30 Nisan 2010 Cuma

Mübadele Allahın belası bir şeydi..... alıntı

Mübadele Allahın belası bir şeydi






Balkan Savaşı’ndan itibaren Ege’nin iki yakasından yapılan zorunlu göçler kimseyi mutlu etmedi...







DURSUN ÖZDEN







Yüzyılın ilk çeyreği biterken (1924) Ege Denizi’nin iki yanında oturan yüz binlerce insan, karşılıklı yurt değiştirdi. Vapurlar, trenler mi yol alıyor evler mi, bilemediler. 1912’de Balkan Savaşı ile başlayan göç dalgası binlerce Müslümanı Anadolu’ya savurmuştu. Ardından I. Dünya Savaşı patlak verdi. Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında, bu göç dalgası daha da büyüdü.

1924’de Lozan’da imzalanan “Nüfus Mübadelesi (değişimi) Sözleşmesi" ile büyük bir nüfus değişimi yaşandı. Selanik’ten Kavala’dan Girit’ten, Kesriye’den, Kozana’dan yaklaşık 400 bin Müslüman geldi. Anadolu’da yaşayan 1 milyon 300 bin Ortadoks Rum, Yunanistan’a göç etti. Orada yeni yurtlarını, yeni evlerini kurmaları kolay olmadı. Yıllarca çadırlarda ve barakalarda, büyük acı ve kayıplarla yaşadılar. Yolda ve yeni yurtlarında pek çoğu hastalandı ve öldü. Herkes doğduğu evi, diktiği ağacı ve komşularını özledi.



Burada doğduysa da..

Uzun yıllar sonra Yunanistan’dan kalkıp eski köylerini ziyarete gelenlerden Konstantin Feyzioğlu (95) “Mübadele (değişim) Allah’ın belası bir şeydi" diye söze başladı . “Bir başka ülkeye, bir başka denize gidelim dedim. Bundan daha iyi bir kasaba buluruz elbet. Her çabamız, kaderin olumsuz bir yargısıyla bir ceset gibi gömülür kalbimize. Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede. Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, etrafta bir kara yıkıntı görüyorum. Bunca ömür tükettiğimiz bu ülkede, neden komşularımızdan ve topraklarımızdan bizi kopardılar? Cami ve kiliselerimizle, bayram ve yortularımızla gül gibi geçinip gittiğimiz kapı komşumuzla ayrı düştük. Oysa, iyi komşu kardeşten de üstündür."

Ortodoks bir anne ve Müslüman bir babanın çocuğu olduğunu söyleyen Kostantin Feyzioğlu’na göre iki halk arasındaki fark şundan ibaret: “Rumun avanağı yokuşta sigara içer, Türkün avanağı yokuşta nara çeker."

Gelveri; Ihlara, Misli, Konaklı, Aktaş, Niğde, Bor, Kavuklu, Ovacık, Maden, Ereğli, Ulukışla... ve öteki Anadolu kasaba ve köylerindeki komşularını özleyen göçmen Rumlar, geldikleri yurtlara bir türlü alışamadıklarını söylüyorlar. Zaman zaman “memleket" dedikleri bu ata topraklarını ve evlerini ziyarete geliyorlar. Onlar İç Anadolu’da bu topraklarda doğmuşlardı. Gelveri onların ana vatanı idi. Akakiadis Pantelis, Gelveri’de doğdu, Yunanistan Nea Kalveri’de ak düştü saçlarına. Ve bu kasaba hep arkalarından gitti. 1911 doğumlu Akakiadis, anasından öğrendiği Türkçe ile; “Gelveri’nin toprağını, suyunu ve taşını özledim..." diyor. Eski adı Gelveri olan Güzelyurt’ta her sabah sokakta göç öyküleri dolaşıyor. Yıllar önce Gelveri’den göç edenler, bu ak saçlı insanlar ömürlerinin son göçünü yenileyerek, torunları ile birlikte Gelveri’ye geldiler.

Farklı inançlar, yıllarca yan yana yaşamış burada. Dost ve komşu olmuşlar. Aynı dilde, aynı türküyü söylemişler. Türkçe, onların ana dili olmuş. Türküleşmiş:



“Emek kaldı orada..."

“Haniya da benim elli direm pastırmam / Konyalı’dan başkasına bastırmam / Yürü yavrum yürü, Konyalım yürü / Şimdi burdan geçti, Konyalı’nın biri..."

İonya’da oturan Yorgis Yamıkoğlu, Selanik’te oturan Statios Efstadiadis, Kavala’da oturan Makridis Uzunoğlu, Kozana’da oturan ve zurna çalan Hristofos Hristoforidis ve öteki göçmen Anadolu Rumları, atalarından öğrendikleri “Karamanca" dili ile özlemlerini ve tepkilerini dile getirdiler. Karamanca, Rumca, Türkçe ve Farsça karışımı bir dil. Kaval ve kemençe çalan Hristofos (1905 doğumlu): “Hepimiz Allah’ın adamıyız. Rum - Türk ayrımı niye? Bize burada el gibi bakıyorlar. Kendimizi turist gibi görüyoruz. Bir türlü ısınamadık buralara..." Bildiği Türkçe tüm sözcükler, öztürkçe idi. “Benim bubamın anası iyi halva yapardı. Anamda gevsi yıkar, gülibikli horuzun etini kalaylı bakır tasta bize virirdi. Bubam da avratlara bakar, göz hamamı (banyosu) yapardı. Yunanistan’a geldik ve mutsuz olduk... Emeğimiz kaldı orda..." dedi...



“Kaçgıncılık çok zor... “

“Kaçgıncılık çok zor..." diye söze başlayan Politeseni Katrancis, “cin arabası" dediği bisiklete binemeden göçte ölen kardeşini ve göçü anımsadığını, göz yaşları içinde anlattı:

“Yayla zamanı idi. Mayıs ya da haziran ayı. Gelveri’den Ihlara’dan ya da Aksaray’dan Hasan Dağı’nın yamaçlarına sürüleriyle göç eden komşularımız (Müslüman) bize ağlayarak el sallıyorlardı. Hakkınızı helal edin, dediler. Helallik, Türklerde çok önemli bir inanç. Yunanistan’dan gelen bir komisyon ile Türk yetkililer mallarımıza kıymet biçtiler. Taşınmaz tüm mallarımızı ucuza verdik, çoğunu bağışladık. Komşularımız arkamızdan su attılar. Tekrar geri gelelim diye. Kağnılarla, at arabaları ile Konya Ereğli’ye geldik. Bir kısmımız da Niğde üzerinden (o tarihte Niğde’de tren yolu yoktu) Ulukışla’ya geldi. Bir hafta burada, Öküz Mehmet Paşa Hanı’nda konakladık. Tren vagonları içine doluştuk. Tren Toros Dağları’nın içinden geçen tünellerden ilerlerken, bir bilinmeyene doğru yol alıyorduk. Tren mi yol alıyor, evler mi, bilemiyorduk. Karaisalı ve Yenice istasyonlarında bizleri taşlayanlar oldu. Sonra, Mersin limanı’na geldik. Yolda, asker kaçağı Türk eşkıyalar bize zarar verdi."



Aziz’in naaşı da göç etti

Başımıza kötülük gelmesin diye Hıristiyanlığı Anadolu’da yayan Aziz Grigoryos’un naaşını, bulunduğu yerden çıkardık. Elliye yakın sandığın içine yerleştirdik. Her kasa 80 okka kadardı. Arabalara yükledik. Trene ve oradan da vapura bindirdik. Denizde bir fırtına başlayınca Aziz’in parçalara ayrılmış naaş sandıklarına sarılarak dua ediyorduk. Ama hiç faydası olmuyordu. Çünkü yolda çok insan öldü. Babam, ‘goyu mu olur, gabardıcın gölgesi...’ türküsünü ünlemeye başladı.

İtalyan ve Türk gemileriyle Selanik’in Karaburnu Limanı’na geldik. Burada karantinadan geçtikten sonra Türklerin başlattıkları köylere gittik. Sıtma, hastalıklar yakamızı bırakmadı. Yerli Rumlar, bize göçmen olduğumuz için çok kötü davrandılar. Mutluluk ve komşuluk, Anadolu’da kaldı...

“Biz memlekette iken..." diye söze başlayan göçmen Rumların, Gelveri’den Nea Kalvari’ye uzanan göç destanları anlatmakla bitmiyor.

Nea Kalvari Kültür Merkezi Müdürü Kaplanis Iosifidis, kınalı kaşıkla oynayıp, “Sevda nedir bilmezdim, o da geldi başıma..." türküsünü söylerken şöyle diyordu: “Kalbimizi biliyorsunuz. Seviyoruz birbirimizi. Düğünlerimize sizi bekliyoruz. Sizi davet ediyoruz, evlerimize gelin. Bizler komşuyuz. İyi komşu kardeşten de üstündür..." Atalarının bıraktığı eski evlerini, kiliselerini ve komşularını özleyen, kardeşlik çağrısı yapan bu insanlara, kucak açan Güzelyurt (Gelveri) Belediye Başkanı Süleyman Gümüş ise, “Tek meyva ile bahçe olmaz" diyor... Oysa, Hasan Dağı zaman içinde akıp giden tarihe tanıktı... Bir göç türküsü gelir uzaktan: “Göçün ucu Ulukışla’ya ulaştı / Bostanı bozulmuş bağlara döndük / Ağlamaktan kan doldu gözlere / Kaynağına akan çaylara döndük..."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder