin üzerine sızma zeytinyağı ve kekik konmuştu. Sanırım o gün bugündür ben de rakı masasına peynir istediğimde evde olsun, restoranda olsun hem zeytinyağını ve kekiği eklemeden yemez oldum.
Avrupa’daki bir çok restaurantta bulabileceğiniz Greek salat aslında bizim çoban salatanın üzerine peynir konulmuş hali. Nedense biz ayakta uyurken, Yunanlılar bu basit salatanın bile ismini almış, tescil ettirmiş. Ama buradaki salataya haksızlık etmemek lazım. bahçeden belkide bugün toplanmış domates, soğan, zeytin, semizotu ve mizitra peyniri ile hazırlanan salatanın üzerinde bir tutam kekik, kapari ve bol miktarda da zeytinyağı vardı. Salata ile şarap içer mi insan? İçer. Ekşi maya ile hazırlana o sıcacık ekmeklerden sadece salata ile üçer dörder yermi insan? Yer!
Hafiften iştahlar açıldıktan sonra ziyafete Dakos ile devam ediyoruz. Dakos kesinlikle bir Girit klasiği. O kadar Selanik’e gittik, Rodos’u, Sisam’ı, Kos’u, Simi’yi gezdik, ama hiç bir yerde bir daha göremedik. Arpa unundan yapılmış kıtır Girit peksimeti biraz suyla ıslatarak hafiften yumuşatılıyor. Olgun kıpkırmızı bir yaz domatesi ince ince kıyılıyor, bir güzel deniz tuzu ile lezzetlendiriliyor. Domateslerin üzerine de mizitra (lor peyniri) konduktan sonra sızma zeytin yağı ve kekik ekleniyor. Aslında malzemelerde, hazırlaması da çok basit ama malesef bizde pek bilinen bir şey değil. Lezzeti ise tam bir bomba! Hiç çiğ dometes yemeyen biri olarak ben bile bir lokma yedim.
Etlerimizi beklerken ara sıcak olarak peynirli mini çiğ börekler geldi. Çıtır çıtır incecik hamurun içerisinde mizitra peyniri ve soğan vardı. Hamuru bile oldukça lezzetliydi, sanırım sadece un ile değil, mısır nişastası da kullanılmıştı. Esas ilginç ve güzel olan çiğ börekler kızartıldıktan sonra üzerlerine sulandırılmış bal ile hazırlanan bir şerbet gezdirilmişti. Hem sıcak hem de tatlı olmasından dolayı gerçek bir iştah açıcıydı. Çatallar hazırdı, eh bize de çatal atmak düştü.
Gelelim ana yemeklerimize. “Fırında kuzu” ve “fırında keçi” var, hangisini tercih edersiniz sorusuna, 5 kişi olmanın verdiği avantajla “her ikisinide” diye cevapladık. İlk önce fırında kuzu geldi, odun ateşi yanan kuzinede pişirilmişti. Bizim tandır gibi uzuuun uzun fırında pişmiş, etin yağı şıpır şıpır damlamış ve etler lokum formatına geçmişti. Etin yağında pişen patates ise en az etler kadar lezzetlenmişti. İçerisinde sadece tuz ve kekik konarak hazırlanan etler kendi besledikleri kuzulardan yapılıyormuş.
Fırında keçide pek farklı değildi. Eti biraz daha gevrekti yanında da fırında pişen patates yerine, kızartılmış patates şeklindeydi. Ama derin dondurucudan dandik hazır patateslerden değil! Kendi yetiştirdikleri patatesleri, kendileri kalın kalın kesmişlerdi ve zeytinyağında kızartmışlardı.
Milia’da yediğimiz yemekten sonra damağımızda unutulmaz bir tad kaldı. Hesabı ödeyip, teşekkür ederek ayrılırken, Jorgos peşimizden koşa koşa gelip bize kendi yaptığı Tsikoudia’dan yolluk olarak bir şişe verdi.
Doğa ile başbaşa kalmak, adanın yerel yemeklerini organik sebzeler ile yemek, hayatında hiç yem yememiş kuzuların tadına bakmak isterseniz Girit’teki adresiniz Milia olmadı. Yemek için yaklaşık 20-25€ ödediğimiz Milia’da isterseniz konaklama şansınız da mevcut.
Yemekten sonra adanın güneybatısındaki Elafonissi’ye gittik. Şehri hiç dolaşmadan, kendimizi bembeyaz kumların olduğu plaja attık. Eylül ayının son günlerinde Akdeniz’in keyfini çıkarttık. Karnımız pekte aç olmadığı için deniz kenarında kalamar&bira olayına bile giremedik.
Akşam Hanya’ya döndüğümüzde Kondilaki sokağında dolaşıp dükkanlara bakındık. Bodrum barlar sokağı gibi bir yer, fakat esnaf kesinlikle insanların üzerine atlamıyor. Çok fazla müzik sesi yok, huzurlu ve sakin bir yer.
Akşam yemeğimizi Hanya’nın en eski ve meşhur lokantalarından birinde Tamam Taverna’da yemek üzere maalesef rezervasyon saatimizden 10 dakika sonra gittik. Garson çocuk hiç umursamadan “Lokantamızda yemek yemek bir çok insan var, o yüzden zamanında gelmediğiniz için masanızı başkasına verdik” dedi. Şimdi orada hır gür çıkartmanın hiç alemi yok, hata bizde. Ama Türkiye’de olsa, aman efendim hemen ayarlarız diyip bir yerlere oturturdu orası ayrı. Neyse 15 dakikalık bir beklemeden sonra kenar köşe bir yerde masa gösterdiler.
Tıklım tıklım dolu olan Tamam Taverna’ya bu kadar toleranslı davranmamızın bir sebebi vardı, oda elbetteki muhteşem yemekleri,özelliklede deniz ürünleri.
İlk masaya gelen kalamar dolasının Avli’de yediğimiz kalamar dolması ile hiç alakası yoktu. Ustam kocaman kalamarın içini doldurmuş sonrada sanki tencerede dolma pişirir gibi pişirmişti. Üzerindeki salçalı domatesli suyu ile pek bir vasattı.
Ege mutfağının vazgeçilmesi olan otlara Yunanlı kardeşlerimiz Horta diyorlar. Özellikle Ayvalık civarındaki bazı balıkçılarda bulabileceğiniz cibes, radika, turpotu, hindiba, ebegümeci, gelincik gibi otlar son derece şifalı, bir o kadarla lezzetlidir. Kimisi kaynar suda 1 dakika haşlar, kimisi de kaynayan suyun buharında pişirir. Soğuduktan sonra öyle sosa mosa gerek yok, tuzlayıp üzerine saf sızma zeytinyağı ve limon konur o kadar. Otları çok pişirmemek gerekir, yoksa hem rengi hem tadı kaçar. Burada yediğimiz Horta’da tam olması gerek kıvamdaydı. Otlar sanki yeni toplanmış gibi kıtır kıtırdı.
Midya Saganaki’nin bizdeki karşılığı “Sahanda midye” oluyor. Menemen hazırlar gibi zeytinyağında öldürülen domates ve biberin üzerine iç midyeler ekleniyor. Biraz hardal ile lezzetlendirildikten sonra servis tabağına alınıp üzerine beyaz peynir maydanoz ve kırmızı toz biber konuyor. Daha önce hiç midyeyi bu şekilde görmediğimiz için bayağı ilginç gelmişti. Sanki hardal olmasa daha güzel olurdu. Yemek lezzetli ama hardalın yoğun tadı midyenin lezzetini almamıza izin vermiyordu.
İşte Özenç’in beklediği an ve jumbo karidesler masaya geldi. 7 adet jumbonunda babası olan karidesler zeytinyağına batırılıp mangalda bir güzel ızgara edilmişti. Çatalın boyutları ile karşılaştırırsanız, bu yemeğin toplam kaç gram olduğunu kabaca tahmin edebilirsiniz. Ben İstanbul’dan Hatay’a kadar tüm kıyıyı gezdim, bir porsiyonda bu kadar fazla karides vereni hiç görmedim.
Benim iştahla beklediğim yemek ise “Kırmızı şarap soslu ahtapot” nihayet masaya teşrif etti. Salça, domates ve kırmızı şarapla hazırlanan ahtapotumuzun içinde bir miktarda kapari ve zeytin bulunmaktaydı. Çoğu kaliteli lokantada olduğu gibi burada da donmuş patates değil, gerçek patetes kullanılmıştı. Acaba nasıl oluyorda ahtapotu bu kadar yumaşak hale getiriyorlar diye merak etmedim değil. Mutfağa giripte ustayla konuşamadığım için, hiç tereddüt etmeden sırf bu yemeği öğrenebilmek için ertesi gün bir Yunan usulü deniz ürünleri yemek kitabı aldım.
Meğer ahtapotun 8 bacağı kesilip, hiç su koymadan kendi suyu ile 30-40 dakika kısık ateşte pişermiş. Daha sonra toprak güveçte zeytinyağında ince kıyılmış soğan ve sarımsak öldürülürmüş. Sonra 2 domates rendelenip, kırmızı şarapla birlikte kaynatılırmış. Sos kaynadıktan sonra ahtapot bacakları ve 2-3 defne yaprağı atılırmış. İster fırında istersen kısık ateşte 1 saat daha pişirdikten sonra sos koyulaşıp ahtapotun içine işlemeye başlıyor, önce burnunuz, sonra gözünüzü, son olarakta dilinizi damağınızı mutlu ediyor.
Son olarakta fırında tavşan geldi. Türkiye’de kolay kolay bulabileceğiniz bir et değil. Seneler önce Avusturya’da tavşan yemiştim ama nasıl bir şeydi hatırlamıyorum bile. Bizim tavşanımız et sote şeklindeydi. İçinde soğan, kuşüzümü, çam fıstığı ve domates vardı. Kırmızı et desen değiiil, beyaz et desen hiç değil. Kuzu eti ile hindi eti arası bir şeydi, löplöp gitti
Tamam Taverna yolu Hanya’ya düşenler için gidilesi bir yer. Fakat mutlaka rezervasyon yapın, rezervasyon saatinize de sadık kalın, bizim gibi kapıda kalmayın! Fiyatlar normal, kişi başı 15-20 €.
30/09/2008 Hora Sfakia
Löplöp SİTESİNDEN ALINTIDIR...
GİRİT USULÜ EFSANEVİ " BAHAR" DOLMASI...
Girit usulü efsanevi 'bahar' dolması
27 Mart 2010
Yazı Boyutu: Baharın geldiğini ilk olarak bahçelerde, yollarda çiçek açan ağaçlardan, sonra da sürekli karşımıza çıkan enginardan anlarız.
Yol kenarlarındaki seyyar sebzeciler ekmek paralarını enginara bağlar, semt pazarlarında üç tezgahtan birinde muhakkak enginarlar görücüye çıkar. Baharı iliklerime kadar hissettiğim bu günlerde bende de bir enginar krizi başgösterir ki hemen çaresine bakmak gerekir. Sağolsun Süreyya Bey, geçenlerde Ankara, Trilye restoranda gerçekleştirdiğimiz iyiyemek lezzet gecesinde enginarı yeni kostümü ile karşıma çıkardı ve azıcık da olsun krizim dindi. Enginarın yeni kostümü közlenmiş patlıcan beğendiden yapılma bir pelerindi. Renkleri birbirine çok benzediği için ilk bakışta dikkat çekmeyen bu ikili, damakta ahengini yeterince anlatıyordu.
Ve bahar gelmiş, enginar sezonu Zeyno için başlamıştı.
Ancak sadece kuru kuru tüketmek enginara saygısızlık olacağı için kendisi ile baş başa kalınacak bir zaman kurgulanmalıydı. Sevgili Çiğdem Zaman’dan bir süredir dinlediğim efsanevi “Girit usulü enginar dolması” ve Antalya pazarı bu birlikteliğin başlangıcını mümkün kıldı. Enginarlar pazar filesine kondu, Pegasus Havayolları ile İstanbul’a uçtu, bir gece Zeyno’nun buzdolabında misafir oldu, efsanevi Girit usulü enginar dolması için gereken kıyma, çam fıstığı, dereotu, soğan, tarçın gibi malzemeler tadarik edildi ve işte o an geldi çattı. Artık başbaşaydık, birbirimize olan hasretimizi dokunarak, koklayarak, izleyerek giderecektik.
Uzuuuun süre kaynasın ve ısınmaya devam etsin, yoksa yapraklarındaki bereketi iyice açığa çıkartmaz!
Bu sefer enginarın etinden, sütünden her şeyinden faydalanmak lazım. O sebeple, sanmayın ki yaprakları bir kenara atıp kalbinin orta yerini sökeceğim. Bu yemeği efsanevi yapan esasında yaprakların ta kendileri. Bir de öğrendiğim kadarı ile bir ritüeli varmış enginar dolmasının. Meğer dolma içi ile yapraklarını ve kalbini aynı zamanlamada bitirmek gerekirmiş. Fakat ilk tattığımda hatırlıyorum, öylesine beğenmiştim ki, daha bu usül söylenmeden enginar dolmasını şanına yaraşır vaziyette noktalamıştım.
Öte yandan o yaprakların iyice yumuşamaları için acelenizin olmaması gerekiyor. Dolayısı ile bu uzun zaman zarfında Antalya pazarından özenle seçilen ufak boyuttaki enginarlar haşlana dursun, enginarın bağrına gömülecek içini hazırlamanın vaktidir diye çalışmalar başladı.
Sevgili Nedim Atilla’nın Kozak isimli kitabını okudum okuyalı çam fıstıklarına olan sevgim iyice depreşmişti. Enginarın içinde ona yer vermek ise iyice heyecanlanmama sebep oldu. Zeytinyağımda doğradığım soğanlarımı yumuşattım ve muhteşem lezzetteki kıymamı küçük parçalar halinde tencereme atarak soğanla iyice harmanladım. Avucumun ortası kadar da pirinç attım içlerine. Kozak fıstıklarımın sahne alması gerekiyordu artık. Onları yan ocakta hafifçe kavurdum, ardından diğerlerinin yanına yolladım. Çok değil, bir kaşıkçık domates salçası ile hem tadını, hem de rengini zenginleştirdim. Veeee Girit usulünün sürprizi tarçın! Baharın heyecanı ile olacak, her şey o kadar sevgi dolu gelişti ki, anlatamam! Evde tarçın kalmamış meğer diye moralim bozulmak üzere iken, taaa Lizbon’da iken Pasteis de Belem pastacıklarını alırken, torbanın içinde İstanbul’a getirdiğim tarçın paketleri karşıma çıktı ve neyse ki büyü bozulmadan devam edebildi.
Hem süsü, hem tadı, tuzu ‘dereotu’
Onsuz olamayacağını ilk kaşığımdan hatırlıyorum... ‘Kaşık’ kelimesini kullandım, çünkü enginar yapraklarını emerken en kolay ve zevkli yöntem içini kaşıklamak! Tüm dolma içi mensupları kaynaşmaya çalışırken, dereotu aralarına karıştığında hepsi birbirini öyle bir sarmaladı ki, işte nihayi lezzet bu noktada oluştu. Halen sıcak suda yüzme öğrenen enginarlarım için artık karaya çıkma zamanı geldi. Soğuk su ile kısa bir duş alıp, yapraklarına dokunmama izin verdiği anda, o yaprakları teker teker açarak ortasına ulaşmaya çalıştım. Çok geçmeden en derinine saklamış olduğu kalbine neredeyse ulaştım. Kalbin üstündeki son engel olan tüyden telleri de kenara ayırdıktan sonra enginar tabağım hazır hale geldi. Sabırsızlanmaya başlayan iç karışımını enginar tabağıma yerleştirdim veeeee işte!
Enginarın yanına genelde asit uyumu nedeniyle Sauvignon Blanc yakıştırırım ancak bu sefer enginarın dolma durumundan ötürü Kalecik Karası’nı tercih ettim. Üstelik yeni bir heyecan olan Kav Tuğra’yı ilk defa tatma şansımı efsanevi Girit usulü enginar dolmam ile gerçekleştirdim. TEKRAR HOŞGELDİN BAHAR !
alıntı
27 Mart 2010
Yazı Boyutu: Baharın geldiğini ilk olarak bahçelerde, yollarda çiçek açan ağaçlardan, sonra da sürekli karşımıza çıkan enginardan anlarız.
Yol kenarlarındaki seyyar sebzeciler ekmek paralarını enginara bağlar, semt pazarlarında üç tezgahtan birinde muhakkak enginarlar görücüye çıkar. Baharı iliklerime kadar hissettiğim bu günlerde bende de bir enginar krizi başgösterir ki hemen çaresine bakmak gerekir. Sağolsun Süreyya Bey, geçenlerde Ankara, Trilye restoranda gerçekleştirdiğimiz iyiyemek lezzet gecesinde enginarı yeni kostümü ile karşıma çıkardı ve azıcık da olsun krizim dindi. Enginarın yeni kostümü közlenmiş patlıcan beğendiden yapılma bir pelerindi. Renkleri birbirine çok benzediği için ilk bakışta dikkat çekmeyen bu ikili, damakta ahengini yeterince anlatıyordu.
Ve bahar gelmiş, enginar sezonu Zeyno için başlamıştı.
Ancak sadece kuru kuru tüketmek enginara saygısızlık olacağı için kendisi ile baş başa kalınacak bir zaman kurgulanmalıydı. Sevgili Çiğdem Zaman’dan bir süredir dinlediğim efsanevi “Girit usulü enginar dolması” ve Antalya pazarı bu birlikteliğin başlangıcını mümkün kıldı. Enginarlar pazar filesine kondu, Pegasus Havayolları ile İstanbul’a uçtu, bir gece Zeyno’nun buzdolabında misafir oldu, efsanevi Girit usulü enginar dolması için gereken kıyma, çam fıstığı, dereotu, soğan, tarçın gibi malzemeler tadarik edildi ve işte o an geldi çattı. Artık başbaşaydık, birbirimize olan hasretimizi dokunarak, koklayarak, izleyerek giderecektik.
Uzuuuun süre kaynasın ve ısınmaya devam etsin, yoksa yapraklarındaki bereketi iyice açığa çıkartmaz!
Bu sefer enginarın etinden, sütünden her şeyinden faydalanmak lazım. O sebeple, sanmayın ki yaprakları bir kenara atıp kalbinin orta yerini sökeceğim. Bu yemeği efsanevi yapan esasında yaprakların ta kendileri. Bir de öğrendiğim kadarı ile bir ritüeli varmış enginar dolmasının. Meğer dolma içi ile yapraklarını ve kalbini aynı zamanlamada bitirmek gerekirmiş. Fakat ilk tattığımda hatırlıyorum, öylesine beğenmiştim ki, daha bu usül söylenmeden enginar dolmasını şanına yaraşır vaziyette noktalamıştım.
Öte yandan o yaprakların iyice yumuşamaları için acelenizin olmaması gerekiyor. Dolayısı ile bu uzun zaman zarfında Antalya pazarından özenle seçilen ufak boyuttaki enginarlar haşlana dursun, enginarın bağrına gömülecek içini hazırlamanın vaktidir diye çalışmalar başladı.
Sevgili Nedim Atilla’nın Kozak isimli kitabını okudum okuyalı çam fıstıklarına olan sevgim iyice depreşmişti. Enginarın içinde ona yer vermek ise iyice heyecanlanmama sebep oldu. Zeytinyağımda doğradığım soğanlarımı yumuşattım ve muhteşem lezzetteki kıymamı küçük parçalar halinde tencereme atarak soğanla iyice harmanladım. Avucumun ortası kadar da pirinç attım içlerine. Kozak fıstıklarımın sahne alması gerekiyordu artık. Onları yan ocakta hafifçe kavurdum, ardından diğerlerinin yanına yolladım. Çok değil, bir kaşıkçık domates salçası ile hem tadını, hem de rengini zenginleştirdim. Veeee Girit usulünün sürprizi tarçın! Baharın heyecanı ile olacak, her şey o kadar sevgi dolu gelişti ki, anlatamam! Evde tarçın kalmamış meğer diye moralim bozulmak üzere iken, taaa Lizbon’da iken Pasteis de Belem pastacıklarını alırken, torbanın içinde İstanbul’a getirdiğim tarçın paketleri karşıma çıktı ve neyse ki büyü bozulmadan devam edebildi.
Hem süsü, hem tadı, tuzu ‘dereotu’
Onsuz olamayacağını ilk kaşığımdan hatırlıyorum... ‘Kaşık’ kelimesini kullandım, çünkü enginar yapraklarını emerken en kolay ve zevkli yöntem içini kaşıklamak! Tüm dolma içi mensupları kaynaşmaya çalışırken, dereotu aralarına karıştığında hepsi birbirini öyle bir sarmaladı ki, işte nihayi lezzet bu noktada oluştu. Halen sıcak suda yüzme öğrenen enginarlarım için artık karaya çıkma zamanı geldi. Soğuk su ile kısa bir duş alıp, yapraklarına dokunmama izin verdiği anda, o yaprakları teker teker açarak ortasına ulaşmaya çalıştım. Çok geçmeden en derinine saklamış olduğu kalbine neredeyse ulaştım. Kalbin üstündeki son engel olan tüyden telleri de kenara ayırdıktan sonra enginar tabağım hazır hale geldi. Sabırsızlanmaya başlayan iç karışımını enginar tabağıma yerleştirdim veeeee işte!
Enginarın yanına genelde asit uyumu nedeniyle Sauvignon Blanc yakıştırırım ancak bu sefer enginarın dolma durumundan ötürü Kalecik Karası’nı tercih ettim. Üstelik yeni bir heyecan olan Kav Tuğra’yı ilk defa tatma şansımı efsanevi Girit usulü enginar dolmam ile gerçekleştirdim. TEKRAR HOŞGELDİN BAHAR !
alıntı
HAMZA RÜSTEM KİMDİR???
HAKKINDA YAZILANLAR
Girit'in Müslüman kimliğini yansıtan fotoğraflar eve dönüyor
kaynak: Baktabul Msn messenger ifadeleri, Avatar, gif, smiley, Resimli Siirler, izle, indir, Komik Resimler, programlar, Resimleri, Haberler http://www.baktabulum.com/ressamlar/81127-hamza-rustem-kimdir-hamza-rustem-biyografisi-hamza-rustem-hakkinda.html
Zaman 23 Şubat 2007
''Girit'i ilk fotoğraflayan adam'' olarak tanınmasının yanında tarihçilerin ismi üzerinde ''ilk Müslüman fotoğrafçı'' şeklinde anlaştıkları Rahmizade Bahaeddin Bediz'in 100 yıl önce oluşturduğu kartpostallar, yeniden topraklarına dönüyor.
Bahaeddin Bediz'in (1875-1951) 1909 yılında Girit'ten İstanbul'a dönerken bütün malzemeleriyle birlikte fotoğrafhanesini devrettiği Hamza Rüstem'in kuşaktan kuşağa sürdürdüğü görsel mirasın son temsilcisi Mert Rüstem, büyükbabasının ustasının kartpostallarını, çekildiği yerde sergilemeye hazırlanıyor.
Hamza Rüstem Fotoğrafçılığın sahibi Mert Rüstem, 1871 Girit Kandiye doğumlu olan büyükbabası Hamza Bey'in Namık Kemal'in bir piyesini arkadaşlarına yazdırırken jurnallenmesi sonucu Fizan'a sürgününde Girit'e kaçmayı başarmasıyla başlayan 100 yılı aşkın fotoğrafçılık öyküsünü anlattı.
Girit'teki İngiliz kampında seyyar satıcılık yaparken, ilk Müslüman fotoğrafhane sahibi Bahaeddin Bey'in dikkatini çeken Hamza Rüstem'in, karın tokluğuna bu mesleği öğrendiğini bildiren Mert Rüstem, şöyle devam etti:
''Rahmizade Bahaeddin Bey, Girit tarihinde önemli bir köşe taşıdır. Girit'i peyzajıyla, halk ve kent yaşantısıyla, oradaki askeri birlikleriyle, köylüsü kentlisiyle kartpostallara dökmüş. 205 adet bilinen Girit kartpostalı koleksiyonu oluşturmuş. Günümüzde çok ciddi Yunanlı fanatikleri var. 1 Bahaeddin kartpostalı, 500 ile bin avro arasında açık artırmalarda satılabilmektedir. Özel numaralı olanları çok daha ciddi rakamlara alıcılar bulmaktadır.''
Bahaeddin Bey'in meşrutiyetin ilanıyla birlikte hürriyetin geldiği düşüncesiyle İstanbul'a gitmeyi kararlaştırdığında Girit'teki fotoğrafhanesini yanında çalıştırdığı Hamza Rüstem'e içindeki bütün malzemeleriyle devrettiğini belirten Mert Rüstem, iyi bir eğitim alan ve 6 dil konuşabilen dedesinin bu geleneği ''Bahaeddin Fotoğrafhanesi Sahibi Hamza Rüstem'' adıyla ve büyük bir ciddiyetle sürdürdüğünü anlattı.
YAŞAYAN FOTOĞRAFHANE
Mübadeleye kadar Girit'te binlerce kişinin fotoğraflarını çekerek yaşamını sürdüren dedesinin, bu tarihten sonra İzmir'e yerleşerek açtığı fotoğrafhanesinin son sahibi olduğunu belirten Mert Rüstem, şunları kaydetti:
kaynak: Baktabul Msn messenger ifadeleri, Avatar, gif, smiley, Resimli Siirler, izle, indir, Komik Resimler, programlar, Resimleri, Haberler http://www.baktabulum.com/showthread.php?t=81127
''Fotoğrafhaneyi ve malzemeleri tek başlık altında topladım. Şu an koleksiyonumuzun Türkiye'nin en zenginlerinden olduğuna inanıyorum. Koleksiyonumuz öncelikle yaşayan bir fotoğrafhanenin özeti. Ayrıca malzemeler Türkiye topraklarından satın alınmıştır. Sadece fotoğraf makinesiyle değil, bir fotoğrafhanede olması gereken her şeyle (zamanın terazisinden, agrandizöre, ölçü kabına kadar) ilgileniyorum. Yaklaşık 800 parça fotoğraf makinesi, aksesuvarı, dokümanlar, geçmişe ait dergiler, teknik bilgileri de saklıyorum.''
Mert Rüstem, koleksiyonunda İzmir'deki Hamza Rüstem fotoğrafları, Bahaeddin Bey'in 160 parça kartpostalıyla babası ve amcalarının özel kartpostallarının bulunduğunu ifade ederek, büyük yangından sonra tarihine ilişkin birçok malzemesi de yok olan İzmir'in Cumhuriyet öncesi fotoğrafhaneleriyle ilgili bulabildiği 300 eski fotoğrafı topladığını anlattı.
Rüstem, ''İzmir'in eski kent yaşamı fotoğrafı çok az. Bunları ayrı bir sergi ve yayın konusu yapmayı düşünüyorum'' dedi.
''DEDEMİN TOPRAKLARINDA SERGİLENECEK''
Mert Rüstem, her koleksiyoner gibi elindeki arşivi kendisine saklamak istemediğini, bu amaçla dedesinin doğduğu Girit topraklarında bir sergi açmak için girişimlerde bulunduğunu, ancak bugüne kadar bir sonuç elde edemediğini belirterek, yakın bir zaman önce gelen davetle amacına çok yaklaştığını kaydetti.
Girit Kent Tarihi Müzesi kreatörlerinden Angelina Baltazi ile tanışması sonucu geçen yıl açılan 1899-1940 Girit Kent Görüntüleri Tarihi Sergisine bazı fotoğraflarıyla katıldığını belirten Rüstem, müzeden 30-31 Mart günlerinde yapılacak serginin devamı niteliğindeki sempozyuma sunumda bulunması için resmi davet aldığını bildirdi. Rüstem, ''Sempozyumda Fotografion Bahaeddin Hamza Rüstem isimli 50 fotoğraftan oluşan sunumu Türkçe yapacağım. Önümüzdeki yıllarda da projeyi zenginleştirerek, elimizdeki fotoğraf ve malzemeleri Girit'te sergilemeyi istiyorum'' dedi.
Girit'in genel tarihindeki fotoğraflarda Bahaeddin Bediz ile Hamza Rüstem'in isimlerine yer verildiğini, müzede Hamza Rüstem köşesi organize edildiğini anlatan Mert Rüstem, ''Giritliler, geçmişlerine çok bağlılar. Sürekli araştırmalar yapıyorlar, eskiyle ilgili her şeyi topluyorlar. 400 bin nüfuslu adada, birden çok kültür merkezi bulunuyor'' diye konuştu.
alıntı
Girit'in Müslüman kimliğini yansıtan fotoğraflar eve dönüyor
kaynak: Baktabul Msn messenger ifadeleri, Avatar, gif, smiley, Resimli Siirler, izle, indir, Komik Resimler, programlar, Resimleri, Haberler http://www.baktabulum.com/ressamlar/81127-hamza-rustem-kimdir-hamza-rustem-biyografisi-hamza-rustem-hakkinda.html
Zaman 23 Şubat 2007
''Girit'i ilk fotoğraflayan adam'' olarak tanınmasının yanında tarihçilerin ismi üzerinde ''ilk Müslüman fotoğrafçı'' şeklinde anlaştıkları Rahmizade Bahaeddin Bediz'in 100 yıl önce oluşturduğu kartpostallar, yeniden topraklarına dönüyor.
Bahaeddin Bediz'in (1875-1951) 1909 yılında Girit'ten İstanbul'a dönerken bütün malzemeleriyle birlikte fotoğrafhanesini devrettiği Hamza Rüstem'in kuşaktan kuşağa sürdürdüğü görsel mirasın son temsilcisi Mert Rüstem, büyükbabasının ustasının kartpostallarını, çekildiği yerde sergilemeye hazırlanıyor.
Hamza Rüstem Fotoğrafçılığın sahibi Mert Rüstem, 1871 Girit Kandiye doğumlu olan büyükbabası Hamza Bey'in Namık Kemal'in bir piyesini arkadaşlarına yazdırırken jurnallenmesi sonucu Fizan'a sürgününde Girit'e kaçmayı başarmasıyla başlayan 100 yılı aşkın fotoğrafçılık öyküsünü anlattı.
Girit'teki İngiliz kampında seyyar satıcılık yaparken, ilk Müslüman fotoğrafhane sahibi Bahaeddin Bey'in dikkatini çeken Hamza Rüstem'in, karın tokluğuna bu mesleği öğrendiğini bildiren Mert Rüstem, şöyle devam etti:
''Rahmizade Bahaeddin Bey, Girit tarihinde önemli bir köşe taşıdır. Girit'i peyzajıyla, halk ve kent yaşantısıyla, oradaki askeri birlikleriyle, köylüsü kentlisiyle kartpostallara dökmüş. 205 adet bilinen Girit kartpostalı koleksiyonu oluşturmuş. Günümüzde çok ciddi Yunanlı fanatikleri var. 1 Bahaeddin kartpostalı, 500 ile bin avro arasında açık artırmalarda satılabilmektedir. Özel numaralı olanları çok daha ciddi rakamlara alıcılar bulmaktadır.''
Bahaeddin Bey'in meşrutiyetin ilanıyla birlikte hürriyetin geldiği düşüncesiyle İstanbul'a gitmeyi kararlaştırdığında Girit'teki fotoğrafhanesini yanında çalıştırdığı Hamza Rüstem'e içindeki bütün malzemeleriyle devrettiğini belirten Mert Rüstem, iyi bir eğitim alan ve 6 dil konuşabilen dedesinin bu geleneği ''Bahaeddin Fotoğrafhanesi Sahibi Hamza Rüstem'' adıyla ve büyük bir ciddiyetle sürdürdüğünü anlattı.
YAŞAYAN FOTOĞRAFHANE
Mübadeleye kadar Girit'te binlerce kişinin fotoğraflarını çekerek yaşamını sürdüren dedesinin, bu tarihten sonra İzmir'e yerleşerek açtığı fotoğrafhanesinin son sahibi olduğunu belirten Mert Rüstem, şunları kaydetti:
kaynak: Baktabul Msn messenger ifadeleri, Avatar, gif, smiley, Resimli Siirler, izle, indir, Komik Resimler, programlar, Resimleri, Haberler http://www.baktabulum.com/showthread.php?t=81127
''Fotoğrafhaneyi ve malzemeleri tek başlık altında topladım. Şu an koleksiyonumuzun Türkiye'nin en zenginlerinden olduğuna inanıyorum. Koleksiyonumuz öncelikle yaşayan bir fotoğrafhanenin özeti. Ayrıca malzemeler Türkiye topraklarından satın alınmıştır. Sadece fotoğraf makinesiyle değil, bir fotoğrafhanede olması gereken her şeyle (zamanın terazisinden, agrandizöre, ölçü kabına kadar) ilgileniyorum. Yaklaşık 800 parça fotoğraf makinesi, aksesuvarı, dokümanlar, geçmişe ait dergiler, teknik bilgileri de saklıyorum.''
Mert Rüstem, koleksiyonunda İzmir'deki Hamza Rüstem fotoğrafları, Bahaeddin Bey'in 160 parça kartpostalıyla babası ve amcalarının özel kartpostallarının bulunduğunu ifade ederek, büyük yangından sonra tarihine ilişkin birçok malzemesi de yok olan İzmir'in Cumhuriyet öncesi fotoğrafhaneleriyle ilgili bulabildiği 300 eski fotoğrafı topladığını anlattı.
Rüstem, ''İzmir'in eski kent yaşamı fotoğrafı çok az. Bunları ayrı bir sergi ve yayın konusu yapmayı düşünüyorum'' dedi.
''DEDEMİN TOPRAKLARINDA SERGİLENECEK''
Mert Rüstem, her koleksiyoner gibi elindeki arşivi kendisine saklamak istemediğini, bu amaçla dedesinin doğduğu Girit topraklarında bir sergi açmak için girişimlerde bulunduğunu, ancak bugüne kadar bir sonuç elde edemediğini belirterek, yakın bir zaman önce gelen davetle amacına çok yaklaştığını kaydetti.
Girit Kent Tarihi Müzesi kreatörlerinden Angelina Baltazi ile tanışması sonucu geçen yıl açılan 1899-1940 Girit Kent Görüntüleri Tarihi Sergisine bazı fotoğraflarıyla katıldığını belirten Rüstem, müzeden 30-31 Mart günlerinde yapılacak serginin devamı niteliğindeki sempozyuma sunumda bulunması için resmi davet aldığını bildirdi. Rüstem, ''Sempozyumda Fotografion Bahaeddin Hamza Rüstem isimli 50 fotoğraftan oluşan sunumu Türkçe yapacağım. Önümüzdeki yıllarda da projeyi zenginleştirerek, elimizdeki fotoğraf ve malzemeleri Girit'te sergilemeyi istiyorum'' dedi.
Girit'in genel tarihindeki fotoğraflarda Bahaeddin Bediz ile Hamza Rüstem'in isimlerine yer verildiğini, müzede Hamza Rüstem köşesi organize edildiğini anlatan Mert Rüstem, ''Giritliler, geçmişlerine çok bağlılar. Sürekli araştırmalar yapıyorlar, eskiyle ilgili her şeyi topluyorlar. 400 bin nüfuslu adada, birden çok kültür merkezi bulunuyor'' diye konuştu.
alıntı
ALİ BEKRAKİ BİYOGRAFİSİ...
Ali Bekraki
--------------------------------------------------------------------------------
HAKKINDA YAZILANLAR
Lübnan'daki Giritli Türkler
Haşim Söylemez – Aksiyon Sayı: 722 - 06.10.2008
Sultan II. Abdülhamit tarafından Lübnan’a yerleştirilen Giritli Müslümanlar tam bir kimlik savaşı veriyor. Trablus şehrinde yaşayan Giritliler ‘öz kimliklerini’ yitirmemek için Türkiye’den yardım istiyor.
‘1977’de bir grup Yunanlı turist, Hamidiye köyünü gezerken orada Girit lehçesiyle Yunanca konuşulduğunu fark eder. Aralarında Atina’da yayımlanan Tachidromos gazetesinin muhabiri Yannis Georgakaki de vardır. Bu gazetecinin aracılığıyla rahmetli babama (İbrahim Bekraki) ulaşılıyor. Babama ‘Hıristiyan olursanız Yunanistan’a dönersiniz, her türlü maddi yardımı da alırsınız. Çocuklarınız iyi okullarda okur, sizler ekonomik ve ticari anlamda ihya olursunuz.’ deniliyor. Rahmetli babam ‘Yunan ve Hıristiyan olsaydık memleketimiz Girit’ten kovulmazdık. Babamın ve dedemin kabul etmediği şeyi ben de kabul etmem. Onların verdikleri kutsal mücadeleyi para uğruna satmam.’ diyor.” Lübnan’ın Trablus (Tripoli) kentinde yaşayan Dr. Ali Bekraki, Yunan hükûmeti tarafından babasına yapılan teklifi bu şeklide aktarıyor. Aynı teklif, 1988’de tekrarlanıyor: “Hıristiyan olursanız Girit’teki evlerinize dönebilirsiniz.” Bekraki ailesi, Girit göçmenlerinin önde gelenlerinden.
Aslında bu ikinci teklifle Suriye’nin yanı sıra Lübnan’da da Giritlilerin yaşadığı fark edilir. Zira bu olaydan sonra yabancılar ve Yunanlar, Giritlilerle ilgilenmeye başlar. Hatta bundan birkaç yıl önce İngiliz BBC televizyonu Lübnan’da ‘bilinmeyen Giritliler’le ilgili bir araştırma dosyası hazırlar. Sadece bu değil, yıllar önce İbrahim Bekraki’ye yapılan ‘Hıristiyan olun’ teklifi bugünlerde yeni kuşak Giritli göçmenlere dolaylı yoldan yapılıyor. Lübnan’daki Yunanistan Büyükelçiliği, Girit kökenlilere Yunanistan’a gidiş vizesi vermiyor. Ancak din değiştiren Giritli Müslüman’a vize sözü veriliyor. Ali Hasan Basalaki, Müslüman oldukları için vize alamadıklarını söylüyor: “Hıristiyan olursak vize vereceklerini söylediler. Dedelerimizden kalan tapu ve gayrimenkullerimiz var. Ata yerimizi görmek istiyoruz.”
TRABLUS’TA 3 BİN GİRİTLİ
Lübnan’da hâlen 3 bin Giritli göçmen yaşıyor. Trablus şehrindeki Giritliler Mahallesi onların yeni vatanı konumunda. Girit göçmenleri kendilerini ‘Türk’ olarak tanımlıyor. Ancak Türkçe bilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Sadece Bekraki ailesi mensupları Türkiye ile olan irtibatlarından dolayı Türkçe konuşabiliyor. Göçmenlerde Giritli kimliği de giderek yok oluyor. Burada yaşayan Giritliler, Araplarla evlenerek ‘öz kimliklerini’ yitirmiş. Arapça çoktan ana dilleri olmuş. Oysa adadan sürgün edildiklerinde sadece Türkçe ve Yunanca biliyorlardı. Şimdilerde Giritli olduğunu unutanlar bile var. Velid Bermaki, tam olarak ne olduklarını bilmediğini söylüyor. Kendisi ikinci kuşaktan olmasına rağmen bu duruma geldiğini aktarıyor: “Ciddi bir asimilasyon geçirdik. Yeni kuşakta Giritli bilinci yok artık. Bizler artık Arapça konuşuyoruz ve bilenler varsa Fransızca.”
Giritliler, zorunlu göçle geldikleri Lübnan topraklarında kalıcı olmadıklarını söylemişler hep. Bir gün geri döneceklerini hesap ederek tapu kayıtlarını ve Osmanlı paralarını muhafaza etmişler. Hatta Lübnan’da 1932’de yapılan nüfus sayımına bile katılmamışlar. Osmanlı’nın kendilerini tekrar Girit’e götüreceğini ümit etmişler. Nüfus sayımına katılmak istemeyen Giritliler, Osmanlı’nın 1923’te resmen sona erdiğini çok sonra öğrenir. Osmanlı’ya olan sevgi ve alakaları daha sonra Türkiye’ye yönelir. Yavaş yavaş Türkiye’ye gelirler. Bekraki ailesi bunların önde gelenlerinden. Ali Bekraki ve kardeşi Vasim Türkiye’de tıp eğitimi alan Giritlilerden. Bu eğitim sıradan değildir; Ali Bekraki, ailesini tam bir Türkiye hayranı olarak yetiştirir. Annesi, diğer kardeşleri bir ‘Türkiye sevdalısı’ olarak hayatlarını sürdürüyor. Evlerinde Lübnan bayraklarının yanında duran Türk bayrağı ile teselli buluyorlar. Küçük kardeşleri Nuha Bekraki bile Türkiye’yi çok yakından tanıyor. Tarkan, Ebru Gündeş gibi sanatçıları dinliyor. Nuhan henüz Türkçe konuşmayı öğrenememiş olsa da şimdiden İstanbul’u biliyor ve ağabeylerinden İstanbul’u hatırlatacak hediyeler istiyor.
Bekraki ailesi dışında başka Giritliler de Türkiye’ye gelip gitmiş. Bunlardan birisi de Ali Hasan Basalaki. 1957’de Türkiye gelen Basalaki bir dönem Trablus’ta Temedon isimli bir gazete çıkarır. Balıkesir ve İzmir’de akrabalıyla o dönemde görüşmüş; ancak daha sonra akrabalarının izini kaybetmiş. Bunu biraz da yeni kuşağın ilgisizliğine bağlıyor. Lübnan’da yaşayan Giritlilerin bazıları kimliklerini değiştirmiş veya sadece soyadları değişmiş. Ancak genel itibariyle aile lakapları Girit’teki gibi kalmış. Bekraki, Basilaki, Kasabaki gibi. Bu bazıları için kalıcı soyadı olmuş artık.
DERNEK TÜRKİYE’DEN ACİL YARDIM İSTİYOR
Trablus’taki Giritli Müslümanları ‘öz kimliklerine’ döndürmek için büyük gayret sarf eden Dr. Ali Bekraki umudunu Türkiye’ye bağlamış. Ali Bekraki, ‘Girit Adası’nın Tarihi ve Muhacirlerin Hikâyesi’ isimli bir kitap hazırlamış. Kitabı neden yazdığını şöyle açıklıyor: “Bu kitapta tarihî olayı anlattım. Ve Lübnan’da Giritli Müslüman Türklerin yaşadığını insanlar bilsin istedim. Aynı zamanda Giritliler de kendi kimliklerine sahip çıksınlar diye çabalıyorum.”
Bekraki, bu çabasını kurduğu Uli Nuha (Akıl Sahibi) Derneği ile de sistemleştirmek istemiş. Derneğin henüz tam manasıyla işler hâle gelmediğini söylese de büyük amaçları olduğunu aktarıyor: “Trablus’ta bulunan Giritli göçmenlere sahip çıkmak, unutulan dili bir daha öğretmek, Türkçe kurslar düzenlemek, eğitim yardımları, burslar, yurtdışına tahsil için öğrenci göndermek gibi çabamız var. Bayramlarda giyim, gıda yardımları yapmak, unutulan tarihi bir daha canlandırmak, başka ülkelerde bulunan Giritli göçmenlerle bağlantı kurmak da hedeflerimiz arasında.”
Dernek şu anda kısıtlı imkânlarıyla yoksullara kumanya dağıtıyor. Öğrencilere verilen burslar ve tıbbi yardımlar da derneğin küçük faaliyetlerinden. Ali Bekraki imkânlarının çok kısıtlı olduğunu ve Türkiye’den bu konuda yardım beklediklerini söylüyor: “Kendi imkânlarımızla çok yetersiz kalıyoruz. Çünkü göçmenlerin çoğu yoksul. Dolayısıyla Türkiye’den ve Türkiye’deki Giritli göçmenlerden her türlü yardımı bekliyoruz. Kültürel faaliyetler de olabilir. Türkiye’nin bize tam anlamıyla sahip çıkmasını istiyoruz. Başka hiç kimse bize sahip çıkmadı, çıkmasını da beklemiyoruz. Burada bir Türk okulu açılırsa çocuklarımızı oraya göndeririz. Türk kültürü ile yetişsinler istiyoruz.”
UZUN VE ÇİLELİ YOLCULUK
Lübnan’a kadar uzanan Giritlilerin hikâyesi oldukça uzun ve çilelerle dolu. Osmanlı-Yunan Savaşı’ndan sonra Girit adasındaki Müslüman Türk hâkimiyeti yavaş yavaş yok olmaya başlar. 21 Ocak 1898’de Yunan prensi Yorgi’nin vali olarak atanmasıyla adada yaşayan Müslümanlar için ayrılık günleri başlar. İnsanlar öldürülür, evleri ateşe verilir. Adayı terk etmek zorunda kalanlar Hamidiye gemileriyle başka yerlere taşınır. 1898’de başlayan göçler 1924 yılına kadar devam eder. Giritlilerin büyük bir kısmı İzmir ve Mersin’e yerleştirilirken bir kafile de Trablus ve Şam’a gönderilir. Sultan II. Abdülhamit Hazine-i Hassa’dan para harcayarak muhacirler için burada Hamidiye köyünü inşa eder. Bu günümüzdeki köy-kent projesinin bir benzeridir. Girit göçmenleri, düzgün yapılmış ve altyapısı olan köye yerleştirilir. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Osmanlı; Suriye ve Lübnan topraklarını kaybeder. 1920 yılında Fransız General Goru tarafından Büyük Lübnan Cumhuriyeti ilan edilir. Sınırlar yeniden çizilince Hamidiye köyü Suriye tarafında kalır. Böylece Trablus’taki Giritliler ile Şam’dakiler ayrılır. 35 kilometre uzaklıktaki akrabalar arasında iletişim günümüzde yok denecek kadar az. Lübnan’da kalan Giritliler, hep Girit’e tekrar dönmeyi beklemiş. Ancak Osmanlı’nın yıkılmasıyla umutları tükenmiş ve Trablus kentindeki mahallelerine hapsolup kalmışlar. Lübnan’da 1975’te başlayan ve 1990’a kadar devam eden iç savaşta Giritliler büyük bir zarar görmemiş; ancak bu durum onların bulundukları alanın dışına çıkmasını hep engellemiş.
Prof. Dr. Abdullatif Bekraki *SIKINTI ÇEKENLER ADINI SOYADINI DEĞİŞTİRDİ
Giritliler ile ilgili geniş bir çalışma yürüttüm. ‘Girit Adası ve Göçmenler Tarihi’ isimli kitap yazdım. Burada Giritli Müslümanların zorunlu göçünü ve Hamidiye köyüne gelişlerini belgelerle ortaya koymaya çalıştım. Giritliler gelince kalıcı olmak istememiş. Sultan II. Abdülhamit onlar için bir köy kurmuş. Hamidiye köyü bu manada müthiş bir projedir. Sultan, Giritlilere hep sahip çıkmış. Köyde onlara arazi ve ev vermiş. Benim tespitlerime göre, buraya 10 bin Giritli geliyor. Ancak daha sonra dağılıyorlar. Günümüzde Türkçe bilen kalmadığı gibi kültür de yok oluyor. Hatta bazıları yükselmek için ve daha rahat hareket etmek için adını ve soyadını değiştirdi. Burada âdet olduğu üzere babasının adını soyadı olarak aldılar. Lübnan’da değişik yerlerden gelen çok göçmen var; ancak sadece bize muhacir diyorlar. Bu da ayrı bir statü olsa gerek. Çünkü gelen babalarımız geri döneceklerini hesap etmiş. Ama Osmanlı yıkılınca burada kalıyorlar.
(*) Lübnan Kaslik Üniversitesi Tarih Bölümü
Prof. Dr. A. Nükhet Adıyeke * TÜRKİYE’DEKİ GİRİTLİLER LÜBNAN’DAKİLERİ BİLMEZ
Lübnan’da yaşayan Giritliler, 1898-1899 yıllarında yoğun olarak Kandiye (İraklion) ve civarından getirilerek yerleştirilmiş olanlardır. Bu grubun bölgeye yerleştirilmesi, Kandiye Olayları olarak bilinen ve 6-7 Eylül 1898’de yaşanan ayaklanmadan sonra gerçekleşmiştir. Kandiye Olayları, Girit’te muhtariyetin ilan edilmesini takiben büyük devletlerin adada resmî kurumlara el koyması sırasında yaşanır. Kandiye Limanı’nda bulunan Gümrük ve Vergi Dairesi’ni İngiliz askerlerinin teslim alması sırasında bunu protesto etmek isteyen bir grup Müslüman, limana doğru yürüyüşe geçer. Bu bir çatışmaya dönüşür ve iki gün boyunca Müslümanlarla Hıristiyanlar silahla çatışır. Bir de yangın çıkar. Olaylarda Müslüman ve Hıristiyanlardan çok sayıda kişi hayatını kaybeder. Olayların bastırılmasının ardından İngilizler yaptıkları yargılamalar sonucunda sorumluluğun Müslüman cemaatine ait olduğu sonucuna varır. Elebaşı olarak suçladıkları on yedi Müslüman’ı idam edip olaya karışanların tümünün aileleriyle birlikte sürgün edilmesini Osmanlı hükûmetinden talep ederler. Bunlar Trablus, Şam ve Beyrut’a gönderilir. Trablus’ta yaşayanlar bunlardır. Bunların en belirgin özellikleri, Girit’te taşıdıkları aile adlarını bugün de soyadları olarak kullanıyor olmalarıdır. Bekraki, bunun en güzel örneğidir. Türkçe Bekir ismine Rumca eklenen küçük (oğlu) anlamındaki ‘aki’ takısından oluşmaktadır ki bu, Girit’te aile adlarında çok kullanılan bir yöntemdir. Tıpkı Halilaki, Bayramaki gibi... Lübnan’da yaşayan Giritlilerin bilinmemesinin nedeni kanımca bu insanların yaşadıkları coğrafyanın sürekli bir gerginlik ve çatışma alanı olmasıdır. Bölgede yaşayan çok farklı grupların çatışmaları içinde bu grup dikkat çekici herhangi bir kimlik vurgusuna girişmemiştir. Türkiye’de yaşayan mübadiller ve diğer göçmenler çeşitli sivil toplum örgütlerinin çatısı altında örgütlenirken, bölgedeki akrabalarının varlığından bile habersizdirler.
(*) Mersin Ü. Fen-Edebiyat Fak. Tarih Bölümü
alıntı
--------------------------------------------------------------------------------
HAKKINDA YAZILANLAR
Lübnan'daki Giritli Türkler
Haşim Söylemez – Aksiyon Sayı: 722 - 06.10.2008
Sultan II. Abdülhamit tarafından Lübnan’a yerleştirilen Giritli Müslümanlar tam bir kimlik savaşı veriyor. Trablus şehrinde yaşayan Giritliler ‘öz kimliklerini’ yitirmemek için Türkiye’den yardım istiyor.
‘1977’de bir grup Yunanlı turist, Hamidiye köyünü gezerken orada Girit lehçesiyle Yunanca konuşulduğunu fark eder. Aralarında Atina’da yayımlanan Tachidromos gazetesinin muhabiri Yannis Georgakaki de vardır. Bu gazetecinin aracılığıyla rahmetli babama (İbrahim Bekraki) ulaşılıyor. Babama ‘Hıristiyan olursanız Yunanistan’a dönersiniz, her türlü maddi yardımı da alırsınız. Çocuklarınız iyi okullarda okur, sizler ekonomik ve ticari anlamda ihya olursunuz.’ deniliyor. Rahmetli babam ‘Yunan ve Hıristiyan olsaydık memleketimiz Girit’ten kovulmazdık. Babamın ve dedemin kabul etmediği şeyi ben de kabul etmem. Onların verdikleri kutsal mücadeleyi para uğruna satmam.’ diyor.” Lübnan’ın Trablus (Tripoli) kentinde yaşayan Dr. Ali Bekraki, Yunan hükûmeti tarafından babasına yapılan teklifi bu şeklide aktarıyor. Aynı teklif, 1988’de tekrarlanıyor: “Hıristiyan olursanız Girit’teki evlerinize dönebilirsiniz.” Bekraki ailesi, Girit göçmenlerinin önde gelenlerinden.
Aslında bu ikinci teklifle Suriye’nin yanı sıra Lübnan’da da Giritlilerin yaşadığı fark edilir. Zira bu olaydan sonra yabancılar ve Yunanlar, Giritlilerle ilgilenmeye başlar. Hatta bundan birkaç yıl önce İngiliz BBC televizyonu Lübnan’da ‘bilinmeyen Giritliler’le ilgili bir araştırma dosyası hazırlar. Sadece bu değil, yıllar önce İbrahim Bekraki’ye yapılan ‘Hıristiyan olun’ teklifi bugünlerde yeni kuşak Giritli göçmenlere dolaylı yoldan yapılıyor. Lübnan’daki Yunanistan Büyükelçiliği, Girit kökenlilere Yunanistan’a gidiş vizesi vermiyor. Ancak din değiştiren Giritli Müslüman’a vize sözü veriliyor. Ali Hasan Basalaki, Müslüman oldukları için vize alamadıklarını söylüyor: “Hıristiyan olursak vize vereceklerini söylediler. Dedelerimizden kalan tapu ve gayrimenkullerimiz var. Ata yerimizi görmek istiyoruz.”
TRABLUS’TA 3 BİN GİRİTLİ
Lübnan’da hâlen 3 bin Giritli göçmen yaşıyor. Trablus şehrindeki Giritliler Mahallesi onların yeni vatanı konumunda. Girit göçmenleri kendilerini ‘Türk’ olarak tanımlıyor. Ancak Türkçe bilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Sadece Bekraki ailesi mensupları Türkiye ile olan irtibatlarından dolayı Türkçe konuşabiliyor. Göçmenlerde Giritli kimliği de giderek yok oluyor. Burada yaşayan Giritliler, Araplarla evlenerek ‘öz kimliklerini’ yitirmiş. Arapça çoktan ana dilleri olmuş. Oysa adadan sürgün edildiklerinde sadece Türkçe ve Yunanca biliyorlardı. Şimdilerde Giritli olduğunu unutanlar bile var. Velid Bermaki, tam olarak ne olduklarını bilmediğini söylüyor. Kendisi ikinci kuşaktan olmasına rağmen bu duruma geldiğini aktarıyor: “Ciddi bir asimilasyon geçirdik. Yeni kuşakta Giritli bilinci yok artık. Bizler artık Arapça konuşuyoruz ve bilenler varsa Fransızca.”
Giritliler, zorunlu göçle geldikleri Lübnan topraklarında kalıcı olmadıklarını söylemişler hep. Bir gün geri döneceklerini hesap ederek tapu kayıtlarını ve Osmanlı paralarını muhafaza etmişler. Hatta Lübnan’da 1932’de yapılan nüfus sayımına bile katılmamışlar. Osmanlı’nın kendilerini tekrar Girit’e götüreceğini ümit etmişler. Nüfus sayımına katılmak istemeyen Giritliler, Osmanlı’nın 1923’te resmen sona erdiğini çok sonra öğrenir. Osmanlı’ya olan sevgi ve alakaları daha sonra Türkiye’ye yönelir. Yavaş yavaş Türkiye’ye gelirler. Bekraki ailesi bunların önde gelenlerinden. Ali Bekraki ve kardeşi Vasim Türkiye’de tıp eğitimi alan Giritlilerden. Bu eğitim sıradan değildir; Ali Bekraki, ailesini tam bir Türkiye hayranı olarak yetiştirir. Annesi, diğer kardeşleri bir ‘Türkiye sevdalısı’ olarak hayatlarını sürdürüyor. Evlerinde Lübnan bayraklarının yanında duran Türk bayrağı ile teselli buluyorlar. Küçük kardeşleri Nuha Bekraki bile Türkiye’yi çok yakından tanıyor. Tarkan, Ebru Gündeş gibi sanatçıları dinliyor. Nuhan henüz Türkçe konuşmayı öğrenememiş olsa da şimdiden İstanbul’u biliyor ve ağabeylerinden İstanbul’u hatırlatacak hediyeler istiyor.
Bekraki ailesi dışında başka Giritliler de Türkiye’ye gelip gitmiş. Bunlardan birisi de Ali Hasan Basalaki. 1957’de Türkiye gelen Basalaki bir dönem Trablus’ta Temedon isimli bir gazete çıkarır. Balıkesir ve İzmir’de akrabalıyla o dönemde görüşmüş; ancak daha sonra akrabalarının izini kaybetmiş. Bunu biraz da yeni kuşağın ilgisizliğine bağlıyor. Lübnan’da yaşayan Giritlilerin bazıları kimliklerini değiştirmiş veya sadece soyadları değişmiş. Ancak genel itibariyle aile lakapları Girit’teki gibi kalmış. Bekraki, Basilaki, Kasabaki gibi. Bu bazıları için kalıcı soyadı olmuş artık.
DERNEK TÜRKİYE’DEN ACİL YARDIM İSTİYOR
Trablus’taki Giritli Müslümanları ‘öz kimliklerine’ döndürmek için büyük gayret sarf eden Dr. Ali Bekraki umudunu Türkiye’ye bağlamış. Ali Bekraki, ‘Girit Adası’nın Tarihi ve Muhacirlerin Hikâyesi’ isimli bir kitap hazırlamış. Kitabı neden yazdığını şöyle açıklıyor: “Bu kitapta tarihî olayı anlattım. Ve Lübnan’da Giritli Müslüman Türklerin yaşadığını insanlar bilsin istedim. Aynı zamanda Giritliler de kendi kimliklerine sahip çıksınlar diye çabalıyorum.”
Bekraki, bu çabasını kurduğu Uli Nuha (Akıl Sahibi) Derneği ile de sistemleştirmek istemiş. Derneğin henüz tam manasıyla işler hâle gelmediğini söylese de büyük amaçları olduğunu aktarıyor: “Trablus’ta bulunan Giritli göçmenlere sahip çıkmak, unutulan dili bir daha öğretmek, Türkçe kurslar düzenlemek, eğitim yardımları, burslar, yurtdışına tahsil için öğrenci göndermek gibi çabamız var. Bayramlarda giyim, gıda yardımları yapmak, unutulan tarihi bir daha canlandırmak, başka ülkelerde bulunan Giritli göçmenlerle bağlantı kurmak da hedeflerimiz arasında.”
Dernek şu anda kısıtlı imkânlarıyla yoksullara kumanya dağıtıyor. Öğrencilere verilen burslar ve tıbbi yardımlar da derneğin küçük faaliyetlerinden. Ali Bekraki imkânlarının çok kısıtlı olduğunu ve Türkiye’den bu konuda yardım beklediklerini söylüyor: “Kendi imkânlarımızla çok yetersiz kalıyoruz. Çünkü göçmenlerin çoğu yoksul. Dolayısıyla Türkiye’den ve Türkiye’deki Giritli göçmenlerden her türlü yardımı bekliyoruz. Kültürel faaliyetler de olabilir. Türkiye’nin bize tam anlamıyla sahip çıkmasını istiyoruz. Başka hiç kimse bize sahip çıkmadı, çıkmasını da beklemiyoruz. Burada bir Türk okulu açılırsa çocuklarımızı oraya göndeririz. Türk kültürü ile yetişsinler istiyoruz.”
UZUN VE ÇİLELİ YOLCULUK
Lübnan’a kadar uzanan Giritlilerin hikâyesi oldukça uzun ve çilelerle dolu. Osmanlı-Yunan Savaşı’ndan sonra Girit adasındaki Müslüman Türk hâkimiyeti yavaş yavaş yok olmaya başlar. 21 Ocak 1898’de Yunan prensi Yorgi’nin vali olarak atanmasıyla adada yaşayan Müslümanlar için ayrılık günleri başlar. İnsanlar öldürülür, evleri ateşe verilir. Adayı terk etmek zorunda kalanlar Hamidiye gemileriyle başka yerlere taşınır. 1898’de başlayan göçler 1924 yılına kadar devam eder. Giritlilerin büyük bir kısmı İzmir ve Mersin’e yerleştirilirken bir kafile de Trablus ve Şam’a gönderilir. Sultan II. Abdülhamit Hazine-i Hassa’dan para harcayarak muhacirler için burada Hamidiye köyünü inşa eder. Bu günümüzdeki köy-kent projesinin bir benzeridir. Girit göçmenleri, düzgün yapılmış ve altyapısı olan köye yerleştirilir. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Osmanlı; Suriye ve Lübnan topraklarını kaybeder. 1920 yılında Fransız General Goru tarafından Büyük Lübnan Cumhuriyeti ilan edilir. Sınırlar yeniden çizilince Hamidiye köyü Suriye tarafında kalır. Böylece Trablus’taki Giritliler ile Şam’dakiler ayrılır. 35 kilometre uzaklıktaki akrabalar arasında iletişim günümüzde yok denecek kadar az. Lübnan’da kalan Giritliler, hep Girit’e tekrar dönmeyi beklemiş. Ancak Osmanlı’nın yıkılmasıyla umutları tükenmiş ve Trablus kentindeki mahallelerine hapsolup kalmışlar. Lübnan’da 1975’te başlayan ve 1990’a kadar devam eden iç savaşta Giritliler büyük bir zarar görmemiş; ancak bu durum onların bulundukları alanın dışına çıkmasını hep engellemiş.
Prof. Dr. Abdullatif Bekraki *SIKINTI ÇEKENLER ADINI SOYADINI DEĞİŞTİRDİ
Giritliler ile ilgili geniş bir çalışma yürüttüm. ‘Girit Adası ve Göçmenler Tarihi’ isimli kitap yazdım. Burada Giritli Müslümanların zorunlu göçünü ve Hamidiye köyüne gelişlerini belgelerle ortaya koymaya çalıştım. Giritliler gelince kalıcı olmak istememiş. Sultan II. Abdülhamit onlar için bir köy kurmuş. Hamidiye köyü bu manada müthiş bir projedir. Sultan, Giritlilere hep sahip çıkmış. Köyde onlara arazi ve ev vermiş. Benim tespitlerime göre, buraya 10 bin Giritli geliyor. Ancak daha sonra dağılıyorlar. Günümüzde Türkçe bilen kalmadığı gibi kültür de yok oluyor. Hatta bazıları yükselmek için ve daha rahat hareket etmek için adını ve soyadını değiştirdi. Burada âdet olduğu üzere babasının adını soyadı olarak aldılar. Lübnan’da değişik yerlerden gelen çok göçmen var; ancak sadece bize muhacir diyorlar. Bu da ayrı bir statü olsa gerek. Çünkü gelen babalarımız geri döneceklerini hesap etmiş. Ama Osmanlı yıkılınca burada kalıyorlar.
(*) Lübnan Kaslik Üniversitesi Tarih Bölümü
Prof. Dr. A. Nükhet Adıyeke * TÜRKİYE’DEKİ GİRİTLİLER LÜBNAN’DAKİLERİ BİLMEZ
Lübnan’da yaşayan Giritliler, 1898-1899 yıllarında yoğun olarak Kandiye (İraklion) ve civarından getirilerek yerleştirilmiş olanlardır. Bu grubun bölgeye yerleştirilmesi, Kandiye Olayları olarak bilinen ve 6-7 Eylül 1898’de yaşanan ayaklanmadan sonra gerçekleşmiştir. Kandiye Olayları, Girit’te muhtariyetin ilan edilmesini takiben büyük devletlerin adada resmî kurumlara el koyması sırasında yaşanır. Kandiye Limanı’nda bulunan Gümrük ve Vergi Dairesi’ni İngiliz askerlerinin teslim alması sırasında bunu protesto etmek isteyen bir grup Müslüman, limana doğru yürüyüşe geçer. Bu bir çatışmaya dönüşür ve iki gün boyunca Müslümanlarla Hıristiyanlar silahla çatışır. Bir de yangın çıkar. Olaylarda Müslüman ve Hıristiyanlardan çok sayıda kişi hayatını kaybeder. Olayların bastırılmasının ardından İngilizler yaptıkları yargılamalar sonucunda sorumluluğun Müslüman cemaatine ait olduğu sonucuna varır. Elebaşı olarak suçladıkları on yedi Müslüman’ı idam edip olaya karışanların tümünün aileleriyle birlikte sürgün edilmesini Osmanlı hükûmetinden talep ederler. Bunlar Trablus, Şam ve Beyrut’a gönderilir. Trablus’ta yaşayanlar bunlardır. Bunların en belirgin özellikleri, Girit’te taşıdıkları aile adlarını bugün de soyadları olarak kullanıyor olmalarıdır. Bekraki, bunun en güzel örneğidir. Türkçe Bekir ismine Rumca eklenen küçük (oğlu) anlamındaki ‘aki’ takısından oluşmaktadır ki bu, Girit’te aile adlarında çok kullanılan bir yöntemdir. Tıpkı Halilaki, Bayramaki gibi... Lübnan’da yaşayan Giritlilerin bilinmemesinin nedeni kanımca bu insanların yaşadıkları coğrafyanın sürekli bir gerginlik ve çatışma alanı olmasıdır. Bölgede yaşayan çok farklı grupların çatışmaları içinde bu grup dikkat çekici herhangi bir kimlik vurgusuna girişmemiştir. Türkiye’de yaşayan mübadiller ve diğer göçmenler çeşitli sivil toplum örgütlerinin çatısı altında örgütlenirken, bölgedeki akrabalarının varlığından bile habersizdirler.
(*) Mersin Ü. Fen-Edebiyat Fak. Tarih Bölümü
alıntı
23 Ağustos 2010 Pazartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)