28 Aralık 2009 Pazartesi

DEDEM DİMİTRİ...



Dedem Dimitri
Dedem DimitriÇok sevinçliyim?!.. Doktora tezimin konusunu seçme zamanım yaklaştıkça uykularım kaçıyor, uyuyabildiğimde de kabuslar görüyordum. Ama işte, korktuğum başıma gelmemişti. Kolayca altından kalkabileceğime inandığım bir tez konusu almıştım. İçeriğini tam detaylandırmasam da ana başlık: Lozan Nüfus Mübadelesi.Tez hocam Profesör Kevorkyan, “Bak hemşerim, bu konu çok yazılmış, çizilmiştir. Sakın kolayına kaçıp, baştan savma bir tez yazma. Hemşerimsin diye seni kayırırım sanma,”demişti.Üzme kendini hocam. Senin yüzünü kara çıkarmayacağım.Tez hocam Kevorkyan olunca çok korkmuştum; Ermeni asıllı bu sevimli ihtiyar tarihte olan biten her şeyin hesabını ya benden sormaya kalkarsa diye…Bu korkum da boşa çıkmıştı. Dünyanın bir başka ucunda, Kanada’da, gurbette köylüsüne rastlamış insanlar gibi kaynaşıvermiştik. Benim Türk olduğumu öğrendiği zamandan beri hep Türkçe konuşuyorduk. “Buralarda bu dili konuşabileceğim birilerini bulmak zor,” diyordu. Göz kırpıp, “Haaa bak küçük hanım! Tezini de Türkçe yazmak yok, onu İngilizce yazacaksın,” diye ekliyordu.Kevorkyan, tez konum belirlendikten sonra, “Bunu kutlayalım,” dedi. Kutlama olur da hiç kaçırır mıyım? Birlikte Ontaria’daki bir Yunan tavernasına gittik.Uzomuza eşlik eden mezelere hücum etmişken,“Mübadelenin etnik esaslı olduğu söylenir, ama ilginç, farklı durumlar da var,” dedim.Kevorkyan,“Ne gibi?” diye sordu.“Gerçi Anadolu topraklarında yerleşmiş Rum-Ortodokslar ile Yunanistan topraklarında yerleşmiş Müslüman Türkler zorunlu göçe tabi tutuldular; ancak Yunanistan’a göç edenler arasında dini ortodoks olan, ama tek kelime Rumca bilmeyen ve İncilleri dahi Türkçe olan insanlar vardı. Bunlar önemli iddialara göre Selçuklulardan önce Anadolu’ya gelip ortodoks olan Türk boylarından idiler. Buna benzer durumlar Yunanistan’dan Türkiye’ye göç edenler arasında da var.”Ben heyecanla kitabi, uzun cümleler kurup konuşurken, Kevorkyan kısa cümlelerle geçiştiriyordu. Ancak elinde olmadan benim sıkıcı ayrıntılara girmeme neden olacak sorular sorma tuzağına düşüyordu.“Bu konuyu çok araştırmış değilim. Emin misin?” diye sordu.“Herhalde yani hocam, ailem Mübadelede göç edenlerden.”“Senin bir mübadil torunu olman tezin için büyük bir avantaj,” dedi Kevorkyan.Kitaptan konuşmaya devam etmeye niyetli idim; ancak hocamın yüzünde muhtemelen “Yahu küçük hanım, n’olur bu işkenceyi yapma bana… Buraya eğlenmeye geldik; sırası mı şimdi dersten, tezden konuşmanın?” diye düşünen bir adamın yalvaran ifadesini fark ettim ve son bir cümle ile konuyu kapatmaya karar verdim..Ağzımda yutmağa çalıştığım Akdeniz mezeleri, yüzümde özlediğim bir lezzete kavuşmanın mutluluğu, haklısınız anlamında başımı salladım. Uzoma uzanırken:“Tarihin tekerleği her iki halkın üzerinden geçti. Tarihten, yüzlerce yıl bir arada yaşamış olmaktan, benzer kültürlerinden, ortak ezgilerinden, yemeklerinden, yaşam biçimlerinden kaynaklanan yakınlıkları vardı. Aslında aralarındaki fark, sadece rakı ile uzo arasındaki fark kadar,“ dedim.Bu sırada müzik grubu sahne almış, ezgisi ortak şarkılardan birini çalmaya başlamıştı.« Sala sala, mes sti sala ta milisameNa me paris, na se paro simfonisame. »Melodiyi yakalayıp, en şirin halimi takınarak şarkıya Türkçe eşlik etmeye başladım.« Bir dalda iki cevizAramız derya denizSen orada ben buradaNe bet kaldı ne beniz. »Kevorkyan da keyiflenmiş elindeki çatal bıçakla masaya vurarak tempo tutmaya başlamıştı.***Geç vakitte yurda döndüğümde gözümden uyku akıyordu.Başımı bir an önce yastığa koymak için sabırsızlanırken baş ucumdan hiç ayırmadığım iki eski resme gözüm kaydı. Biri dedemle birlikte olduğumuz, ben küçükken çekilmiş bir resim. Diğeriyse iki genç erkeğin görüldüğü daha eski bir resim. Bu sararmış resimde Selanik’te, arkalarında eski yazıyla Selanik Hatırası yazılı bez, Beyaz Kulenin önünde fotoğraf çektiren iki delikanlı yan yana poz vermiş objektife bakıp gülümsüyorlardı: Mehmet ve Dimitri. ..Mübadeleye tabi tutulan; biri Anadolu’dan, diğeri Yunanistan’dan göçe mecbur edilen iki ailenin çocukları.Aslında dedem kendisini mübadilden saymazdı. “Ben köşeden döndüm, be evladimu. Mübadil denmez bana,” derdi.O zaman ben bunun ne anlama geldiğini anlayamazdım.Yüklükte bir kutuyu karıştırırken bulduğum resimlerden birindeki iki delikanlının kim olduğunu sorduğumda da hep kaçamak cevaplar aldım. Ailenin diğer fertlerinden, ninemden, babamdan, annemden de aldığım cevaplar hep aynı türdendi. Gençlerden biri dedem, diğeri eski bir arkadaşıydı.Aslında dedemin ara sıra dalıp gitmesinden, yalnız kaldığı zamanlarda mırıldanıp, iç çekmesinden bir şeyler anlamalıydım. Gerçi bir şeylerden kuşkulanmıyor da değildim.Dedemin o müthiş sırrını öğrendiğimde on beş yaşımdaydım. Benim artık bu sırrı öğrenme ve saklama yaşımın geldiğini düşünmüştü herhalde. Ninemle birlikte bahçede otururken aniden “Bak sana ne anlatacağım,” diye başladı. Önce şaka yapıyor zannettim.-Şakası hiç eksik olmazdı zaten. İnanmadım, üsteledim. Ancak ninem de hikayeyi doğrulayınca ikna oldum. Öğrendikten sonra da defalarca dinlesem de gizemli bir masal gibi usanmadan, yeniden anlattırdım.O yaşta bir kız çocuğu için heyecan verici, matrak bir hikaye idi. Çarpılmıştım. Günlerce ağzım açık dolaştım. Dedemin peşinden ayrılmıyor, hayran hayran onu izliyordum. O benim için aşkı uğruna inanılmaz bir macerayı göze alan bir kahramandı.“Anlatsana be dede,” derdim.“Ne anlatayım be evladimu? Kaç kere anlattım, dinlemekten usanmadın mı?” dediğinde “Anlat işte!” diye üstelerdim.Dedem önce nazlanır, sonra ilk kez anlatıyormuşçasına bütün ayrıntılarıyla hikayesine başlardı.***Yeni bir hayata başlamak hiç kolay değildi. Hele bildik güzel bir memleketi bırakıp, bilinmedik yeni bir geleceğe doğru zorunlu bir yolculuğa çıkmak…Bütün göç hikayelerinde hüzün vardır. İnsan köklerinden, sevdiği topraklardan, komşularından kopmak istemez.Göçmek...Göç...Hicret...Daha da ötesi hicran.Yahu ben, öyle dindar falan da değildim. Kiliseye gitmiyorum diye köyün papazıyla papaz olmuştum.Helenikayı da bilmezdik be yavrumu.Yunanistan’a göçtüğümüzde şaşkındık.Günün birinde zabitler kapımıza dayandılar. Sizi Yunanistan’a göndereceğiz, buraya da oradan Müslümanlar gelip yerleşecek; toparlanın, hazır olun dediler. Ama niye, biz memleketimizden memnunuz; burada Hıristiyan, Müslüman hep birlikte yaşarız; aramızda hiç kavga gürültü olmaz; birbirimizi severiz sayarız dedik. Zabitler, bizi dinlemediler; biz bilmeyiz emir böyle dediler.Yanınıza fazla bir şey almayın; hayvanlarınızı, taşıyamayacağınız eşyaları ya satın, ya da komşularınıza bırakın demişlerdi.Önce inanmadık, olmaz böyle şey dedik; ancak iş ciddiydi. Yavaş yavaş toparlanıp, hazırlandık. Evimizi, bağımızı bahçemizi, pınarlarımızı, hayvanlarımızı, o senenin hasadından arda kalan ürünümüzü, ecdadımızın kabirlerini arkada bırakıp; komşularımıza veda edip, ağlaya sızlaya yanımızda götürebileceğimiz eşyalarımızla yola çıktık.İlkin katırlarla, arabalarla köyden Mudanya’ya indik. Oradan vaporla Tekirdağ’a gittik. Orda da biraz eğleştik. Sonra trenle Selanik...Güzelim memleketimizi bırakıp yaban ellere gelmiştik.Selanik’ten bizi bir kasabaya gönderdiler. Müslüman bir ailenin evine yerleştirdiler. İki katlı bir evdi. Evin bir katını boşalttılar. Bir katında onlar oturuyorlardı, bir katına da biz yerleştik.Uzun süre birbirimize alışamadık. Selam sabahın dışında pek bir şey konuşmuyorduk. Konuşmamamızın sebebi dilimizin farklı olduğundan değildi. Bizimkiler Türkçe dışında bir dil bilmiyorlardı zaten. Onlarsa Türkçeden başka konu komşudan öğrendikleri kadarıyla çat pat Urumca da konuşuyorlardı.Mutfağımız, banyomuz, helamız ortak idi. Evin içinde su yoktu. Bahçedeki kuyudan kovalarla taşıyorduk.Geldiğimizin ikinci günüydü. Anam elinin altında buyuracağı beni bulmuş olacak ki elime bir kova ile bir güğüm tutuşturdu. Kuyunun yerini öğreniver de şunları doldurup getiriver, dedi. Elimde kovayla güğüm bahçeye çıktım. Kuyunun yerini sorabileceğim karşıma çıkan ilk kişi yandaki evin küçük kızı idi: Ayşe, bizim yerleştiğimiz evin hanımının kız kardeşinin kızı…Karşı karşıya gelince birbirimize bakakaldık. Konuşamadım önce… İnsanın içine bir görüşte sevda ateşinin düşmesi buymuş meğer…Toparlanıp kuyunun yerini sordum. “Gel benimle, seni götüreyim”, dedi. Meyve ağaçlarının arasından geçtik. Büyükçe bahçenin bir köşesindeki kuyuya gittik. Bana yardım etti. Kuyunun başındaki kovayla çektiğimiz suyu benim götürdüğüm kovaya, güğüme doldurduk.Bahçedeki ağaçtan kopardığı iki incirin birini bana verdi.“Şu incir ağacını kıskanıyorum biliyor musun?” dedim.“Niye?” diye sorduğunda, “O kadar sağlam kökleri var ki onu toprağından söküp başka bir yere dikmek imkansız,” dedim. “Oysa biz!?..”Gözlerine baktım. Merakla bana bakan, hayatımda gördüğüm, görebileceğim bu en güzel gözlerde hüzün vardı.“Biz de kendimizi toprağımızda köklü zannediyorduk, ama koparıldık. İşte şimdi buradayız,” diye devam ettim.Bana hak veren bir ifade ile başını salladı :“Kuşlar bile istediği dala konar. Sen bu dala konma, şu dala kon denebilir mi?” dedi.O günden sonra Ayşe’yi görebilmek için kuyudan su taşıma işini gönüllü olarak üstlendim. Ayşe de öyle. Su taşımak bahanemiz, kuyunun başı buluşma yerimiz oldu. Haliyle de evimiz hiç susuz kalmadı.Bir süre sonra aileler birbirine alıştı. Kaynaştık. Farklı toprakların insanları olsak da aynı kaderi, aynı evi paylaşan iki aileydik sonuçta. Daha önemlisi hepimiz mağdur olan taraftaydık.Bazı akşamlar aynı evin içinde birbirimize misafirliğe giderdik. Konu hep memleket hikayeleriydi.Bizimkilerin hali haraptı… Memleketimizden ayrıldığımıza, doğduğumuz büyüdüğümüz, sevdalandığımız toprakları belki de bir daha hiç göremeyeceğimize hala inanamıyorduk. Onlarsa bizi avutmaya, gönlümüzü almaya çalışıyorlardı; ama yakın bir zamanda aynı akıbetin onların da başına geleceği akıllarına gelince üzerlerine bir hüzün çöküyordu.Halimiz haraptı, ama onların durumu da bizden farklı değildi. Ayrılık günleri yaklaştıkça kara kara düşünüyorlardı.Ayşe’nin babası komşumuz Salim Aga’ya bir haller olmuştu. O koca gövdeli, sert görünüşlü adam yumuşamış, dokunsan ağlayacak bir halde geziniyordu. Sabah erkenden, gün ağarmadan evinden çıkıyor; önce camiye gidip namazını kılıyor, sonra da dağ tepe dolaşıyordu. İlkin bahçesinde dolanıyor; ağaçlarına bakıyor, sarılıyor okşuyor; kümesindeki, ahırındaki hayvanlarına, ineklerine, eşeğine tavuklarına bir şeyler söylüyordu. Sanki onlarla vedalaşıyordu. Sonra da dağ tepe gezmeye başlıyordu. Karacaova’da sarılıp, okşamadığı, vedalaşmadığı tek bir ağaç kalmamıştı.Ben, o vakitler on dokuz yaşındaydım. Onların da Mehmet isimli ben akran bir oğulları vardı. Arkadaşları ne demekse ona Şuşut Mehmet derlerdi. Lakabı öyleydi. Boyumuz posumuz, yüzümüz birbirine pek benzerdi.Benim ilk görüşte sevdalandığım komşu kızı Ayşe, evin oğlu Mehmet’in teyze kızı idi.Zamanla Mehmet’le iyi ahbap olmuştuk. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyordu.Sık sık yaptığımız gibi bir gün yine kaçamak yapıp, mahalledeki diğer arkadaşlarımızla, Kokoz Ali, Burunsuz Yorgo, Baydak Salih’le birlikte Selanik’e gittiğimizde ırakı içip, çok sarhoş olduk. Yol üstünde rastladığımız bir şipşakçıda Mehmet’le ikimiz resim çektirdik.. Sana gösterdiğim bir resim var ya, o resmi işte…Beyaz Kule’ye yakın bir yerde denizin kenarına oturduk.Saatin ilerlediğine aldırmadan tatlı bir muhabbetin koynuna bırakıverdik kendimizi. O yaştaki erkek çocuklar bir araya gelince ne yapar? Karı kız muhabbeti işte…Mehmet, bir türkü tutturdu. Sonra ağlamaya başladı. Sarhoşluk işte. Meğer kara sevdalı imiş. Komşu köyden bir Hıristiyan kızını severmiş. Adı Eleni imiş. Ben de Mehmet’in teyzesinin kızına, Ayşe’ye gizliden sevdalanmıştım, ama açık etmiyordum.Efkar dağıtmaya gitmiştik, ama iyice efkarlandık.O gece eve döndüğümüzde aklıma bir cin fikir geldi: Mehmet’le kimliklerimizi değiştirecektik.Ben Mehmet’in ailesiyle memlekete geri dönecektim, Mehmet de benim kimliğimle Dimitri adını alarak Yunanistan’da kalacaktı; böylece hiç kimse memleketinden ve sevdiğinden ayrılmayacaktı.Sevda ateşi yüreğe düşünce akıl senelik izne çıkarmış, ama benim kafam çalışmıştı be yahu…Mehmet’in bu fikri seveceğinden nerdeyse emindim. Eleni’den ayrılmak istemezdi. Ailesini de ara sıra görmeye gelirdi. Ya ben? Niyetim sadece Mehmet’e kıyak yapmak değildi. Anamdan babamdan, kardeşlerimden ayrılmak kolay değildi, ama öbür tarafta da Ayşe’ye olan sevdam, daha da ötesi memleket hasreti vardı. Kafam karmakarışıktı.Ertesi sabahı zor ettim. Sabahın köründe Mehmet’i uyandırdım; planımı anlattım. Önce anlamsız anlamsız yüzüme baktı, olur mu gibilerinden.“Yahu, dedim biz birbirimize benzemiyor muyuz? Yaşlarımız da aynı sayılır. Bizi tanımayan kim bilebilir ki benim Dimitri, senin de Mehmet olduğunu? Yeter kiailelerimizi ikna edelim; onlar he derse bu iş olur.”“Delilik ulan bu!” dedi.“Tamam be biraderim, biz de delikanlı değil miyiz zaten!”“Peki ya ailelerimiz; sen ailenden ayrılabilecek misin?” dedi Mehmet.Ayrılmak zordu, ama başka çözüm yoktu ki.“Yahu Mehmet, gurbete çalışmaya gitsek ya da askere gitsek ailemizden ayrılmayacak mıyız?.. Ne farkı var ki?” dedim.Mehmet, ikna olmuş gibiydi. Sen ne uyanıksın, der gibi baktı:“Alavere dalavere …fan fini fiston fistana…” dedi ve güldü.Sırtıma muzırca vurduktan sonra,“Bak bu işi yapacaksak senin de sünnet olman lazım. Ne olur ne olmaz, önünde askerlik falan olacak, sünnetsiz olduğun fark edilirse başın derde girer,” dedi.Gırgır geçme der gibi gülmüştüm, ama o sıralarda yapılan bir sünnet düğününde sünnetçiyi ayarlayıp gizliden beni sünnet ettirdi. Eee tabii kolay olmadı. Kimseye çaktırmadan idare etmek daha zordu.***İki ailenin bir araya geldiği bir akşam konuyu açtık. Herkes şaşırmıştı. Önce itirazlandılar. Ama Mehmet’le benim kararlı olduğumuzu görünce çaresiz kabullendiler.Bir sabah erkenden kalktık. Ayrılık zamanı gelmişti… Mehmet, at arabasını hazırladı. Birkaç kap kacak, yatak döşeği,denklerimizi arabaya yükledik. Ayşe, bir daha böyle güzel şeftali bulup yiyemeyiz diye bir sepet rodakino almıştı yanına.Yorucu bir yolculuktan sonra Selanik’e geldik. Bizi götürecek vaporu beklerken, birkaç gün eğleştik.Ayrılık zor oldu. Mehmet’in ailesi, iki teyzesinin aileleriyle vapora, meşhur Gülcemal’e binip İzmir’e geldik.Böyle olmasını ben istemiş ve planlamıştım, ama garip duygular içindeydim. Hem seviniyor, hem hüzünleniyordum; yüreğimde anaforlar vardı. Memleketime yeniden kavuşmuştum, sevdalandığım kızla beraberdim; ama geride öz ailemi bırakmıştım. Anamı, babamı, kardeşlerimi bir daha ne zaman görebilecektim? Ayrılık-kavuşma, kavuşma-ayrılık; her şey iç içe idi.Mehmet’in ailesi, daha doğrusu benim yeni ailem nereye yerleşeceklerini bilmez, kararsız haldeydiler.Bir süre oradan oraya dolandırıldıktan sonra Ayşe’nin ailesiyle aynı kasabaya yerleştirildiler. Bir ay onlarla kaldım. Mehmet’in kimliği ile güvendeydim. Kendi köyüme gidemezdim. Tanınır, yakalanır, yeniden Yunanistan’a gönderilirdim.Sık sık Mehmet’in ailesini ziyaret ediyordum.İşin ikinci safhası benim için daha da zordu. En az yüz okka çeken, her zaman ciddi ve sert görünümlü olan Salim Aga’dan kızını istemek kolay iş değildi. Bir gün ziyaretlerine gittiğimde Ayşe’yi babasından istedim.Ortalık yeniden karıştı. Ama beni seviyorlar ve aileden sayıyorlardı. Biraz nazlandıktan sonra Ayşe’yi bana vermeyi kabul ettiler. Böylece kağıt üzerinde Mehmet teyzesinin kızı Ayşe ile evlenmiş oldu.***“Yaaa, dede kafam karıştı. Kim Dimitri, kim Mehmet?”“Yahu be evladimu, ne var karışacak! Ben Dimitri idim, Mehmet oldum; Mehmet de Dimitri oldu. Mehmet memleketinde kaldı, ben de memleketime geri döndüm.”“Offf, yine çok karışık. Peki sonra?”“Sonrası işte, bildiğin gibi…Büyük aşkımla, Ayşe ninenle evlendim, çocuklarım oldu, güzel torunlarım oldu.”Nineme baktım. Bizim konuşmalarımızı dinlerken tebessüm ediyordu. “Canım ninecim, tontoşum,” diye sarıldım.“Peki ya gerçek Mehmet’e ne oldu?”“Uzun zaman birbirimizden haber alamadık. Zor zamanlardı…Bir gün bir adam geldi bizim oraya. Dükkandaydım. Adım Dimitri, dedi. O kadar sene birbirimizi görememiştik, ama hemen anladım. Sarıldık birbirimize...Eleni’yle evlenmişti. Yanında karısı ve oğlu vardı. Bak, dedi karısını ve oğlunu gösterip, kaldığım iyi olmuş değil mi, dedi.Eve götürdüm. Ayşe nineni, teyzesini, anasını babasını, kardeşini görünce ağlamaya başladı. Sarılıp, karşılıklı ağlaştılar.Sonra ara sıra mektuplaştık. Birbirimizden haber aldık. Bir ara mektupların arası kesildi. Karısından mektup aldık. Meğer Alman işgaline karşı komitacılarla birlikte dağa çıkıp direnişe katılmış. Yaralanmış.Seneler sonra yine çıkıp geldi. Bu sefer yanında beş yaşında bir kız çocuğu da vardı. Almanları, vatanımızdan kovduk, dedi gururla. Gömleğini sıyırıp yara izini gösterdi.Sonra bir süre haber alamadık. İç savaşta başını yine belaya sokmuş. Faşistlerin eline düşmüş, hapse atılmış. Daha sonraları birkaç kere anası babası kardeşi de görmeye gittiler. Ben gidemedim.”“En son ne zaman görüştünüz, dede?”“Albaylar Cuntasının iktidarda olduğu sıralardaydı oğlundan bir haber aldık. Bu kadar rezalete dayanamıyorum, diyormuş. Bir sabah kalp sektesinden vefat etmiş. Ölmeden önce de benden söz edermiş. Epeydir görüşemedik diye…Allah rahmet eylesin.”***Ha Mehmet, ha Dimitri ne fark eder ki? Dedem dedemdi işte… Aşkı uğruna muhteşem bir macerayı göze alan bir kahramandı benim için. Hem nineme, hem de memleketine, doğduğu topraklara sevdalı biri!.. Ya öbür Dimitri !? O da bir kahramandı. Evlendiği kıza sevdalı; doğduğu, vatan saydığı toprakları işgalcilere karşı savunmuş, halkının mutluluğu için mücadele etmiş bir kahraman.Ah dedecik sağ olsan ne çok sevinirdin senin o müthiş maceranın doktora tezi konuma ilham verdiğine…ALINTI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder