29 Mayıs 2010 Cumartesi

GİRİT; ömre bedel..














GÜZELLER GÜZELİ GİRİT...














EGE UYGARLIKLARI...

Ege Uygarlıkları, günümüzde Avrupa kültürünün temelini oluşturduğu kabul edilen, Ege Denizi'nin Anadolu kıyıları ile Yunanistan yarımadasında ve Ege Denizi'ndeki adalarda gelişmiş büyük ve özgün ilk çağ uygarlığıdır. Başlangıçları Neolitik çağa dayanırsa da asıl tarihi Ege’de tunç uygarlıklarının çözüldüğü yerde İÖ 1200 den başlatılır. Yörede İÖ 3000-1000 arasında doğup gelişen bu tunç çağı uygarlıkları genellikle Ege uygarlıkları olarak bilinir. Ege Uygarlığı'nın temel coğrafi bölgeleri günümüzdeki Girit adası, Kiklad adaları ve Yunanistan'dır.


Konumu ve verimli niteliği nedeniyle Girit başlangıçta bu uygarlığın en önemli bölgesi olmuş, Avrupa topraklarındaki ilk gelişmiş uygarlık, Girit'te İ.Ö. ilk binyılda doğmuştur. Bu uygarlığın doğuşunu sağlayan etmenin, Anadolu ya da Suriye'den gelen göçmenlerin bakırın ve tuncun işlenmesini de birlikte getirmeleri olduğu sanılmaktadır.

Sir Arthur Evans, Girit'teki Tunç Devri uygarlığına, M.Ö. 10.yüzyıl ile M.Ö. 12. yüzyıl arasında gelişen Ege Tunç Devri'nde önce Girit adasındaki Minoslular, sonra da Yunanistan yarımadasındaki Mykenaililer ağır basmıştır. Minosluların ve Mykenaililerin etkisi, kolonileştirme ve ticaret yoluyla yayılmıştır.

Adadaki başlıca Tunç Devri merkezi olan Knossos'un efsanevi kralı Minos'un adından Minos uygarlığı adını vermiştir. Kyklades adalarındaki Tunç Devri uygarlığı Kykladlar Uygarlığı, Yunanistan yarımadasındaki de Yunanistan'ın eski adı Hellas'a dayanılarak Hellas Uygarlığı diye adlandırılır. Bu uygarlıkların gelişme aşamalarıysa, özellikle çömlekçilik üsluplarında açıkça görülen değişikliklere göre, ilk, orta ve son diye evrelere ayrılır. Yunanistan Yarımadasındaki Mykneai'den kaynaklanan uygarlığın adıysa Tunç Pevri uygarlığının Yunanistan yarımadasındaki, bazen de bütün Ege bölgesindeki son aşaması için kullanılır.

Ege uygarlığının üç ana evresi eski Mısır'daki Eski Krallık, Orta Krallık ve Yeni Krallık dönemleriyle kabaca aynı tarihlere rastlar. Ege uygarlığıyla ilgili yaklaşık tarihler de Mısır'la olan ilişkilere dayanılarak, ayrıca zaman belirlemede kullanılan bilimsel yöntemlerden yararlanılarak belirlenmiştir.



Bilgi Kaynakları

Sonraki Yunanlılar, kendilerinden önceki, demirin bilinmediği ve Homeros'un anlattığına göre silahların tunçtan yapıldığı daha önceki çağdan haberdardılar. Efsanelerinde bu çağdan kalma bazı adlar ve bazı gelenekler korunmuştur. Mykenai ve Tiryns'teki gibi, Tunç Devri'nden kalma dev boyutlu surlarla ilgili gerçek bilgilerse, ancak 10. yy'da yapılan kazılar sonucunda elde edilmiştir.

1876'da Heinrich Schliemann, Mykenai'de, içlerinde görkemli altın hazineleri de bulunan, sütuniu kral mezarları ortaya çıkarmış, buradaki, Tiryns'teki ve Yunanistan yarımadasının en güneydeki bölgesi olan Pe-loponnesos'un başka yerlerinde ortaya çıkarılan yapıtlardan, Tunç Devri'nin son dönemindeki Mykenai uygarlığı konusunda pek çok şey öğrenilmiştir. Söz konusu kalıntıların bazıları arasında saraylar, konsollu ve tonozlu, kovan biçiminde etkileyici' mezarlar ("tholps"lar) sayılabilir. 1890 yıllarında Kyklades adalarında da kazılar yapılmış ve Melos adasındaki Phylakopi'de Tunç Devri'nden kalma eksiksiz bir kent ortaya çıkartılmıştır.

1900'den başlayarak dikkatler Girit'e yönelmiş, Sir Arthur Evans'ın Knossos kralı Minos'un büyük sarayını ortaya çıkarmasından sonra, adalarda Mykenai uygarlığından daha eski ve ona kaynaklık etmiş bir Minos uygarlığı gelişmiş olduğu anlaşılmıştır. İki dünya savaşı arasındaki dönemde Yunanistan yarımadasında da çalışmalara başlanmış ve Cari Blegen 1939'da Pylos'ta (Navarin), Nestor'un iyi korunmuş sarayını bulmuştur. Son yıllarda da Nikolaos Platon, Girit'in doğusundaki Zakros'ta bir Minos sarayı ortaya çıkarmış, Spyridon Marinatos, yanardağ kökenli Thera (Santorini) adasındaki Akrotiri'de, küller altında kalmış zengin bir Minos yerleşme merkezi bulmuştur.



İlk Ege Halkları

Cilalı Taş Devri'nde Yunanistan yarımadasında ilkel avcı topluluklar yaşıyorlardı. İ.Ö. 16000 binyılda (ya da daha öncesinde) Anadolu'dan ve daha doğudan (Mezopotamya'dan) gelen halk toplulukları Ege denizine ulaşıp, Girit'e ve Yunanistan yarımadasının bazı yerlerine yerleştiler. Bu topluluklar, taştan yapılmış aletler kullanmayı sürdürüyor, ama tarım yapmayı da biliyorlardı. Tunç Devri'nin başlarında, İ.Ö. 3000'e doğru doğudan yeni göçmenlerin Ege bölgesine geldikleri sanılmaktadır. Ege bölgesinde Tunç Devri'ndeki ilk yerleşme merkezleri genellikle küçük, ama iyi savunulabilecek konumlarda yapılmış yerlerdi; çevreleri de sağlam duvarlarla çevrilmişti. Bu yerleşme merkezi biçimi, o dönemde küçük saraylarda oturan reisler tarafından yönetilen çok sayıda bağımsız küçük devlet bulunduğunu düşündürmektedir. Tunç Devri'nin sona erdiği ve Ege bölgesinin birbirleriyle sürekli savaşan küçük topluluklara bölündüğü İ.Ö. yaklaşık 1000 yıllarında da, durum aşağı yukarı aynıdır.

Knossos ve Tiryns gibi merkezlerin adlarının, Hint-Avrupa kökenli olduğu sanılmakta ve Tunç Devri'nin başlangıç döneminden ya da daha öncesinden kaldıkları düşünülmektedir. İlk Ege halklarının ortak bir dili ya da birbirleriyle akraba dilleri (bunların daha önce Anadolu'da konuşulmuş dillerle de bağları vardır) konuşuyor olmaları, yüksek bir olasılıktır. Ayrıca, Ege bölgesinde tunçtan yapılma aynı tip aletler ve silahlar kullanılmış, altın ve gümüş kuyumculuğunda da aynı üsluplar egemen olmuştur. Buna karşılık, özellikle çömlekçilikte ve gömme geleneklerinde, önemli yerel farklılıklar vardır. Nitekim Girit'in bazı yerlerinde, bütün bir klanın birkaç kuşak boyunca ölülerini gömmeleri için daire biçiminde kirişli ve tonozlu mezarlar yapılmış, buna karşılık Yunanistan yarımadasında, daha küçük bir ailenin ölülerine yetecek büyüklükte mezarlar yapılmıştır. Kyklades adalarındaysa, bireysel mezarlar ağır basmıştır.



Minos (bak. Minos Uygarlığı)

İ.Ö. yaklaşık 2500'den başlayarak Girit'te, yazının geliştirilmesiyle ve yazılı taşların yaygın kullanımıyla dikkati çeken bir uygarlık ortaya çıkarak gelişmeye başladı. Kyklades adalarında ve Yunanistan yarımadasında (özellikle de Lerna) da, büyük bir olasılıkla yazı kullanılmaya başlanmıştı. Ama doğudan ve kuzeyden gelen halkların akınları bu bölgelerde uygarlığın gelişmesini geciktirdi. Anadolu'dan gelen halklar İ.Ö. 2200'e doğru Kyklades adalarının çoğunu ele geçirip, Yunanistan yarımadasında da Lerna'ya ve Peloponnesos'un doğu kesimindeki başka yerleşme merkezlerine yerleştiler. Birkaç yüzyıl sonra Balkanlar'dan gelen halkların da Pelo-ponnesos'a girdikleri ve Lerna'da izler bıraktıkları sanılmaktadır. Bu kuzeyden gelen halkların, bir Hint-Avrupa dili konuşmuş olabilecekleri, bunun da Yunanca'nın ilk biçimi olabileceği düşünülmektedir.

Bu akınların Girit'e ulaşmadığı sanılmaktadır. Bu sayede de Minos uygarlığının gelişmesi sürmüş, Phaistos Knossos, Mallia ve Zakros'ta büyük saraylar kurulmuştur. Knossos ve Phaistos'da kurulan ilk saraylar, İ.Ö. 1700'e doğru, belki de Girit devletleri arasındaki sa, aşlar sırasında yakılıp yıkılmıştır. İ.Ö. 2000'den daha önce, Girit ile Peloponnesos arasındaki Cerigo (Kythera adasındaki Kastri'de bir Girit kolonisi kurulmuş, İ.Ö 1700'den sonraysa, Kyklades adalarının çoğunda, bu arada Thera'daki Akrotiri'de, Milos'taki Phylako: Kea'daki Haghia İrini'de çok sayıda Giritli yerleşmec görülmeye başlanmıştır.

Kyklades adaları ile Yunanistan yarımadasının batı kesiminin de bu dönemde Girit'e haraç ödediği sanılmaktadır. Nitekim, Kyklades adalarını yönetmiş olan kral Minos'un oğullarıyla ilgili efsanelere göre Atina'ya kabul ettirilmiş gençlerle ilgili haraç konusundaki efsanede, bundan söz edilmektedir. Mykenai'deld İ.Ö. 16. yy'dan kalma sütunlu mezarlar ve içlerinde bulunan bol miktarda eşya, söz konusu dönemden kalmadır. Mezarlarda bulunan görkemli kılıçlar, kakmalı hançerler, üstlerine savaş ve av sahneleri kazınmış altın yüzükler vb. çok değerli buluntularının pek çoğunun, Giritli sanatçılar tarafından yapıldığı sanılmaktadır.



Miken (bak. Miken Uygarlığı)

Yakın döneme kadar arkeologlar, Thera'daki yerleşme merkezlerinin İ.Ö. yaklaşık 1500 yıllarındaki bir yanardağ püskürmesi sonucunda lavlar altında kaldıklarını düşünüyorlardı. Ama gelişmiş tarih belirleme teknikleri sayesinde, söz konusu püskürmenin İ.Ö. 1628'e doğru gerçekleştiği anlaşılmıştır. Bu durumda, söz konusu yerleşme merkezlerinde yaşamın sona ermesinin nedenleri karanlıkta kalmayı sürdürmektedir. Daha sonra, İ.Ö. 1450'ye doğruysa Girit'i Yunanistan yarımadasından gelen istilacılar ele geçirmiş, Kyklades adalarını da işgal ederek, Melos adasındaki Phylakopi'deeski bir sarayın yerinde yeni bir saray yapmışlar ve kentin çevresini savunma duvarlarıyla çevirmişlerdir.

Phylakopi'deki gibi, Yunanistan yarımadasında yapılmış saraylar da, Minosluların saraylarından farklıdır. Bu sarayların ortasında, orta Tunç Devri'nde yarımadada yapılan uzun ev modeline uygun, büyük bir merkezi ocağı ve sütunlu bir girişi bulunan geniş bir galeri yera-lır. Homeros'un Odysseia'sında bu tür saraylar betimlenmiş ve söz konusu galeri tipine "megaron" adı verilmiştir. Megaronun sütunlu girişinin önünde, çeşitli odaların ve büroların açıldığı bir avlu bulunur. Minosluların saraylarıysa dikdörtgen biçiminde geniş bir avlunun çevresinde kurulmuşlardır; bu avlu, belki de dinsel nedenlerle, kuzey-güney yönündedir. Girit'i ele geçiren Mykenaililer Phaistos, Maliia ve Zakros saraylarını yıkmışlar, buna karşılık Knossos'taki sarayı yıkmayıp, kendilerine uyarlamışlardır. Phaistos yakınındaki Haghia Triada'daysa, küçük bir Minos sarayının kalıntıları üstüne, yarımada tipi bir saray kurdukları sanılmaktadır.

Yeni gömme gelenekleri ve çömlekçilikteki değişiklikler de, İ.Ö. yaklaşık 1450'den sonra Knossos gibi yerleşme merkezlerinin Yunanistan yarımadasından gelme toplulukların eline geçmiş olduklarını göstermektedir. Üstünde yazılar bulunan çok sayıda levhanın ortaya çıkarıldığı Knossos'ta, Girit'in Mykenaililer tarafından ele geçirilmesinden önce kullanılan çizgisel A'dan ayırt etmek için çizgisel B diye adlandırılan bir yazı kullanılmıştır. 1952'de, bu levhalardaki yazılar Mikhail Ventris tarafından çözülmüş ve Yunanca oldukları anlaşılmıştır. Bu sonuç kabul edilirse, Girit'i ele geçiren Mykenaililerin Yunanca konuştukları ve Dor olmayan Yunanlılardan oldukları sonucuna varmak gerekir.

M.Ö. 1450 yılından başlayarak ve sonraki yıllarda Mykenai egemenliğinde olan Ege bölgesinde, tek biçimli bir uygarlık oluşmuşsa da, yerel farklılıklar (özellikle çömlek süsleme üsluplarında) sürmüştür. Yunanistan yarımadasında, Mykenai, Tirgos, Pylos ve Thebai gibi yerleşme merkezlerindeki ve Girit'teki Knossos'taki saraylar, çok sayıda bağımsız devletin birarada yaşamış olduklarını ortaya koymaktadır. Büyük bir olasılıkla, bu devletlerin bir bölümü, Tunç Devri'nin sona ermesinden önce ötekiler tarafından yutulmuştur. Özellikle Knossos'taki sarayın, son olarak İ.Ö. XIV. yy'da yıkılmış olduğu düşünülmektedir.

Kral cenazelerinin gömüldüğü daire biçiminde ve tonozlu "tholos"ların en büyüklerinin (bunların arasında Atreus hazinesi de vardır) bulunduğu Mykenai'nin, İ.Ö. 18. yüzyıl'da Ege bölgesinin büyük bölümünü denetimi altında tutan minyatür bir imparatorluğun başkenti olduğu sanılmaktadır. Günümüzde Anadolu'da bulunmuş Hitit metinlerinde geçen "Ahhiyava" ile Homeros'un Truva'yı kuşatan Yunanlılara verdiği ad olan "Akhaioi"nin aynı sözcük olduğu sanılmaktadır; bu doğruysa, söz konusu Mykenai İmparatorluğu'nun ya da daha küçük bir devletin varlığı da doğrudur. O tarihlerde Mykenaililer, Anadolu'nun batı kıyısındaki, Mi-nosluların kendilerinden önce kolonileştirdikleri Miletos gibi merkezleri de egemenlikleri altına almışlardır.



Batı Anadolu Uygarlığı (bak. Truvalılar (Troya Medeniyeti))

Bu uygarlığın önemli merkezi, Çanakkale yakınında Hisartepe höyüğünde yapılan kazılarla ortaya çıkanlan Truva'dır. Burada üst üste kurulmuş dokuz şehir kalıntısı bulunmuştur. Bunlardan birinci ve ikinci Truva, Ege uygarlığı ile ilgilidir. Birinci Truva İ.Ö. 3000'den İ.Ö. 2600'e kadar sürmüştür. Bu şehir, alçak bir tepe üzerinde kurulmuş ve surla çevrilmiştir. Evlerin arasında bulunan belgelerden, bu zamanda yaşayan insanların tarım işleriyle uğraştıkları, hayvan besledikleri ve avcılık yaptıkları anlaşılmaktadır. İkinci Truva, İ.Ö. 2500 yıllarında kurulmuştur. Bu şehir, kaim ve kuvvetli surla çevrilmiş bir kaledir. Kalenin ortasıda hükümdarın sarayı bulunmaktadır. Bu saray, megaronlardan meydana gelmiştir. Megaronlar, Ege bölgesinin en eski bir ev tipidir. Temelleri taştan, üst böölümleri kerpiç ve tahtadandır. İkinci Truva döneminde, maden araçlar kullanılmıştır. Bunlar arasında hançerler, baltalar, bıçaklar, testereler, törpüler, ok uçlan ve çiviler vardır. Bu araçların bir bölümü tunçtan yapılmıştır. Yine bu dönemde topraktan kap yapma sanatı ilerlemiş, pişirme yöntemi gelişmiş, siyah vazolar yanında kırmızı vazolar yapmak yolu bulunmuştur. Megatonlarda definelere de rastlanmıştır. Bu definelerden birinde 3 alınlık, 60 küpe, 6 bilezik, 15 altın ve gümüş vazo, çok sayıda boncuk çıkmıştır. İkinci Truva uygarlığı geniş bir alana yayılmıştır. Bu uygarlığın başlıca özelliği maden eşyanın çokluğudur. İkinci Truva şehri, İ.Ö. 2000 yıllarında bir yangın sonucunda bütünüyle harap olmuştur.



Ege Uygarlığının Çöküşü

M.Ö. 1200'e doğru Yunanistan yarımadasındaki saraylar yıkılmış ve bir daha da yapılmamıştır. Ama Mykenai, Tiryns ve Girit'teki Knossos gibi kentlerde, daha küçük boyutlarda da olsa, yerleşme sürmüştür.

Uzmanlar sarayların yıkılmasıyla ve Mykenai uygarlığının ortadan kalkmasıyla ilgili çeşitli kuramlar öne sürmüşlerdir. Bir görüşe göre, Mykenaililer, kuzeyden gelen Yunanlı işgalcilerin topraklarına yerleşmeleri sonucu ortadan kalkmışlardır; ama bu durum, çizgisel B yazısının Yunanca olduğu görüşüyle bağdaşmamaktadır. Mykenai uygarlığının yok olmasına yol açmış olabilecek başka bir öge de, Peloponnesos'a giren en son Yunan dalgasını oluşturan Dorlardır; ama Dorların da bölgeye, daha sonra gelmiş oldukları düşünülmektedir. Mısır'a da saldırmış olan Deniz Halklarının akınlarının ve bunların yanı sıra uzun süreli kuraklık ve kıtlığın bir boşluk yarattığı, bu boşluğu daha sonra Dorların doldurduğu da ileri sürülmektedir. Bir başkakurama. görey-se, çökmenin nedeni, Mykenai devletleri arasındaki savaşlardır.

Yıkımlardan hemen sonra, Peloponnesos'tan gelen Mykenaili sığınmacılar Kykiades adalarına ve Girit'e göçmüşler, hattâ Kıbrıs'a ulaşmışlardır. Bununla eşzamanlı olarak, Mykenai dünyasının kuzey sınırlarının ötesinden gelen halkların, İ.Ö. 1200 yıllarından sonra Yunanistan yarımadasının güney kesimlerine yerleşmeye başladıkları, yeni gömme geleneklerini ve giyim biçimlerini de birlikte getirdikleri açıkça bilinmektedir. Doğal olarak bu yeni gelen halklar, yerli nüfustan arta kalanlarla karışmışlar ve Mykenai uygarlığının bazı yanlarını benimsemişlerdir. Mykenai uygarlığının bu taktik biçimleri, yerel farklılıklar göstererek, Tunç Devri'nin sonuna kadar sürmüştür. O tarihten sonraysa, İ.Ö. 11.yüzyıl'a doğru söz konusu karma uygarlık, bazı bölgelerde, özellikle Attike'de gelişerek, klasik Yunan uygarlığını" temelini oluşturmuştur.

Mykenai dünyasının çökmesine neyin yol açtığı, Ege uygarlığıyla uğraşan uzmanların önünde duran en bilinmeyen ve çözülmesi en güç sorundur. Tunç Devri'nin Girit'teki ve Ege bölgesinin öbür merkezlerindeki başlangıcından öğrenilecek çok şey vardır. Ayrıca Thera adasındaki Akrotiri'de ve Mykenai, Tiryns ve Knossos gibi yerleşme merkezlerinde sürdürülmekte olanlardan görkemli sonuçlar alınmaktadır.





- Derlemedir -
alıntı

DUYGU DA ORTAK TÜRKÜ DE....

İSKENDER ÖZSOY'un kaleminden




Onlar dedelerinden, babalarından dinledikleri "memleket" öyküleriyle büyüdüler.

Yazları bağda, bahçede ve belki bir kuyu başında; kışları tek göz odada soba başında ve belki mutfakta kabak börekleri pişer, ayran çalkalanırken kuzine karşısında.

Nasıl da heyecanlıydılar.

Günler geçmek bilmedi.

Kolay mı, "kök"lerinin filizlendiği topraklara gideceklerdi.

O topraklar dedelerinin, ninelerinin doğduğu topraklardı, yıllarca anlatılan "memleket"ti.

O topraklar, Yunanistan’la 30 Ocak 1923 tarihinde Lozan’da imzalanan nüfus mübadelesi sözleşmesiyle zorla ve zorunlu olarak terk edilen topraklardı.

O topraklar ata mirası topraklardı.

O topraklar Selanik, Drama, Kavala, Kozani, Langaza, Kılkış, Florina,Yenice-i Vardar, Karaferye, Vodina, Yanya, Serez, Nasliç, Ağustos, Alasonya, Grebene, Kayalar’dı.

Ve Midilli, Girit, Limni ve Sakız adalarıydı.

Lozan Mübadilleri Vakfı’nın 15-19 Mayıs 2009 tarihleri arasında ata topraklarına düzenlediği ve benim beşinci kez katıldığım yolculuğa 41 kişi çıktık.

Yolculuk Tuzla’dan başladı.

Tuzla’dan yola çıkanlar üçüncü ve dördüncü kuşak mübadildi.

16 Mayıs’ta gün ışırken İpsala ve Yunanistan tarafında Kipi gümrüklerini geçip Gümülcine’de kahvaltımızı yaptıktan sonra mübadelede sınır kabul edilen Karasu (Nestos) Nehri’ni geride bırakarak Drama’ya uğradık.

Drama’da Karpuzkaldıran (Ayavarvara) Parkı’nda, çok kısa bir mola verip ata topraklarına yolculuğa İstanbul’dan katılan dört kişilik Filiz Ailesi’ni köyleri Borovo’ya (Potami) yolcu ettikten sonra Kozlu’ya (Plataina) gittik.

Kozlu, mübadelede iskân edildikleri Samsun’un Alaçam ilçesini terk ederek İstanbul’un Tuzla ilçesine yerleşen İbrahim (İbiş) Ağa’nın köyüydü.

Köy kahvesinde bizi Kozlu’nun en yaşlı sakini, 1906 yılında Mudanya Dereköy’de doğan Tanaş Çakır karşıladı.

1922 yılında ailesiyle Dereköy’den kaçarak Kozlu’ya gelen Tanaş Çakır, mübadeleye kadar iki yıl Türklerle beraber yaşadıkları için İbiş Ağa’yı ve kardeşlerini tanıyordu. İbiş Ağa’nın üçüncü ve dördüncü kuşak torunları babalarının, dedelerinin dedesini tanıyan Çakır’la Türkçe sohbet ettiler.

Kozlu’dan güzel anılarla ayrıldıktan sonra Serez’e uğrayıp, kalesindeki çay bahçesinde soluklanıp ilk geceyi geçireceğimiz Selanik’e ulaştık.



KILKIŞ’TA 3 KÖY



Ata yadigârı topraklarda ikinci gün Atatürk’ün Evi’ni ziyaretle başladı.

Evin Apostolou Pavlou Caddesi’ne açılan kapısında şu yazı dikkati çekiyordu:

"Türk Milletinin büyük müceddidi ve Balkan İttihadının müzahiri Gazi Mustafa Kemal burada dünyaya gelmiştir. 29 Ekim 1933"

Beyaz Kule ve Yedikule’yi gördükten sonra sıra Kılkış’ı ve köylerini gezmeye gelmişti.

Kılkış’ı üç köyüne uğramamız gerekiyordu.

Önce Sevindikli’ye (Eptalofos) uğradık.

Sevindikli ata topraklarına yolculuğa Tuzla’dan katılan İş ve Nalbant ailelerinin torunlarının ortak köyüydü.

Anadolu’dan gelen Rumlar mübadeleden sonra uzun süre Sevindikli’de Türklerin bıraktıkları evlerde yaşamışlar. Bir zamanlar meyve ağaçlarıyla dolu bereketli topraklara sahipmiş Sevindikli. Köy bademleriyle de çok ünlüymüş. Yunanistan iç savaşında yakılan köyün sakinleri 1948 yılından itibaren yeni kurulan Sevindikli’ye taşınmaya başlamış. Eski köy 1958 yılında tamamen boşaltılmış. Terk edilen evlerin temel taşları, çevre köylerde yapılan evlerde kullanıldığı için Sevindikli’de ayakta ev kalmamış.

Yeni kurulan köyün kahvesinden yanımıza gönüllü bir rehber alarak eski köye uğradık. Eski Sevindikli’de geçmişten kalan tek iz olan okul kalıntıları önünde fotoğraflar çekilip, anı olarak topraklar alındıktan sonra Paprat’a (Pontokerasia ) gittik. Yüz hanelik Paprat’ta bugün Karadeniz ve Kafkasya’dan gelenler yaşıyor.

Gönüllü rehberimizi köyüne bıraktıktan sonra sıra Kılkış’ta uğrayacağımız üçüncü köy Sarıdoğanlı’ya (Petrades) gelmişti. Sarıdoğanlı’ya uğramadan önce yolumuzun üstüdeki Karamahmutlu’ya (Mavroplagia) uğrayarak daha önceden tanıdığımız Samsunlu Sava Anastasiyadis ve eşine "merhaba" deyip hediyelerini verdikten sonra yine Nalbant ailesinin büyüklerinin köyüne vardık. Sarıdoğanlı’ya mübadele döneminde Samsun ve Giresun’dan 80 hane yerleştirilmiş. Ölümler ve genç nüfusun kente çalışmaya gitmesi sonucu köyde bugün hayvancılık yapan beş haneyle bir iki dul kadın yaşıyor.

Sayılı saatler çabuk geçmişti.

Kılkış’tan ikinci geceyi geçireceğimiz Kastorya’ya doğru yola çıkarken torun mübadillerin yüzlerine büyüklerinden yıllarca dinledikleri yerleri görmenin mutluluğu yansımıştı.

Güzel bir Kastorya sabahında kenti ve göl çevresini gezdikten sonra Vodina’ya (Edessa) gittik.

Vodina’da ilk işimiz insana huzur veren şelale parkını gezmek oldu.

Daha sonra Vodina’daki mübadil derneklerinden H Mbiga’nın Başkanı Maria Bouzoura ve yönetim kurulu üyeleriyle öğle yemeğinde buluştuk.

Yemekten sonra Kaymakçalan Dağları’nın eteklerindeki köylerini ziyarete başladık.

Kapinyani (Exaplatanos), Çerneşovo (Grafi) ve Fuştan (Fustani) köylerinde yaşayanlar bizi otobüsün kapısında "Hoş geldiniz.Neredensiniz bakalım?" diye karşıladı.



TÜRKÜLERİMİZ ORTAK



Köylerin kahvelerinde kurulan sohbet masaları iki ülkenin ortak türküleri ve şarkılarıyla şenlendi.

Ancak zamanımız kısıtlıydı.

Çünkü H Mbiga’nın yönetecileri grubumuza verecekleri akşam yemeği için tavernada bizi bekliyordu.

Dernek başkanı Bouzoura yemek başlamadan önce yaptığı konuşmada "Burada sizlerle bir arada olduğumuz için sevinçliyiz. Tek dileğimiz iki ülkenin insanlarının birbirleriyle arkadaş olması ve bir arada yaşaması. "dedi.

Ortak türkülerin, şarkıların söylediği, bir sirtaki bir harmandalı;bir zeybek bir kasap oynandığı gece sona erdiğinde yemeğe katılan herkesin kanısı iki ülke insanın duygularının da ortak olduğuydu.

…….

Son gün.

Artık dönüş yolundayız.

Ama uğramamız gereken iki kent daha var.

Önce bugünkü adı Gianitsa olan ova kenti Yenice-i Vardar.

Müslümanların kutsal kabul ettikleri kentte vardığımızda yıllarca depo ve işyeri olarak kullanılan Gazi Evranos Bey Türbesi’nin restorasyonunun tamamladığını, Yunanistan’daki yedi saat kulesinden ayakta kalanı ve en güzeli olan saat kulesinin restorasyonunun başladığını görmek bizi sevindirdi.



GÜNLER AKIP GİTTİ



Kentten ayrılırken grubumuzdaki bazı arkadaşların daha önceden tanıdığı Gianitsa Küçük Asyalılar Derneği’nin yöneticilerinden Trabzon kökenli sigorta acentası sahibi Dimitris Grigoriadis’le karşılaştık.

Grigoriadis’in ısrarlı davetini kıramayarak gittiğimiz kahvede gösterilen konukseverlik hepimizi duygulandırdı.

Kahvenin müşterileriyle sohbet güzeldi ama önümüzde uğranılacak Kavala ve ondan sonra dönüş için uzun bir yol vardı.

Grigoriadis’ten izin isteyerek Yenice’den ayrıldık.

Kavala’ya ulaştığımızda Kanuni döneminden kalma su kemerlerini, kale içindeki Osmanlı mahallesini, Kavalalı Mehmet Ali Paşa heykeliyle evini, İbrahim Paşa Camii’ni ve bugün otel olarak kullanılan imarethaneyi gezip gördükten sonra öğle yemeği molası verdik.

Artık dönüş zamanı.

Saatler, günler akıp gitmişti.

Tuzla’da başlayan yolculuk yine aynı yerde sona erdiğinde ata topraklarına bir sonraki yolculuğun planları yapılmaya başlanmıştı bile…
alıntı

85. Yılında Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi..

85. Yılında Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi




Utku Kızılok



Eylül 2008



Savaşın, acının ve gözyaşının olmadığı, insanların eşit ve müreffeh yaşayabileceği yepyeni bir toplumun nesnel olanaklarını yaratmış bulunan insanlık, ne yazık ki hükmünü hâlâ icra eden kapitalist düzende, bir kez daha emperyalist savaş cehennemine çekiliyor. 1990’larda Balkanlar’a ve Irak’a düşen emperyalist savaş alevleri, geldiğimiz evrede, dünyanın pek çok bölgesini etkisi altına almış bulunuyor. ABD’nin fişteklemesiyle Gürcistan’ın Osetya’ya saldırması ve Rusya’nın buna karşılık vermesiyle emperyalist sıcak savaşın Kafkasya cephesi de alev almış bulunmaktadır. Elbette savaşın genişlemesi demek, daha fazla insanın acı ve gözyaşına boğulması demektir. Balkanlar’da, Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de, Afrika’nın çeşitli ülkelerinde ve Gürcistan’da süren savaş milyonlarca insanın hayatını tarumar etmiş durumda. Milyonlarca insanın kanı ve gözyaşı toprağı suluyor, yıkım ve acı insanları kasıp kavuruyor. Katliamları ve yıkımları, insanların köklerinden sökülüp atılması, evlerini ve yurtlarını terk ederek göçmen konumuna düşmesi izlemektedir. Kısacası, egemenlerin çıkar savaşları bir kez daha halkların büyük ve kalıcı trajediler yaşamasına neden oluyor.



Bundan tam 85 yıl önce yaşanan Türk-Yunan zorunlu nüfus mübadelesi de, emperyalist savaşın neden olduğu büyük bir trajediydi. I. Dünya Savaşı yalnızca milyonlarca insanın ölmesine, sakat kalmasına ve kentlerin yıkılmasına neden olmadı, beraberinde, yüzlerce yıl aynı topraklarda iç içe yaşayan, birbirlerine karşı düşmanlık beslemeyen halkların, dolayısıyla da kültürlerin kökünden sökülüp atılmasına da neden oldu. 30 Ocak 1923’te Lozan’da Türkiye ve Yunanistan’ın imzaladığı mübadele sözleşmesiyle 1,5 milyondan fazla insan topraklarından sürüldü. Lozan sözleşmesine göre, Anadolu’da yaşayan Rum-Ortodokslar ile Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar karşılıklı olarak mübadele edilecekti ve mübadele zorunluydu. Eylül 1922’de bozguna uğrayan Yunan ordusunun Türkiye’den çekilmesiyle, Anadolu’nun içlerinden, Karadeniz’den ve Ege’den yüz binlerce Rum-Ortodoks –ve belirli sayıda Ermeni– katliam korkusuyla topraklarını terk ederek Yunanistan’a geçmişti. Zorunlu mübadele sözleşmesiyle, yerini yurdunu terk eden yüz binlerce insanın geriye dönmesinin önüne geçildi ve kalanlar da takas edildiler. Derin yaralara yol açan Lozan zorunlu mübadele sözleşmesi, bu konuda tarihte ilk örnekti ve kısa zamanda uluslararası burjuva hukukun bir parçası haline gelerek emsal teşkil etmeye başlayacaktı.



Rum ve Müslüman halkların yaşadığı büyük trajedide Türk ve Yunan egemenlerinin sorumluluğu büyüktür. Her iki ülkenin egemen güçleri de emperyalistlerin yanında saf tutarak paylaşımdan pay kapmaya çalışmışlardır ve halkların içine sürüklendiği derin travma, hiçbir şekilde Türk ve Yunan egemenlerinin derdi olmamıştır. Onlar, egemenliklerini yükseltecekleri topraklarda, sakıncalı gördüklerini karşılıklı olarak temizlemişlerdir. Ne var ki, tarifsiz acılara yol açmış böylesi büyük olaylar, bir çırpıda toplumların kolektif hafızasından silinip gitmez. Zira gerçekler direngendir ve önünde sonunda kendini dışa vuracak kanallar bulur. Nitekim son senelerde tarihin bu sarsıcı trajedisi, çağdaşı Ermeni kırımı gibi gündeme gelmektedir. Gerek Ermeni kırımı gerekse mübadele trajedisi meselesinde devrimci işçi sınıfının tutumu nettir: tarihsel gerçeklerin gözler önüne serilmesi, dersler çıkartılması ve halkların kardeşliği doğrultusunda enternasyonalist çizginin kalınlaştırılması!



I

Osmanlı İmparatorluğu, medeniyetin ilk filiz verdiği, sayısız uygarlığın kurulduğu ve sayısız halkın birbirine karışarak iç içe yaşadığı topraklar üzerinde egemenliğini sürdürmekteydi. Ermeni, Türk, Rum, Süryani, Kürt, Yahudi, Arnavut, Bulgar, Sırp, Hırvat, Rumen, Arap ve burada ismi geçmeyen diğer pek çok halk, Küçük Asya’da (bugünkü Türkiye), Balkanlar’da ve Ortadoğu’da iç içe yaşamaktaydı. Lakin Osmanlı’nın nüfus politikası, özellikle de Balkanlar’da iç içe yaşayan halkların bu durumunu daha da içinden çıkılmaz hale getiren cinstendi. Egemenliğini pekiştirmek isteyen Osmanlı despotizmi, bir arada yaşayan Hıristiyan nüfusu parçalara ayırarak başka bölgelere sürüyor ve onların yerine Müslüman ahaliyi yerleştiriyordu. Gerek bu politikanın gerekse Hıristiyan halkın bir kısmının Müslümanlaştırılmasının bir sonucu olarak, Balkanlar’da önemli miktarda Müslüman-Türk unsuru yer almaktaydı. Trajedinin kurbanlarından Rumlar ise, asırlardır Marmara, Ege (burada Müslüman halktan daha çoktular) ve Karadeniz bölgelerinde yaşamaktaydılar. Çok uluslu bir yapıya sahip olan ve ezilen halklara soluk aldırmayan Osmanlı’nın bu durumu, emperyalist güçlerin kaşıyacağı muazzam bir yara niteliğindeydi.



1800’lerin son çeyreğinde emperyalist güçler arasında paylaşım kavgası alabildiğine kızışmış, İngiltere, Fransa ve Almanya Osmanlı İmparatorluğu üzerinde çetin bir mücadeleye girişmişti. İngiliz ve Fransız emperyalistleri Osmanlı üzerinde önemli derecede ekonomik ve siyasi nüfuza sahiptiler. Fakat sömürgesi olmayan ve bir an önce sömürge elde etmeye çalışan Alman emperyalizmi, henüz paylaşılmamış Osmanlı topraklarına yerleşebilmek ve rakiplerini etkisiz kılabilmek için muazzam bir taşkınlık göstermekteydi. Osmanlı bürokrasisi, İngiltere ve Fransa’yı dengelemek amacıyla Almanya’ya yanaşmaktan geri durmadı. 1910’lara gelindiğinde Osmanlı ordusu Krupp silahlarıyla donatılmış, ordunun eğitimi Prusya subaylarına emanet edilmiş, Deutsche Bank, Bağdat ve Anadolu demiryollarının yapılmasını üstlenerek hazineyi borçlandırmış ve Almanya, Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki en hâkim güç haline gelmişti.



Paylaşım kavgasında değişen dengeler, 1912’de başlayan Balkan savaşlarıyla kendini dışa vurdu. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın desteklediği Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan ittifakı Osmanlı’ya savaş açtılar ve 1913’te Osmanlı tümüyle Balkanlar’dan atıldı. Yüz binlerce Müslüman yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmıştı. Birkaç gün içinde evlerini ve yurtlarını terk eden Rumelili göçmenlerin Anadolu’ya gelişi, Müslüman ahali arasında duygusal fırtınalar estirdi ve öç alma duygusu yarattı. Mağdur olan Balkan muhacirleri, İttihat Terakki’nin de yönlendirmesiyle çeteler kurarak Rumlara ve Ermenilere karşı zulme giriştiler; nitekim bu baskılara dayanamayan 150-200 bin Trakya ve Anadolu Rum’u 1914 öncesinde ülkeyi terk etti. Ancak Yunanistan’a göç eden Trakyalı Rumlar da, kendilerine reva görülen mezalimin benzerini Batı Trakya’daki Müslümanlara uygulamaktan geri durmayacaklardı. Bu durum, arada kalan Rumeli Müslümanları ile Anadolu Rumlarının büyük sıkıntı çekmesine neden olmaktaydı ve esas büyük felâket daha sonra gelecekti.



Alman emperyalizmi, Osmanlı’nın “toprak bütünlüğünün” tutkulu bir savunucusuydu, zira o tüm iştahıyla büyük lokmayı tek başına yutma gayretindeydi. Balkanlar’dan sonra Ortadoğu ve Küçük Asya’nın İngiltere, Fransa ve Rusya’ya kaptırılması düşünülemezdi bile! İşte tam da bu noktada Alman emperyalizminin ve Osmanlı egemenlerinin politikaları ve çıkarları örtüşmekteydi. Osmanlı bürokrasisinin etkin parçasını oluşturan İttihat Terakki, 1911 Trablusgarp ve 1912 Balkan yenilgisinden sonra, ülkeyi gayrimüslimlerden arındırmaya, Osmanlı devletini Müslüman-Türk esasına dayanan bir temelde yeniden şekillendirmeye girişmişti. Bunun anlamı açıktı: ne pahasına olursa olsun Rumlar, Ermeniler ve genel olarak gayrimüslimler sürülüp atılacaklardı! Alman emperyalizmi, Rumların ve Ermenilerin tasfiyesini, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Osmanlı topraklarındaki dayanaklarının yok edilmesi olarak okuduğu için, İttihat Terakki’nin planlarını şiddetle desteklemekteydi. Öyle ki, halkları birbirine kırdırmak için Alman misyonerler, Rum, Ermeni ve Müslüman-Türk ahalinin iç içe yaşadığı bölgelerde milliyetçi bildiriler dağıtıyor ve Müslüman-Türkleri gayrimüslimlere karşı galeyana getirmeye çalışıyorlardı.



1914’te emperyalist savaşa Almanya’nın yanında katılan Osmanlı devleti, savaş ortamından yararlanarak söz konusu planlarını uygulamaya koydu ve Doğu’da Ermenilere, Batı’da ise Rumlara hücum başladı. Esas olarak Doğu Anadolu’da Rusya sınırında yaşayan ve bağımsızlıkçı örgütlenmelere sahip Ermeni halkının kırımdan geçirilmesi, İttihat Terakki liderliği için ilk tercih konumundaydı. Rumlar ise, zamana yayılan bir baskı ve şiddete maruz kaldılar. Hemen tüm Rum erkekleri Amele Taburlarına alınarak fiilen esir konumuna düşürüldüler, ağır koşullara ve işkencelere dayanamayan binlerce kişi hayatını kaybetti; askerden kaçan ya da askere gitmeyerek direnişe geçenler öldürüldü ve aileleri tehcir edildi. Çeteler ve kışkırtılan yoksul Müslüman halk gayrimüslimlerin üzerine salındı, yağmalar ve katliamlar sıradanlaştırıldı. Yoksul kitleleri kışkırtabilmek amacıyla, Müslüman köylünün yoksulluğunun müsebbibi olarak gayrimüslimler gösteriliyordu. Bu propaganda, 1915 Ermeni kırımında ve 1922 Rum pogromunda yoksul Müslüman Türk ve Kürt köylünün önemli bir rol üstelenmesine neden oldu. Netice itibariyle, o güne kadar sorunsuz ve hatta kendi deyimleriyle kardeşçe yaşayan halklar, kanlı-bıçaklı düşmanlar olarak karşı karşıya getirildiler.



1918’de Osmanlı savaşta yenildi. Versailles Anlaşmasıyla Almanya’nın kolunu kanadını kıran İngiliz, Fransız ve İtalyan emperyalistleri, Osmanlı’yı da kendi aralarında paylaşmışlardı. Ege’yi de içine alan Anadolu’nun bir bölümü ise Yunanistan’a bırakılmıştı. Anadolu içlerindeki toprakları da kapsayan ve başkenti İstanbul olan bir “Megali İdea” –büyük ülkü– hedefi güden Yunan burjuvazisi, bu amaç doğrultusunda, 1917’de İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin yanında savaşa girmişti. Yunanistan üzerinden Küçük Asya’yı kontrolü altında tutmak isteyen İngiliz emperyalizminin arzuları ile Yunan burjuvazisinin Megali İdea taşkınlığı birleşmişti. Nitekim 1919 baharında Yunan orduları İzmir üzerinden Anadolu’nun bir bölümünü işgal ettiler. İşgalle birlikte rüzgâr tersine dönmüş, Yunan ordusu Müslüman halka zulüm uygulamaya başlamış ve adeta roller değiştirilmişti. Gördüğü mezalimin ve Yunan milliyetçi propagandasının etkisinde kalan Rum ahali de Müslümanlara dönük baskıya ortak oluyordu.



Ne var ki, halkların kaderi hassas emperyalist dengelere bağlıydı ve nitekim dengeler çok kısa zamanda değişmişti. İngiltere ve Fransa, Yunanistan’dan desteklerini çekmiş ve 1917 Ekim Devrimiyle kurulan Sovyet iktidarına karşı, emperyalizmin uzak karakolu rolü biçilen Türkiye’nin bugünkü topraklar üzerinde varlığını sürdürmesini desteklemeye başlamışlardı. 1922’nin sonbaharında bozguna uğrayarak geri çekilmeye başlayan Yunan ordusu, 9 Eylülde İzmir’i terk etti. Lakin bu geri çekilme esnasında Yunan askerlerinin Müslümanlara, arkadan gelen Türk ordusunun ise Rumlara reva gördüğü zulüm, insan havsalasını zorlayacak cinstendir. Yunan ordusu, geri çekilişi esnasında Müslüman halkın yaşadığı bölgeleri yakıp yıkıyor, kadınlara tecavüz ediyor ve katliama girişiyordu. Arkadan gelen Türk ordusunun Rumlara karşı uyguladığı vahşet ise, Yunan ordusundan geri kalır değildi; üstelik Türk ordusu acılı Müslüman ahaliyi de kışkırtarak Rumların üzerine salmıştı. Bu sırada Afyon, Uşak, Kütahya, Konya ve hatta Kayseri’den yola çıkan Müslüman kitleler (200 bin civarında olduğu tahmin ediliyor) adeta “altına hücum” eder gibi, Rumların yaşadığı bölgelere saldırarak büyük bir yağmaya girişmişlerdir.



Birkaç gün içinde, katliamdan kaçan yüz binlerce Rum, Yunanistan’a geçmek umuduyla Karadeniz şehirlerinin ve İzmir’in limanlarına yığıldı. 13 Eylülde İzmir’de toplanan Rumların sayısı 300 bini geçiyordu. Rum halkını topraklarından bir an önce atabilmek için, Türkiye egemenleri hummalı bir çalışma yürütüyorlardı; bu maksatla, nüfusunun çoğunluğunu Rum ve Ermenilerin oluşturduğu İzmir, Türk birlikleri tarafından ateşe verildi ve kent yanıp kül oldu. Evlerini terk eden İzmirli Rumlar ve Ermeniler çaresizce gemilere sığınıyorlardı. Böylece çok değil, yirmi gün içerisinde yüz binlerce Rum, Anadolu topraklarını terk etmek zorunda kaldı. Dönemin Amerikan büyükelçisi, Yunanistan’a geçen göçmenlerin durumuna şöyle tanıklık yapıyordu: “750 bin insan birkaç hafta içinde Selanik, Atina ve diğer büyük Yunan adalarındaki limanlara sığır sürüsü gibi dökülmüştü”. 9 Eylül ile 15 Aralık arasında evini ve yurdunu terk edenlerin sayısı 900 bin dolaylarındaydı. 15-45 yaş arası binlerce erkek ise Anadolu’nun iç bölgelerinde inşaat ve yol yapımında çalıştırılmak üzere çalışma kamplarına sürülmüştü. Böylece daha Lozan’a gelmeden Rum halkının esas kütlesi topraklarından atılmış bulunuyordu; şimdi sıra, bu duruma uluslararası hukuk çerçevesinde bir kılıf bulmaya gelmişti.



II

İttihat Terakki ve onun devamcısı olan Kemalist liderlik, gayrimüslimlerin sürülmesi, sermayenin Türkleştirilmesi ve Müslüman-Türk esaslı homojen bir ulus-devletin kurulması yolunda büyük başarı elde etmişlerdi. Büyük bir kırımdan geçirilerek temizlenen Ermenilerden sonra Rumlar da fiili olarak tehcir edilmiş bulunuyordu. Bir daha geri dönmemeleri için, geride kalan Rumların ve hatta Ermenilerin de temizlenmesi gerekiyordu. İşte Lozan sürecinde meselenin bu kısmı da halledilecekti.



Fakat nüfusun homojenleştirilmesi ve arzulanmayan unsurların temizlenmesi konusunda Kemalist liderlik tek başına değildi; Yunanistan burjuvazisi de, aynı hedef doğrultusunda hareket ediyordu. Her iki ülkenin egemenleri daha bu konuyu 1914’te gündeme getirmiş ve İzmir civarındaki (Aydın vilâyeti) Rumlar ile Makedonya’daki Müslümanların mübadelesi için “sözlü” anlaşma sağlamışlardı. Ne var ki savaş patlamış ve süreç yarıda kesilmişti. Türk ve Yunan egemenleri emperyalist savaşta arzu ettiklerini elde edemeyecekler, ama savaşın doğrudan bir sonucu olarak, ulus-devlet yaratma hedefine ulaşacaklardı.



Henüz daha Yunan askerleri Anadolu’dayken ve savaş devam ediyorken Kemalist liderlik, emperyalist güçlerle zorunlu nüfus mübadelesi için pazarlığa oturmuştur. İngiliz dışişleri bakanı Lord Curzon ile görüşen Türk dışişleri bakanı Yusuf Kemal, Yunanistan ile 1914’te yapılan mukaveleyi hatırlatarak mübadele talebinde bulunur. Beri taraftan ise, emperyalist ülkelerin İstanbul’daki temsilcileri üzerinden konu gündeme getirilir: Anadolu’dan bütün Rum ve Ermeniler çıkartılmalıdır! Türk egemenlere göre, “Türkiye’yi, asırlardan beri kendisine zaaf sebebi olan, isyanlar yapan, ecnebi devletlere alet olan unsurlardan kurtarmak, yeksenak Türk yapmak en mühim şeydi.”[1] Bir milyona yakın Rum’u zaten tehcir etmiş bulunan Kemalist liderlik, geri kalan gayrimüslim nüfusu da temizlemek niyetindeydi ve buna Lozan’daki temel talepleri arasında yer vermekten geri durmadı. Kemalist liderliğe göre, “Türkiye Türklerindi!”



Belirttiğimiz üzere, Türk egemenler kadar, Venizelos liderliğindeki Yunan burjuvazisi de zorunlu nüfus mübadelesinden yanaydı. 13 Ekim 1922’de Milletler Cemiyeti Mülteciler Yüksek Komiseri Fridtjof Nansen’e bir telgraf çeken Venizelos, zorunlu mübadeleden yana olduklarını belirtiyordu. Nitekim Lozan’da zorunlu nüfus mübadelesini resmen ilk teklif eden taraf Yunanistan olacaktı. Aynı günlerde yaptığı bir konuşmada Venizelos şöyle demekteydi: “Büyük Yunanistan’ın yıkılmasından sonra [Anadolu’daki Yunan yenilgisini kast ediyor –U.K.], ülkemizin sınırlarını ancak Makedonya ve Batı Trakya’yı yalnız siyasi değil, etnik bakımdan da Yunan toprağı yaparak güçlendirebiliriz.”[2] Elbette bunun yolu Makedonya’da ve Batı Trakya’daki Müslümanları sürmekten, Türkiye’den gelen Rumları da onların yerine yerleştirmekten geçiyordu. Böylece Megali İdea hayali suya düşen Yunan burjuvazisi, mevcut topraklar üzerinde sermayesini gönül ferahlığıyla büyütebileceği, Küçük Asya felâketi üzerinden milliyetçiliği her daim diri tutabileceği homojen bir ulus yaratabilecekti.



“Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol”, 30 Ocak 1923’te Lozan’da imzalandı. Sözleşmenin üçüncü maddesi 1912’de göç edenlere kadar uzanıyor ve Eylül 1922’de canhıraş bir şekilde ülkeyi terk eden bir milyona yakın Rum’un zorunlu mübadil sayılması resmileştiriliyordu. Fakat daha da önemlisi, sözleşmenin birinci maddesiyle göç edenlerin topraklarına dönmesinin önüne geçiliyordu: “Bu kimselerin hiçbiri, Türk hükümetinin izni olmadıkça Türkiye’ye ya da Yunan hükümetinin izni olmadıkça Yunanistan’a dönerek orada yerleşemeyeceklerdir.” Yani yerini ve yurdunu terk eden Rum ve Müslüman halkın bir daha eski topraklarına dönmesi kesinkes yasaklanıyordu. Zorunlu mübadeleyle toplamda, Türkiye’den Yunanistan’a 1 milyon 200 bin Rum, Yunanistan’dan Türkiye’ye ise 400 bin Müslüman göç ettirilmiş bulunuyordu. Buna karşın, çeşitli etmenlerden ötürü İstanbul’daki 100 bin Rum-Ortodoks ile bu sayıya denk düşen –110 bin– Batı Trakya’daki Müslümanlar mübadele dışında tutulmuşlardı. Türkiye egemenleri açısından yapılan etnik temizlik muazzamdı, 1914’ten önce Türkiye’nin bugünkü sınırları içinde yaşayan her beş kişiden biri, yani %20’si gayrimüslimdi; lakin savaştan sonra bu oran kırkta bire, yani %2,5’a düşmüştü.



Belirtmek gerekiyor ki, timsah gözyaşlarına rağmen, değişen uluslararası siyasal konjonktürden ötürü zorunlu mübadeleyi emperyalist güçler de desteklemekteydiler. Lozan’ın mimarlarından Lord Curzon’a göre, zorunlu mübadeleyle her iki ülkenin de nüfusu homojenleştirilmiş ve sözümona barış sağlanmıştır! Hangi barış, kimin barışı? Yüzyıllardır bir arada, iç içe yaşayan halkları birbirine düşman eden, paylaşım savaşına giren Türk ve Yunan egemenlerinin barışı! Barıştan onca söz edenler nedense Rum ve Müslüman halkın taleplerini dikkate almamışlardır. Oysa yüz binlerce Rum ve Müslüman mübadeleye karşıydı ve katliamdan kaçan Rumlar da evlerine dönmek niyetindeydiler. Örneğin Makedonya, Teselya, Epirus ve Batı Trakya bölgelerinde yaşayan Müslüman halkın liderleri, İstanbul’da görüştükleri Milletler Cemiyeti’nin temsilcilerine, mübadeleye karşı olduklarını iletmişlerdi: “…lütfen bu mübadele fikrinden vazgeçin. Biz yüzyıllardır Yunanlı kardeşlerimizle birlikte yaşıyoruz. Bizim cami ve okullarımıza karışmıyorlar. Biz de Yunanlılarla eşit statüdeki vatandaşlar olarak yaşıyoruz. Ne olur bizi yerimizden, yurdumuzdan oynatmayın; komşu ve arkadaşlarımızdan ayırmayın.”[3]



Yunanistan’daki Müslümanlar gibi, Türkiye’de yaşayan ve Türkçe konuşan Karamanlı Rum-Ortodokslar ve Girit adasında yaşayan, ama Yunanca konuşan Müslümanlar da mübadeleye karşıydılar. Sadece Türkçe konuşan Karamanlı Rum-Ortodoksların sayısı 400 bin civarındaydı, Yunanistan karasında ve Girit adasında yaşayan Müslümanlar da eklenince sayı 800 bini geçmekteydi. Ne var ki, emperyalistler ve Türk-Yunan egemen güçleri halkların sesini duymaya niyetli değillerdi. Türk ve Yunan egemenlerine göre, eğer zorunlu mübadele yapılmasaydı Rumlar ile Müslümanlar karşılıklı olarak etnik temizliğe girişecek ve kan akmaya devam edecekti. Oysa mübadele için sunulan bu gerekçe, tam da her iki tarafın kendi hedeflerine ulaşmak için arzuladığı ve halkları karşı karşıya getirmek amacıyla giriştikleri politikaların dolaylı yoldan itirafından başka bir şey değildir. Gerek Rumlar gerekse Müslümanlar, onca acı çekmiş olmalarına karşın, savaş öncesi dönemden muhabbetle söz etmekteydiler. Şu örnek her iki halkın ortak duygusunun bir ifadesidir: “Biz onlarla kardeş gibi geçiniyorduk. Onların dini bayramlarını kutlardık. Onlar da bizim dini bayramlarımız geldiğinde bizi kutlarlardı; meyve ve yiyecek yollarlardı.”[4]



Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen, Rum ve Müslüman halklar arasındaki dostluk, mübadele sürecinde de sürmüştür: “1922’de, gitmeye hazırlanırken Türkler ağlayarak «gitmeyin, sizi saklayacağız, sizi koruyacağız» diyorlardı. «Geçer, düzelecek» diye ekliyorlardı. Türkler bizi severdi, beraber çok iyi yaşardık. Fakat bütün nefreti Jön Türkler getirdi.”[5] Rum mübadillerin bu anlatısının benzerlerini, Yunanistan’dan gelen Müslümanlar da anlatmaktaydı: “[Türkiye’den] gelen Rumlar evlerimize yerleşti. Odalarımızı paylaştık. Ama onlar iyi insanlardı. Birbirimize yardımcı olduk. Biz yemek yapar onlara verirdik. Onlar yapınca da bize verirlerdi. Bizim eve bir tane erkek geldi. Gerisi hep çoluk çocuktu… Bir yıl beraber kaldık. Çok ısındık birbirimize.”[6] Türkiye’den giden Rumlar ile Lozan sözleşmesi sonrasında Yunanistan’dan göç eden Müslümanlar, bir yıl yan yana, aynı evlerde yaşamalarına rağmen, aralarında bir sorun çıkmamıştı; her iki halk da çektiği tüm acılara karşın düşmanlık gütmemekteydi.



Mübadiller her iki ülkede de büyük sıkıntı ve çile çekmişlerdir. Rum mübadiller Yunanistan’da “Türk dölü”, “yoğurtla vaftiz edilenler”, “Şarklılar” biçiminde hakarete uğrayıp dışlanırken, Türkiye’ye gelen Müslümanlar ise, en yaygın aşağılama ifadesi olan “gâvur” damgasını yiyorlardı. Lakin Türkçe konuşan Rumlar ile Yunanca konuşan Müslümanların durumu daha bir zordu. Köklerinden sökülüp atılan bu halklar, Türkiye’de ve Yunanistan’da konuşulan dili anlamıyor, kendi dillerinin dışında, Türkçe ve Yunanca konuşmaya zorlanıyorlardı. Yunanistan’da ve Türkiye’de egemen güçler, toplumu tepeden aşağıya dönüştürmeye ve homojenleştirmeye, kendi çıkarları doğrultusunda yekpare bir ulus yaratmaya yeminliydiler. Her iki ülkenin parlamento kürsülerinden, Türkçe konuşan Rumlar ile Yunanca konuşan (Türkiye söz konusu olunca, istenmeyen diller arasına Arnavutça, Boşnakça, Çerkezce, Gürcüce, Lazca, Kürtçe vb.’yi de eklemek gerekiyor) Müslümanlardan adeta şeytanmışlar gibi söz edilmekteydi; bunlar, Türk veya Yunan milli kimliğinin oluşmasına büyük zarar veriyorlardı ve gereken yapılmalıydı!



Toplumu tepeden homojenleştirmek için Yunanistan’da Rum mübadiller üzerinde muazzam bir baskı kuruldu, asimilasyonu hızlandırmak amacıyla okullar açıldı ve Türkçe konuşan Rumların gece okullarından mezun olması zorunlu kılındı. Baskının düzeyi, Rum mübadillerin saz çalıp zeybek türküleri söylemesinin yasaklanmasına kadar varacaktı. Yunanistan’a göre daha kozmopolit bir yapıya sahip olan Türkiye’de, toplumun tepeden dönüştürülmesi, çok daha baskıcı bir niteliğe büründü. Geliştirilen “Güneş Dil Teorisi”yle neredeyse dünyadaki tüm halkların Türk olduğu ve çıkış noktalarının da Orta Asya olduğu iddia edilmekteydi. Elbette bu gülünç iddiaya kimse kanmamaktaydı; ne var ki, bir taraftan okullarda sürdürülen milliyetçi ideolojik bombardımana, öte taraftan resmi ve fiili cebir eşlik etmekteydi. Duvarlara “Vatandaş Türkçe Konuş” levhaları asılarak psikolojik baskı diri tutulmakta ve Türkçe konuşmayanlara para cezası kesilmekteydi.



Gerek Yunanistan’da gerekse Türkiye’de mübadiller ve göçmenler yoğun baskıdan kurtulabilmek ve toplumda kabul görebilmek için, dine ve milliyetçiliğe sarılmış ve genç kuşaklara köklerini unutturmaya çalışmışlardır. Örneğin, Girit’ten gelen ve Yunanca konuşan Bektaşi-Alevi inancındaki Müslümanların Sünni-İslam inancını kabul etmeleri bunun bir göstergesidir. Lakin her şeye rağmen, Rum ve Müslüman mübadiller uzun yıllar asimile edilememiş, terk ettikleri yurtlarını özlemle anmışlardır.



III

Gayrimüslim halkların temizlenmesi ve toplumun tepeden homojenleştirilmesi projesinin ana gövdesini sermayenin Türkleştirilmesi oluşturmaktaydı. Bu hedef doğrultusunda, İttihat Terakki’nin Ermeni kırımıyla açtığı yoldan Kemalist liderlik ilerlemiş ve Rumların temizlenmesiyle sermayenin Türkleştirilmesi büyük ölçüde tamamlanmıştır. Geriye küçük vuruşlarla hallolabilecek noktalar kalmıştır ki, 1930’larda uygulanan incelikli politikalarla, İkinci Dünya Savaşı sırasında çıkartılan ünlü Varlık Vergisiyle ve 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla süreç tamamlanmıştır.



Kapitalizmin gelişmesiyle çözülmeye başlayan Osmanlı devletinde, sanayi, ticaret ve zanaat gayrimüslimlerin elindeydi. İstanbul, İzmir, Trabzon, Samsun, Adana, Antep ve Erzurum gibi gelişmiş şehirlerde sermaye esas olarak gayrimüslimlerin elinde yoğunlaşmış bulunuyordu. Celal Bayar, bu durumu meclis kürsüsünden şöyle özetliyordu: “Gidenler ekseriyet itibariyle esnaf ve tüccar, gelenler ekseriyet itibariyle rençberdirler. Efendiler gelenlerin ekseriyeti azamisi [büyük çoğunluğu] köylüdür, gidenlerin ekseriyeti azamisi şehirlidir”.[7] Henüz İstanbul’un işgal altında olduğu 1922’de yapılan bir araştırmaya göre, ithalat ve ihracatla uğraşan Müslüman-Türk unsurunun oranı %4 civarındaydı. Limanlar, yabancı şirketlerin temsilciliği, bankalar ve sigorta şirketleri nerdeyse tümüyle gayrimüslimlerin elindeydi. Tüm bunlar göz önüne alındığında, Ermeni kırımının ve Rum tehcirinin neden yapıldığı ve Türk burjuvazisinin ilk sermaye birikimini nasıl sağladığı daha iyi kavranacaktır.



Ermeni ve Rum mallarının bir kısmına yağmaya ortak edilen köylüler el koymuştur. Balkanlar’dan gelip de Rumların terk ettiği evlere yerleştirilen muhacirler gördükleri manzara karşısında dehşete düşmüşlerdir; zira evler kapı ve pencerelerine değin yağmalanmış durumdaydı. Ancak gayrimüslimlerin mallarına esas itibariyle el koyanlar, gelişmekte olan Türk burjuvazisi, yerel eşraf ve devlet bürokrasisidir. Öyle ki, subayların maaşları bile, Emvâl-i Metruke olarak adlandırılan Rum mallarıyla ödenmiş ve onlardan bir kısmı eski mobilya ticaretine başlamıştır. Sanayi işletmelerine, ticarethanelere, zanaatçı dükkânlarına, zeytinliklere ve zeytinyağı fabrikalarına, şarap ve içki damıtma tesislerine, tarıma elverişli tarlalara ve bağların tamamına el koyan Türk burjuvazisi kendisini “milli tüccar” olarak adlandırmaktaydı. Kemalist cumhuriyet, vurgunla ilk sermaye birikimini sağlayan burjuvaziyi geliştirmek ve güçlendirmek için tüm imkânları seferber etmiş bulunmaktaydı. Devlet ihaleler açıyor ve “milli burjuvazi”ye oluk oluk para akıtıyordu.



Sermayenin Türkleştirilmesi 1930’lar boyunca devam etti. Kanunlarda yapılan değişikliklerle İstanbul’daki binlerce zanaatçı Rum işyerini ve işini kaybetti. Osmanlı’da modern işçi sınıfının ana gövdesini Rumlar ve Ermeniler oluşturmaktaydı. Daha kalifiye oldukları için, pek çok işte gayrimüslim işçiler çalışmaktaydı. Zamanla Rum ve Ermeni işçilerin işine son verildi, yabancı şirketlere, çalıştırdığı işçilerin %75’inin Müslüman-Türk olması zorunluluğu getirildi. Böylece özellikle demiryollarında ve en gelişmiş sanayi kollarında çalışan ve mücadele geleneğine sahip olan gayrimüslim işçiler temizlenerek, Müslüman-Türk işçilerin arasında sınıf bilincinin gelişmesinin önüne büyük engeller konuldu.



Ne var ki, sermayenin Türkleştirilmesi sürecinde İstanbul, hâlâ tam anlamıyla “fethedilebilmiş” değildi. O yıllarda CHP’nin hazırladığı “Azınlıklar Raporu”nda, “Rumlar için esaslı tedbir alınması gereken yerimiz İstanbul’dur” denmekteydi. II. Dünya Savaşının hengâmesinden yararlanan burjuvazi, bu amaç doğrultusunda 1942 yılında Varlık Vergisini devreye soktu. Mecliste yaptığı konuşmada, Başbakan Şükrü Saraçoğlu şöyle demekteydi: “Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.”[8] Varlık Vergisiyle sadece Rumlara değil Yahudilerin de içinde yer aldığı gayrimüslimlere önemli bir darbe indirildi. Ancak hâlâ alınması gereken yol vardı ve 1955 yılındaki 6-7 Eylül saldırısıyla esas nokta konacaktı.



Adapazarı, Sivas, Trabzon, Kastamonu ve Erzincan’dan getirilen güruh, Yunanlıların Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evi bombaladığı yalanı eşliğinde, Rum ahalinin üzerine salındı. İki gün boyunca Beyoğlu ve adalardaki evler ve işyerleri yakılıp yıkıldı ve yağmalandı. Her zamanki gibi, olay komünistlerin üzerine yıkıldı. Oysa tam 40 yıl sonra, Özel Harp Dairesinde çalışan ve MGK Genel Sekreterliği yapan emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu şöyle diyecekti: “6-7 Eylül olayları Özel Harp Dairesi işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.” Gerçekten de 6-7 Eylül saldırısı hedefine ulaşmıştı. Olaylardan sonra, sayıları iyice azalmış olan Rumlar ve gayrimüslimler ülkeyi terk ettiler. Devam eden yıllarda, Lozan’da idari özerklik tanınan, ama uygulanmayan Bozcada ve Gökçeada’nın Rumları da evlerini ve yurtlarını terk ettiler. Böylece mübadeleden sonra Türkiye’de kalan 100 binin üzerindeki Rum da sürülmüş ve geriye bir kaç bin kişi kalmıştır.



IV

Emperyalistlerin, Türk ve Yunan egemenlerinin çıkar kavgalarından ötürü Rum ve Müslüman halklar tarihin en büyük trajedilerinden birini yaşamışlardır. Osmanlı’dan Türkiye’ye geçiş sürecinde İttihat Terakki ve Kemalist liderlik, arzuladıkları doğrultuda, gayrimüslimleri temizlemiş, sermayeyi Türkleştirmiş ve toplumu tepeden homojenleştirerek ulus-devletlerini yaratmışlardır. Belki tek istisnayı Kürt halkının asimile edilememesi oluşturmaktadır. Ancak burjuva devlet, Kürt halkına karşı sürdürdüğü 85 yıllık inkâr ve imha politikasından da vazgeçmiş değildir. Her demokratik talebi, “bölünme” paranoyasıyla karşılamakta, gerek ezilen halklara gerekse işçi sınıfına göz açtırmamaktadır. Bunun nedeni, tam da kurulan Türk ulus-devletinin üzerinde yükseldiği geçmiş zemindir; bu geçmişte acı, gözyaşı, halkların zorla sürülmesi ve kalanların baskı altına alınması, dillerinin yasaklanması, tepeden aşağıya Türk ulus kimliği içinde eritilmesi vardır. Kısacası bu geçmişte, halkların gönüllülüğe dayalı rızası yoktur. İşte bundan dolayı da Türk egemen güçleri sürekli bir bölünme paranoyası yaşamaktadırlar; birkaç bin Rum ya da birkaç on bin Ermeni gülünç biçimde tehlike olarak görülmekte ve Hrant Dink gibi aydınlar katledilebilmektedir.



Bu konu devrimci işçi sınıfını yakından ilgilendirmektedir. Burjuvazi kendi kanlı geçmişine işçi sınıfını da ortak etmeye, yükselttiği milliyetçilikle kitleleri ezilen halklara karşı düşman yapmaya çalışmaktadır. Oysa işçi sınıfının, burjuvazinin ne kanlı geçmişine ortak olmakta ne de demokratik hakları için mücadele eden Kürt halkına düşman olmakta bir çıkarı vardır.

















--------------------------------------------------------------------------------





[1]Ayhan Aktar’ın Ege’yi Geçerken: 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi derlemesi içindeki makalesi, der: Renêe Hirschon, Bilgi Üniversitesi Yay., s.135



[2] Elisabeth Kontogiorgi’nin Ege’yi Geçerken derlemesi içindeki makalesi, s.92



[3] Ayhan Aktar’ın Yeniden Kurulan Yaşamlar: 1923 Türk Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi derlemesi içindeki makalesi, der: Müfide Pekin, Bilgi Üniversitesi Yay., s.60



[4] Ayşe Lahur Kırtunç’un Yeniden Kurulan Yaşamlar derlemesi içindeki makalesi, s.196



[5] Renêe Hirschon’un Yeniden Kurulan Yaşamlar derlemesi içindeki makalesi, s.11



[6] Ayhan Aktar, Ege’yi Geçerken içinde, s.129



[7] Ayhan Aktar, Ege’yi Geçerken içinde, s.139



[8] Faik Ahmet Barutçu, Siyasi Anılar 1939-1954, Milliyet Yay., s.263

alıntıdır..

24 Mayıs 2010 Pazartesi

GİRİT...zakkumlar, taş köprüler..










Aziz Mahmud Hüdayî ve Girit İlişkisi ..

Aziz Mahmud Hüdayî ve Girit İlişkisi




Evliya Çelebiyi herkes bilir, seyyahtır, nerdeyse gezmedik coğrafya bırakmamıştır. Ancak seyahatnamesini merak edip de okuyan çok az kişi vardır. Seyahatnameyi günümüz sadeleştirilmiş Türkçesiyle yayınlayan ise Yücel Dağlı. Son cildini de 2008'de çevirip yayınladı ve bundan 7-8 ay önce gencecik yaşında bir kalp kriziyle bu hayata veda etti. Bazı insanlar vardır sanki dünyaya bir şey için görevli gelmiştir ve mühür gibidirler. Yücel Dağlı'da öyleydi. Nûr içinde yatsın.



Evliya Çelebi'nin seyahatnamesi dünyada yazılmış en önemli seyahat kitabıdır. Dünyanın en şöhretli seyyahlarından olan Marco Polo ve İbn-i Battuta'nın seyahatnameleri bile Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinin yanında cüce kalır. Gezip gördüğü yerler hakkında verdiği bilgilerle bir çok milletin tarihine, dini, coğrafi ve kültürel hayatına ışık tutmuştur.



Seyahatnamede İstanbul'dan Sudan'a, Gürcistan'dan Suriye'ye, Bulgaristan'dan Irak'a, Ukrayna'dan, Arnavutluk'a kadar birçok yeri anlatır. İstanbul dışına ilk seyahatini Bursa'ya 1640 yılında yapmış, 1645 yılında ise Girit Seferine katılmış ve Girit'de uzunca bir süre kalmıştır. Bu sebeple Girit seyahatnamede önemli bir yer tutar, Girit hakkında anlattığı olayları zaman zaman yazacağım.



Seyahatnamede Girit ile ilgili anlattığı bir olay ise hayli ilginçtir. Aziz Mahmud Hüdayi ve Girit meselesi ile ilişkisi. Aziz Mahmut Hüdayi ile tanışıklığım bir kaç ay öncesine dayanıyor, erguvan mevsimi gelip kapıyı çaldığı ve mor salkım kokularının etrafa yayıldığı vakitlerde, bu sene de bu güzelliklerden sebeplenmek için Üsküdar'a gittim. O vakit türbesini ve camiini tesadüfen farkedip ziyaret ettim. Ama kim olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu ne yalan söyliyim. Türbesi ve camii; Hüdayi Camii diye anılan, içinde tarihi bir mezarlığın da olduğu ahşap sade bir camii. Eski mezarlıkları görmek ve incelemek benim çok özel meraklarımdandır, bir açıkhava müzesi gibidirler, geçmişten bize fısıldayarak konuşurlar ve her biri birer eşsiz sanat eseridir.



Malum 17. yy Osmanlı toplumunda tasavvufi bir hayat biçimi yaygındı. Bundan seyahatnamede bolca bahseder, 44 tarikat, kurucuları, halifeleri ile tekke, türbe ve ziyaretgâhları hakkında önemli bilgiler bulmak mümkündür. Evliya Çelebi'nin bilgi verdiği tarikat pirlerinden birisi de, Aziz Mahmud Hüdayi'dir. Aziz Mahmud Hüdayi, 17.yy Osmanlısında yetişen tarikat pirlerindenir. Celvetiyye tarikatının kurucusudur, otuza yakın eser bırakmıştır. Tarikat, sağlığında ve 1628 yılında vefatından sonra İstanbul, Bursa ve Balkanlarda yayılmıştır.



Hüdayi, 1543-1628 tarihleri arasında bir asra yaklaşan ömrü boyunca 8 padişah görmüştür. Döneminde II. Murad, III. Mehmed, I. Ahmed ve II. Osman gibi padişahlar ile yakın ilişkileri olmuş hatta IV. Murad'a saltanat kılıcını kuşatmış, Sultanahmet Camii'nin temel atma şeyhi olmuş, Şeyhülislâm Mehmed Efendi, Vezir-i Azam Kuyucu Murad Paşa ile birlikte ilk kazmayı vuran kişi olmuştur. Sultan Ahmed Camiinin açılışında ilk hutbeyi de kendisi okutmuş ve her ayın ilk pazartesi günü vaaz vermiştir. Boğaziçi'ne köprü yapılması fikri de ilk onundur. Bunun için bir plan hazırlamış ve padişah III. Murad'a sunmuştur. III. Murad'a yazdığı mektupta zaruret gereği boğaz köprüsü yapılmasının elzem olduğunu, korkmaması gerektiğini bunun kıyamete kadar dualara muhatab olunacak güzel bir iş olacağını belirterek, halkın buna şiddetle ihtiyacı olduğunu beyan etmiştir.



Tarihi kaynaklar Hüdayi'nin III. Mehmed'den sonra padişahlık tahtına oturan I. Ahmed'le samimi bir münasebet içerisinde olduğunu, I. Ahmed'in "rikabında piyade yürüyecek" kadar sevgi ve saygı beslediğini kaydetmektedir. Aziz Mahmud Hüdayi'nin şeyhi olan Üftade Efendi, Hüdayi'ye "Bir zaman ola ki, padişahlar rikâbında yürüyeler." şeklinde yapmış olduğu dua, zamanı gelince gerçekleşmiştir. Evliya Çelebi I. Ahmed'in Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerine gösterdiği hürmet hakkında seyahatnamesinde "Kutbiyete kadem basup Sultan Ahmed rikâbında piyade yürümüştür" demektedir.



O dönem de yazlık saray olarak kullanılan bugün Harem iskelesi diye anılan yerde bulunan Üsküdar Sarayı'na; I. Ahmed Kösem Sultan ile birlikte her geçişinde ilk olarak Aziz Mahmud Hüdayi'yi ziyaret ettiği hayır dualarını aldığı ve istişare ettiği bilinmektedir. Bu bağlılığı onu, devlet işlerinde istişare etmeye bile götürmüştür. I. Ahmed Akdeniz'den korsanları uzaklaştırıp hac ve ticaret yolunu güvenli hale getirmeyi düşünüyordu. Padişah Hüdayi'nin görüşünü sormuş, Hüdayi'de Akdeniz ticaret ve hac yolunda deniz seferi düzenlenerek güvenliğin sağlanmasını, korsanların saklandığı yerin Girit Adaları olduğunu belirterek problemin kökten halledilmesini istemiştir. Bu işin de padişahın halis hizmetçisi ve duacısı "Kaptan Paşa" tarafından yapılabileceğini belirtmiştir. Kaptan Paşa Hüdayi'nin müridi olan Kaptan-ı Derya Halil Paşa'dır. Bunun içindir ki Hüdayi'nin müridi olan Kaptan-ı Derya Halil Paşa bu işle görevlendirilmiştir.



Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesinde ki bilgilere göre Aziz Mahmud Hüdayi, Girit Adasının Osmanlı topraklarına katılması için I. Ahmed'i ikna eden grubun içinde bulunuyordu. Evliya Çelebi Sarayın kuyumcubaşısı babası Derviş Mehmed Zıllî'den dinlediği hatırasını şöyle nakleder. I. Ahmed bir gün yapımı devam eden Sultan Ahmed Camii'nin bahçesinde devrin ileri gelenlerine muhteşem bir ziyafet verir. Davetlilerin içinde, komutanlar, devlet adamları, alimler ve birçok tarikat şeyhleri de bulunur. Ziyafetten sonra topluca dua edilir ve davetliler dağılır. Ancak Sultan I. Ahmed çadırında hatırı sayılı birkaç kişi kalır. Bunlardan birisi de Aziz Mahmud Hüdayi'dir. Sultan I. Ahmed "İnşallah bu camimiz tamamlanıp aydınlık bir mabed olur. Hûda tamamlanmasını nasip eyleye. Fakat bu camiye büyük vakıflar lazımdır" der. Bunun üzerine Aziz Mahmıd Hüdayi, daha önceden düşündüğü Girit Adasının fethi konusundaki düşüncelerini şöyle açıklar. "Padişahım! İmaretlerini, cizye gelirlerini camiye vakfetmek amacıyla bir ülkeyi fethetmek için gazaya niyet edin. Kanuni Sultan Süleyman, Malta ve Rodos Adaları ile İstanköy, Hereke, Eliki, Sönbeki'yi fethederek bütün gelirlerini camisine vakfetti. Bundan dolayıdır ki, Süleymaniye Vakfı büyük vakıflardandır. Ne olaydı siz de, deniz yoluyla Hicaz'a giden hacıları ve Mısır'a giden tüccarların mallarını yağmalayıp öldüren Venedikli korsanların elindeki Girit Adasını alsaydınız da Müslümanları Venedikli korsanların kötülüklerinden kurtarsaydınız" der. Aziz Mahmud Hüdayi ve orada bulunanlardan Cerrahi İbrahim Efendi, "Bu halis niyet için Allah rızası için Fatiha" deyip fatiha okurlar. İnşallah bu duamız kabul olur derler. Bunun üzerine Sultan I. Ahmed "Bizim, Venediklilerle anlaşmamız vardır. Antlaşmaya aykırı davranmak Peygamberimiz'in sünnetine aykırıdır. Hangi bahaneyi ileri sürüp, barışı bozacağız. Üstelik Anadolu'da birçok asiler halen mevcut. Onlarla uğraşmaktayız" der.



Evliya Çelebi'nin anlattıklarına göre bu toplantıdan on iki gün sonra, asilerin berteraf edildiği haberi saraya ulaşır. Aziz Mahmud Hüdayi Sultan I. Ahmed'in huzuruna çıkar ve şöyle der: "Gazanız mübarek olsun; Rakibin biri öldü biri kaldı / Yazık ki, öleceği diri kaldı. Şimdi Padişahım! Geçen gün yaptığımız konuşmalarımız üzere, Allah'a hamd olsun ki, Celali İsyanları kırıldı. Şimdi, Girit Adası gazasına niyet edip, Venedik Kralına bir elçi göndererek Girit Adasını iyilikle vermelerini isteyiniz, görelim ortaya ne çıkar? der. Sultan I. Ahmed, Aziz Mahmud Hüdayi'nin bu çeşit nasihat yollu teşvikinden çok hoşlanır ve derhal bir mektup yazdırır. Kurt Çavuş adındaki bir elçiyi gönderir. Elçi, Venedik Kralı tarafından kabul edilir. Sultan I. Ahmed'e sunmak üzere kendisine ayrıca bir mektup verir. Venedik Kralı Prençpirim'in gönderdiği mektup şöyle yazılıdır.



"Osmanoğullarının seçkini, onaltıncı şânı büyük padişah! Allah devletinizi kıyamete kadar devam ettirsin. Mekke ve Medine, Kudüs ve Irak, Arap ve Acem padişahı Sultan Ahmed Han padişahımız. Cenab-ı Hak mübarek vücudunuzu koruyup, devletinizin kudretini daim eyleye. Bizim gibi Prençpirim'den Girit Adasını talep etmişsiniz. Altıyüzbin reâyâsı ile, yetmişaltı kalesi ile senelik yedi Mısır hazinesi hasıl olur. Yediyüzyetmiş parça köyü, yedi adet altın ve gümüş ve diğer madenleri ile yediyüzyetmiş mil genişliğindeki Girit Adamız ki, herkesin göz diktiği yerdir, onu size verelim." şeklinde yazılmıştır. Padişahın huzurunda bu mektup okunduktan sonra, Aziz Mahmud Hüdayi yüksek sesle "bu niyete fatiha" der ve orada bulunanlar tarafından çeşitli dualar okunur.



Aziz Mahmud Hüdayi, I. Ahmed'den önce de; Hicri 1001 tarihinde III. Murad'a gönderdiği mektupta Girit meselesine değinmiş ve bu işin hal yoluna konulmasını tavsiye etmiştir. Aziz Mahmud Hüdayi III. Murad'a yazdığı mektupta da "Husûsen bu sene de saadetlü padişahım gaza-yi bahr hazırlığı yapıp Girit meselesinin ortadan kaldırılmasına ihtimam takayyüt buyurmak gereklidir. Sizler himmet ve dikkat edin, müsebbibü'l-esbâb teysir eder." demiştir. Aziz Mahmud Hüdayi'nin siyasi ve idari konularda padişaha ve idareye yönelik tavsiyelerinin bazılarının yerine getirildiği bazılarının ise gerçekleştirilmediğini görüyoruz. Mesela Girit meselesinin ortadan kaldırılması ve sefer düzenlenmesinin hayırlı olacağına dair tavsiyesi III. Murad döneminde gerçekleştirilmemiştir.



Girit Adasının Trablus, Tunus ve Cezayir deniz yolları üzerinde bulunması ve Venediklilerin buraya hakim olmaları, Doğu Akdeniz'deki Türk hakimiyeti bakımından ciddi bir engel teşkil ediyordu. Bu stratejik nedenlerden ötürü Osmanlı İmparatorluğu öteden beri Girit'i almak istiyordu. Venedikliler'de bir gün mutlkaka Osmanlı'nın Girit'e fetih seferi düzenleyeceğini iyi biliyorlardı. Venediklilerin kaleleri iyi tahkim etmiş olması ve Osmanlı'nın barışı bozan taraf olmak istememesinden dolayı fetihten hep vazgeçilmişti. Topkapı Sarayı harem dairesinde bir cariyenin hamile olduğunun anlaşılmasıyla patlak veren skandalın sorumlusu olarak tutulan Sümbül Ağa padişah I. Ahmed tarafından Mısıra sürüldü; Ağa'nın o tarihte Mısır vilayetinin beş yıllık vergisine eşit servetini, elli cariye, bir o kadar köle, 40 Arap atı ve 500 muhafızını yanına alıp donanmaya ait bir gemiyle gitmesine izin verilmişti. Osmanlı donanmasına ait gemi Venedikli korsanların saldırısına uğrayıp kızlarağasının öldürüldüğü, ele geçen ganimetin Girit'e götürüldüğü, cariye ve kölelerin pazarda satıldığı ve korsanların Girit yöneticilerine pay verdikleri haberi İstanbul'a ulaşınca, beklenen bahane de bulundu ve 19 Nisan 1645 günü sefer kararı alındı.



Osmanlı başkentindeki Venedik elçisinin durumu ülkesine bildirmemesi için hazırlıklar 'Malta seferi' adı altında sürdürüldü. Savaş hazırlığı 10 günde bitti, donanma 348 gemi 100 bin asker ve gemiciyle yola çıktı... Savaş 24 sene 4 ay sürdü... 130 bin şehit verildikten sonra IV. Mehmed'in saltanatı döneminde 1669 Eylül'ünde adanın tamamen teslimiyle son buldu.



Osmanlıda tarikatlerin devlet ve yönetimi üzerinde ki etkisini biliyoruz. Şeyh Edebali'nin damadı Osman Gazi ile başlayan devlet-tarikat ilişkisi son padişah Vahdettin'e kadar sürmüştür. Osmanlı tarihinin ilk dönemlerinden itibâren Padişahların hemen hepsinin siyasi otoritelerinin üzerine çıkarmamak koşulu ile âlimlere ve mutasavvıflara büyük değer verip, onlara yakın alâka göstermişler ve onları bütünleştirici bir figür olarak devlet işlerinde rol almalarını sağlamışlardır. Osmanlı yöneticileri ve sultanlar kuruluş döneminden itibâren tasavvufi zumrelerin cemiyet üzerindeki nufuzlarını devletin hizmetinde kullanmak suretiyle halk ve devlet arasında bir çeşit köprü oluşturmuşlar, mümkün mertebe onların hizmetlerinden faydalanmaya çalışmışlardır. Bu durum; tarikatların siyasi otorite tarafından birer güç odağı şeklinde algılanarak sahip oldukları imkanları, devletin bekâsında ve ilerlemesinde kullanma politikasıdır. Devletin tarikatlere olan desteği ve alakası bazen o dereceye ulaşmıştır ki "Mâna Sultanları" olarak kabul edilmişler ve diğer siyasi, askerii otoritelerden bile üstün tutulmuşlardır.



Diğer taraftan padişahlarla şeyhler arasında yaşanan bu yakınlık hiçbir zaman siyasi ve idari otoritenin tarikat şeyhlerine teslim edildiği veya müdahaleye açık bırakıldığı bir noktaya ulaşmamıştır. Devlet siyaseti, idâri, mâli ve askeri yönetim alanları bu ilişkilere kapalı tutulmuş, tarikat şeyhleri bu alanlarda sadece istişare edilen, nasihatleri alınan, duasına, hikmetine ve tavsiyelerine müracaat edilen "Mâna Sultanları" olarak görülmüştür.



Osmanlılarda saltanat kılıcını tahta çıkarken en muteber şeyh kuşatırdı. IV. Murad'a da kılıcını Eyüp Sultan'da Aziz Mahmud Hüdayi kuşatmıştır. Bu durum batı da krallara kilise tarafından taç giydirilme geleneği olarak tezahür eder. Böylece padişah manevi otoriteyi de yanına almış oluyordu. Bursa'da Emir Sultan II. Murad'a Eyüp'te de Akşemseddin Fatih'e aynı şekilde kılıç kuşatmıştır.



Osmanlı Padişahları siyasi ve idari alanlar da bazen devrin meşhur şeyhleriyle istişarelerde bulunmuş olsalar bile genellikle siyasi ve idari kararları aldıktan sonra onların dualarını almayı, hikmetlerine müracaatı düşünmüşerdir. Sefere çıkarken uğur sayarak onların elinden kılıç kuşanmayı bir nevi gelenek haline getiren padişahların, bazı tarikat şeyhlerinin ve müridlerinin fiilen sefere iştirak etmelerini istemiş olmalarını da maddi hazırlıklardan sonra başvurulan manevi tedbir olarak telakki ettikleri söylenebilir.



Bazı padişahlar ise şeyhlere intisâb etme isteği duymuştur, örneğin; Fatih Sultan Mehmet, Akşemseddin'e biat etmek istemiş ancak hocası tarafından bu reddedilmiştir. Akşemseddin, Fatih'e; "Dervişlikte bir halet vardır ki eğer lezzet alınırsa saltanat umurundan el çekmek lâzım gelir, memleketin işleri bozulur. O taktirde hem siz, hem biz vebale gireriz. Sultanlara lâzım olan adalet ve doğruluk, şer'i şerife uymaktır. Bundan daha iyi meslek yoktur." diye cevap vermiştir.



Sonuç olarak; Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesinin ve tarihi vesikaların, Girit ve Aziz Mahmud Hüdayi ilişkisi ile ilgili aktardıklarından; Celvetiyye tarikatı kurucusu Aziz Mahmud Hüdayi'nin, Girit Fethinin manevi mimarı olduğu görülmektedir.



Hakan Atakan'dan alıntıdır..