7 Ağustos 2010 Cumartesi

Yunanistan'da bir köy

Yunanistan'da bir köy



15 Şubat 2010, 09:39 CANADATURK



İpsala'd'a Yunan gümrüğüne girdik. Nedense, gazetelerde okuduğum şeyler yüzünden midir bilmem, ne zaman Yunanistan'a gitsem bir tedirginlik çöker içime.



İpsala’da Yunan gümrüğüne girdik. Nedense, gazetelerde okuduğum şeyler yüzünden midir bilmem, ne zaman Yunanistan’a gitsem bir tedirginlik çöker içime.





İşte yine aynı şey! Oysa genç gümrükçü güleç yüzlü. Bozuk bir Türkçeyle: “Hoş geldin komşu.” diyor, pasaportlarımızı alırken.





Ama yanındaki yaşlı olan hiç de öyle dostane bakmıyor. Durmadan yanındakiyle konuşuyor ve pasaportlarımızı alıp içeriye gidiyor.





Sabahtan beri yoldayız. Bir hayli de oyalandık. Neyse, genç adam pasaportlarımızı getirip iyi yolculuklar diliyor.





Batan gün ışığı tam karşıda. İnsanı daha da yoruyor.





Sonra birden yol levhaları arasında bir otel reklam panosu gördük. Hemen o tarafa saparak ana yoldan çıktık.





Levhada, otelin 100 metre ileride olduğu, yazılıydı. Ama biz birkaç kilometre gittikten sonra aynı levhayı bir kez daha gördük; 'Otel 100 m ileride'.





Birkaç kilometre sonra nihayet bir köye vardık. Köyün girişinde aynı levha vardı. Ok işaretlerini ve levhaları takip ederek otele vardık.





Otelin yanı başında da aynı levha vardı; 'Otel 100 m ileride'.





Sanırım otelin sahibi aynı levhadan çok sayıda yaptırmış ve her yere aynı levhayı koymuş. Malum, bir şey düzineyle alınınca daha ucuz olur.





Zaten köyde başka otel de yoktu, otelin de bizden başka müşterisi. Resepsiyonda, çok iyi İngilizce konuşan güzel bir kız karşıladı bizi.





Yorgunluğa güzel bir duştan başka ne iyi gelebilir. Sonra oğlumla bir şeyler yemek üzere dışarıya çıktık.



Otele gelirken yanından geçtiğimiz, köyün ortasındaki çarşıya yürüdük. Neredeyse akşam olacaktı.





Köyde yaşayanlar, kadınlar, kızlar giyinmiş, allanıp süslenmişler, birbirleriyle selamlaşarak dolaşıyorlar; kahvehanelerin önüne konmuş masalardaki delikanlılarla konuşuyorlardı.





Biraz daha yaşlı olan erkekler hem içeceklerini yudumluyor hem de bıyıklarını buruyorlardı.





Köy küçüktü ama restoran ve bar sayısı hiç de az değildi. Kaldığımız otel de bir hayli büyük. Nedense bu yıl gelen turist yokmuş.





Ama köylüler -herhâlde iş yerleri boş kalmasın diye olsa gerek- kendileri restoranları doldurmuşlar.



Yemeğimizi yiyor, etrafı izliyorum. Görünen kadın sayısı erkeklerden fazla.





Yan masada adamın biri bizim Anadolu’dakilerin aynı olan sazı çalıyor ve sanki bir Anadolu türküsü söylüyordu.





Melodi, saz, her şey aynı, yalnızca dil Yunanca.





Garson bayandan içecek istedim. Derdimi iyi anlatamamış olmalıyım ki istediğimi değil, bir başka içecek getirdi.





Bayana başka bir şey istediğimi anlatmaya çalıştım. Ama baktım anlamıyor: “Tamam,” dedim, “kalsın bu da güzel!”.





Bayan garson gitti. Biraz sonra onun, karşıda bir dükkânın önünde, yanındakine bizi gösterip bir şeyler anlattığını görünce, galiba bana kızdı diye düşündüm.





Hem anlatıyor hem de garson önlüğünü çıkarıyordu. Hızlı hızlı yürüyerek sokağın ucunda kayboldu.





Yemeğe devam ettik. Bir zaman sonra, bayan garson yanında ihtiyar bir adamla geldi.





İhtiyar yavaşça, kibar bir ses ve tavırla: “ Garson bayan sizin Türkçe konuştuğunuzu fark etmiş ama Türkçe bilmediğinden ne istediğinizi anlayamamış.





Beni buraya getirdi. Ben Türkçe bilirim. Ne istiyorsanız söyleyin, ben ona anlatayım.” dedi.





İhtiyara kim olduğunu sordum: “Ben, Zerzevatçı Yorgo.” dedi.





İhtiyar Yorgo’ya önemli bir şeyin olmadığını anlattım. O da garson bayana anlattı. Bayan işine devam etmek için içeriye gitti.





İhtiyarı, bir iki laf ederiz diye masaya davet ettim. “Benim az ileride zerzevatçı dükkânım var. Orayı bırakıp geldim. Gideyim, belki müşteri gelmiştir.” dedi.





İhtiyar Yorgo gidince, oğlum: “Zerzevatçı ne demek baba?” dedi.





Ah bu yeni nesil! Ona zerzevatçının manav olduğunu anlattım.





Restorandan çıktık. Köy meydanında yürüyoruz. Kasap dükkânının önünden geçerken kapının önünde dinelen ve aramızdaki konuşmayı duyan kasap, Türkçe:





“Siz Türk’sünüz?” dedi.





“Evet!” diye cevapladık.





“Gelin be içeri. Size yapayım bir kahve.”





Yunanistan adalarında uzunca bir süre yaşayan biri anlatmıştı: Eğer müşteri yoksa, konuşacak kimseyi bulamamışsa bar ya da lokanta sahibi, yoldan geçen adamı -kim olursa olsun- çağırır, ona, içecek bir şeyler ısmarlar ve muhabbet edermiş.





İçeri girdik. Adam hem kahve yapıyor hem konuşuyor. Dükkânını anlatıyor. İtalya’ya kasaplık yapan bir arkadaşını ziyarete gitmiş.





Orada onun dükkânını pek beğenmiş. Köyüne dönünce aynını buraya yapmış. Tuvaleti gösterdi.



“Bakın, köyde tuvaleti olan tek dükkân benimki. Çok müşteri yaşlı. Prostat var. Eve tuvalet için gitse, tekrar buraya nasıl dönsün!





Tuvaleti yaptım. Bakın tertemiz. Müşteri tuvalete girince rahatlıyor, daha fazla kalıyor. Daha fazla alıyor.”





Kahveler oldu. İçiyoruz. Anlatıyor: “Gençtim, bir sabah bir köye gittim. Sabah erken. Bir ihtiyar dedi;



'Sana bir kahve yapayım,'. Sonra dedi; 'gel, ben Türklerden öğrendim, öğreteyim sana kahve nasıl yapılır!'.





Bursa’dan gelmiş o ihtiyar. Soğuk suya koyacaksın kahveyi. Ateşe süreceksin. Ne zaman kahve kabardı cezvede, çekeceksin. Sonra bir daha, kabarınca çekeceksin.”





Kasap çok konuşuyor; ama asık yüzlü bir adam. Hiç gülmüyor. “Fotoğraf için olsun gül,” diyorum. Nüfus cüzdanındaki, ehliyetindeki fotoğraflarını gösteriyor; hepsi asık suratlı.





“Ben hiç gülmem. On dört yaşındaydım. Babam şeker hastasıydı. Bu yüzden her iki bacağı kesildi. Çok severdim babamı. Sonra bir daha hiç gülmedim.





Benim kızım profesör, oğlum ise Selanik'te. O da üniversite bitirdi. Onlar bile başarılarıyla güldüremediler beni.” diyor.





“Yahu adını sormadık daha, ne senin adın? Türkçeyi nerede öğrendin?”





“Adım Mano. Emmanuel Varya onun kısası. İsa’nın adıdır Emmanuel. Mano Paytos.





Ne zaman Türkiye’den gelmiş mübadiller (Kurtuluş Savaşı sonrası Türkiye-Yunanistan arasında yapılan göçmen takası), orada duran askerler sorarlarmış gelenlere: 'Adın ne?', beğenmezlermiş Türkçe isimleri...





Yeni isim yazarlarmış göçmenlerin kâğıtlarına. Eğer isim yazan asker Giritli ise yazarmış: 'Senin adın Paparakis, seninki Manalakis, seninki Kazancakis.'





Eğer asker Yunan'dansa yazarmış: 'Senin adın Papalos, senin adın Paytos.' Baksan şimdi Türkiye'den gelen muhacirlerin hepsinin adları böyledir.





Benim babam İstanbul’dan Silivri’den gelmiş. Demişler: 'Sen Paytos’sun.' o da olmuş Paytos. Ben Türkçeyi babamdan öğrendim.





Bu köyde çok insan Türkçe konuşur. Her yerden gelmişler: Bursa’dan, Silivri’den, Trabzon’dan. Biz evde öğrendik Türkçeyi.





Erbaa’dan var adam. Onların Türkçe konuşması değişik. Geleceğum, diye konuşurlar.





Sizin gördüğünüz Zerzevatçı Yorgo çok yaşlıdır. Onlar da Silivri'den gelmiş. Ben Türkiye’yi severim.



Diyeceksin nerden biliyorsun Türkiye’yi?





Ah be ben her zaman giderim Türkiye’ye. Benim kamyon Ford. Ne zaman bozulur, parça lazım, atlarım giderim Bursa’ya.





Parçaları ordan alırım. Sonra haydi gelirim buraya. Çok arkadaş edindim orda. Otele giderim. Beni, benim eşyaları zorla alırlar, evlerine götürürler.





Ama kalmam. Ben istemem yük olmak. Çok iyi arkadaşlar. Bazen bizim köylüleri de götürürüm yanımda. Ağlarlar, oraları, ordaki insanları görünce.





Burda, köyde, herkes ordan, Türkiye’den gelmiş. Eskiler hep Türkçe konuşur. Ah o Türkçe şarkılar yok mu, hele Zeki Müren! Dur da anlatayım...”.





Mano’nun gözleri doldu...







HALİT ANGINER/CANADATÜRK
 
ALINTI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder